Babam… Hayatımın bu safhasında onu daha sık anıyorum…
Merhum babam, mütefekkir adamdı, şuh-eda, hoş-gû, nüktedan, feylesofmeşrep adamdı, nefsine son derecede itimat eden, etmesinde de çok isabetsizliğe uğramayan, güzele, güzel yüze, güzel söze, hassaten güzel sözün tannan ve mevzununa meclub, kendisi de sözeri olan adamdı.
Ondan bir hatırayı peşrev tutarak, zihnimden geçenleri dile getireyim:
Bilenler bilir ve elbette aslı da yok değildir: Sevenler kendimi beğendiğimden dem vurur, sevmeyenler mütekebbirliğimden… Bu cümleden bir hatıradır…
Henüz buluğ çağımdaydım… (*) Ne olduğunu tam hatırlamıyorum ama babamın da bulunduğu bir mecliste ahmağa yüz, abdala söz verilip, işler şirazesinden çıkmış, ben de boyuma bakmadan iri diri bir kaç laf etmiştim ki, babam bana terbiyemi vermek ihtiyacını hissetmiş, bir kenara çekip bana şöyle demişti: “Bak oğlum, sayıyla kendine gel, bir iki teorem türetmekle, bir iki kafiyeli söz söylemekle adam olunmaz ! Esasen zeka senin vehmettiğin kadar muteber bir nesne olmadıktan başka, bil ki insanların zekaları arasında pek büyük bir fark da yoktur! ”
Pek inanmadım ama bu ihtarı da hiç unutmadım.
Haydi doğrusunu söyleyeyim, biraz da işime geldi: Üniversite yıllarımda gemi iyice azıya alıp kendimi bir yandan Leibniz ve Wittgenstein’ın, bir yandan Aragon ve Neşati’nin yanıbaşına yerleştirmek gayretlerimde, babamın sözünü bir de tam tersinden tutup kullanır olmuştum. Kendime yontarak… O devlerle aramdaki fark, ancak şartlardan, ancak imkanlardan, bir de dehanın dehalığını ortaya dökeceği bir kader cilvesinden ibaret değil miydi?
Yıllar geçti… Zatım değilse bile sinnim kemale ermeye yüz tuttu… Bu sefer de işe öbür ucundan bakmaya başladım… Babamın o ihtarının hakikatı yansıtmadığını, sadece o gün bana bir ders vermek maksadına matuf bulunduğunu anlamaya başladım.
Gerçekten de bazı insanların bazı halleri babamın mahut hükmünü doğrudan, alın alına nakz etmeye yetip artıyordu…
Bunlardan ilkini hiç unutmuyorum… Eski Türkçe bir metni incelediğim bir esnada bir kadın – ismi bende mahfuz – beni Arapça bilgimden dolayı tebrik etti. Ben de, ne yazık ki hala Arapça öğrenemediğimi, elimdeki metnin Türkçe olduğunu söyledim. İpi yakalayamadı… Biraz daha açıp, dilimizin eskiden Arap harfleriyle yazıldığını ihtar ettim. İpi gene yakalayamadı. O zaman da, mesela kendisinin Latin harfleriyle yazılı Türkçe metinleri okuyabildiğini ama bu mazhariyetin ona Almanca, Lehçe veya Felemenkçe okumak iktidarını vermediğini yavaş yavaş ve sinirlendiğimi hiç belli etmeden anlattım… Karihasını hala kalın bulutları yarmak gayreti ile meşgul görünce de, bir nezaket rüsumu mırıldanarak işime döndüm. Birkaç gün sonra benimle konuştuğunda, söylediklerimi asla kavramamış olduğunu basit bir iki nümune alarak yakaladım.
Zihnimin hala bu vaka etrafında dolaştığı günlerde, diğer bir misal bana gazetelerden ulaştı. O günlerde bir televizyon dizisinde, dizinin pek sevilen “vedette”inin karşısında kötü adamı oynayan aktörü, bindiği uçakta kadınlı erkekli bir takım aralarına alıp dövmüşler! Adamcağız derdini belki anlatabilmiş, belki anlatamamış, anlatabildiyse de anlatana kadar bayağı hırpalanmış…
Sonra… Kendi tecrübelerimin ışığında babamın söyledikleriyle hiç örtüşmeyen nice misalin olduğunu hatırlayıverdim:
Yeterince açık ve yeterince yüksek sesle söylendiğinde Türkçe bir kelimeyi hangi milletten olursa olsun, herkesin anlayabileceğini sananlar… Uçak durur durmaz, fırlayıp çantalarını yüklüklerden kapıp ayakta dikilenler… Tutmadığı partiye rey vereni, bu tercihini aptal olduğu için yaptığını söyleyerek ikna etmeye kalkanlar… Konserlerde, şefin “bâton”unu havaya kaldırıp, dönüp bakarak susmasını beklediği çocuklarının “cute” bulunmasını umarak etrafa bakınan ana babalar…
Ve… Bir dakika… Gene kendimi lüzumundan daha iyi, gene lüzumundan daha fazıl, lüzumundan daha hakîm – ve elbette ki – pek zeki hissetmeye başladım. Belki de babamın ruhunun, alem-i berzahtan o pek sık kuşandığı müstehzi edasıyla uzanıp, beni bir kere daha terbiye etmesi gerekecek:
Budalanın önde gideni kendisinden daha zeki pek çok adam bulunabileceğini bir türlü anlayamayan kişi değil midir? Eh… Bu gerçekten böyle!
(*) Hala o çağdayım ya! Ne akil, ne de baliğ olmadan, kemalin kendisini değil, yolunu bulamadan geldim, gidiyorum.
Cem Tezer