“Sıkıcı tekrarlarımızdır her şeye yol açan,
ve hapseden bizleri aynılığa…”
Daha çok yaşanan, diğerine kıyasla kalıcı izler bırakır ve izleri dikizleyip yazarsın sen de… Kopya da böyle doğmuştur zaten. Baudrillard’ın üzerine basa basa vurguladığı “Simulakr” kavramı ise, sanıldığı gibi ne menem bi’şey değil, tam da böyle bi’şeydir: Aynı deneyimleri yılmadan ve usanmadan tekrarlayan aynı aslın basit birer kopyalarıyız bizler…
Mavimtırak bir otobüsün arka koltuğunda
Dışına bakmadan bindiğim bir otobüsün
İçindeyim en çok da
Ve işte geçiyor
Denizin mavisine anlam yüklemekle
Hayatını tüketmiş bir denizanası
Otobüsün camına yan yatmış kafamdan
Silik silik söyleniyor
Sessizce
Ve art arda gelen tüm görüntüler:
Belli ki denizanalarından hâllice
Zehirsiz ama silik
Belli ki belirsiziz
Kaza yapmış bilincin
Derinliklerine sürüklenen
Renksiz kişiliklerimizde
Sonra kırıyor biri
Akvaryum niyetine
Otobüsün camını
Ve kim bilir ne zaman hatırlanacak
“Ne çabuk unuttun bizleri”den sıyrılan
Şu güzelim suretler
İşini şansa bırakmayanlar ve çişini helâya bırakmayanlar diye ikiye ayrılmıştı koca şehir. Şansın ve helânın bu denli sevilmediği şimdiye dek hiç görülmemişti; görülmeyecekti de. Gerek geçmiş ve gerek gelecek ilk defa bu kadar kendinden emin oluyor, şimdiye taş çıkartıyorlardı.
İlk isyan şehrin en eski helâsından gelmiş, çiş ve kakasını kendisine çok görenlere tek tek “Başlarım gelmişinize geçmişinize!” demişti. Ortalık atık kokusundan geçilmezken, şansın yokluğunu hissettirecek her türlü dışavurumdan yoksun olması, şansı helâdan bile kıskanacak derecede zavallı hâle getirmişti. “Şansın var ki yeterince delik, yeterince ıslak ve şehvet dolusun” şeklinde helâyla alay etmesi bile, hiçbir yarar sağlamamıştı şansa.
İkisine de itibar etmiyor gibi görünse de sadece ve sadece şans ve helâdan ibaretti koca şehir. Topu topu iki yönlü, kısır mı kısırdı. Ve hiç belli etmese de, kendisine iki ucu boklu değnek yakıştırması yapanlara ve bunu kendisinden esirgemeyenlere minnettardı. Tıpkı İnsanlar gibi, helâ ve şansın işi de şansa kalmıştı.
Şehre gelen yabancılara içini döküyor ve bunu onlar kusana dek düzenli bir şekilde devam ettiriyordu; dertliydi helâmız. Yeterince doluydu ve dolmaya devam ediyordu. Bazen uzaklara dalıyor, ana rahminden çıktığı ana geri dönüyor, en ince detayına kadar hatırlıyordu her şeyi. Rögar kapağıyla dışarı açılan ana rahminin nasıl leş gibi koktuğunu, bağırsak diye adlandırılan kanalizasyon boruları içinde yaptığı doyumsuz gezintileri, kendisiyle “boktan cenin” diye alay eden ama bir cenin bile olamamış yenik spermleri, lağım faresi denen yararlı bakterileri, annesinden çıkan dumanlar eşliğinde köşede pazarlık eden hayat kadınlarını, onlara orospu diye hitap eden ezik ve yandan yemiş erkek egemeni, her şeyi ama her şeyi!
“Bu kadar detay yeter! YETER!!!” diye bağırdığında, şanstan başka kimse kendisini kale almamış, ve fakat o bile kendisini iplediğini gösteren en ufak bir ima ya da harekette bulunmamıştı. Kendisini acındırmaktan başka bir şey yapmadığını düşündüğü helâ müsveddesine aslında derin bir öfke beslediği hâlde, her şeyi bastıran acıma duygusuna yenik düşmüştü şansımız.
Çok fazla dayanamayıp, ucuz romanlardan fırlayan yukarıdaki paragrafı hacamat ettikten sonra, helâmızı boktan bir pişmanlık kaplamış olsa gerek, eline bir pompa alıp mahrem yerlerine olur olmaz saplamaya başlamıştı. Aklı sıra tıkanan benliğini açmaya çalışıyor, göğüs kafesine sıkışan ruhuna son bir şans tanıyordu. “Göğüs kafesim ve ruhum; tanıştırayım, bu helâ. Helâ, bunlar da göğüs ve kafesim ve ruhum”dan başkası değildi aslında yaptığı. Tüm bu olanlara hiçbir anlam veremeyen şehir irisiyse, ellerini arkaya götürüp volta atıyor, gelgitlere bulanmış öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu. Aslında o kadar çirkin ve iğrenç bir şehirdi ki, gezegenin en ıssız, en ücra köşelerinde zifiri karanlıkta tek başına dolaşsa bile, bırakın kendisine laf atıp iffetine üflemeyi, herkes anında kaçışır, gözden kaybolurdu.
Şehir, helâ ve şans üçgeni tarihin hiçbir döneminde bu kadar berbat çizilmemişti. Aslında bu, geometri ve trigonometri âlemine ve onun uhrevi hayatına düpedüz bir hakaretti. Kendisinin tüm pisliğini ve kahrını çeken helâ olduğu hâlde, onu bir kez olsun temizleme zahmetinde bulunmamıştı iğrenç şehir. Zaten sifon çekmek ve ardından dezenfekte etmek, akla hayale gelmeyecek derecede lüks ve pahalı şeylerdi. Dış kapının mandalı şansınsa, “lanet olsun böyle şansa!” demekten başka hiçbir şansı olmamıştı. Üçünün de binanın cunda penceresine oturup, dantelli perdeler ardında kısmetini beklediği sayısız zamanlarda olası tüm beyaz atlı talipler; bırakın pencereye şöyle bir başını kaldırmayı, son sürat uzaklaşmışlardı oradan. Evde kalmak deyiminin en zavallı hâlleriydi aslında, yan yana ve tek bir elden üçü de.
Koca şehir helânın üzerinde pantolonunu çözüp çömeldiği anda, tarihin en iğrenç ve delikler arası göz teması kurulmuş; olayı şaşkın bakışlarla izleyen şans ise, aşkın en saf hâline gıptayla bakıp, gelecek nesillere bırakılan medeniyet bokunun üzerine konacak sinek ve böceklerde denemeye karar vermişti. Neyini mi?.. Elbette ki şansını.
Ve tabii Pulp’ın babası Edgar Allan Poe’yu unutmadan ve hemen her şeyi ona ithaf ederek…