Yılları tik taklarla geçirip yitirmek, kaybetmek, geri döndürülemez sonsuzluğa salıvermek. Oysa o anları kaybetmemek için harcanan onca boş çaba…
İyilik meleklerinin, melekleri olmuyor ne yazık ki. Onlar için de zaman acımasız. Şimdi anımsamakta zorlandığım nice yüzle yaşanan nice aşklar, nice acılar, nice mutluluklar. Bir de bakmışsın yitip gitmiş her şey hayatın koşuşturmacasına yenilerek.
29’unu devirmek, 30 olmak ne kadar uzaktı oysa o anlarda. Hiç yalnız kalmayacağını sanmak ne aptalcaydı. Bir bar köşesinde sigara ve birayla 30’unu yalnız kutlamak kimin hayaliydi?
Eski anıları anımsatacak her şey çoktan bambaşka oluvermiş. Öyle bir zaman ki artık anımsamak istediğin anıları bile bulamamak; özenle bırakmış olduğun yerlerde. Bambaşka yüzler, bambaşka insanlar var o eski anıların yerine. Sanki anı koleksiyonu yaparmışçasına yeni yüzleri ve durumları alıyorum bu kez hafızama. Önceden sıcacık, loş, alçak masalarla otantik bir havası olan, duvarlarında Jim Morrison resimleri asılı o kutu kadar Mavi Büyü, şimdi aynalarla donatılmış. Masalar yüksek, sandalyeler yüksek, tek aynı kalan şey müzikler. Sanki bu isme kazınmış, acı verici hüzünlü aşk şarkıları. Bir işletmeci bu isimden vazgeçtiğinde laneti bozulacak sanki, o güne kadar en azından müziği hep aynı kalacak.
Ve evet 30’uma saatler kala anılarımın zamana gömülmüş olduğu Mavi Büyü’de yalnızlığıma kadeh kaldırıyorum tek başıma. Eski aşklarıma, yanımda olmayan sevgilime ve 30’uma. Bugüne dek hayatıma kimler girdiyse yüzleri bir bir kendini anımsatıyor bardağın dibinden, her uzanışımda birama. Numarası hatırımda olan o yüzleri arıyorum ya da mesaj atıyorum. Yalnızlığımı kutlarken onlara selam çakıyorum. Yaşadığımı hissetmek, onlara halen yaşadığımı hissettirmek istiyorum ama öyle uzaklar ki. Ben kendime öyle uzağım ki. Bu kez kendime ulaşmak istiyorum, çabalıyorum, kendime ulaşılamıyor. Kendi kendime kapsama alanı dışında görünüyorum. Ulaşamadıkça biramdan bir yudum daha alıyorum ve yepyeni “eski” bir yüz daha beliriyor bardağın dibinde. Kendimi zorluyorum bu eski yeni simanın kime ait olduğunu anımsamak için. Hafıza dosyalarıma sinyal gidiyor, biri olmalı içeride; içimde. Dosyaları karıştırıyor, zorlanıyor doğru dosyayı bulmakta ama sonunda buluyor. Anımsıyorum. Yüzümde acı bir gülümseme beliriyor. Tüm duvarları aynaların kapladığını unutup duvara bakmaya çalışıyorum. Aynadaki gülümsememle karşılaşıyorum. Korkuyorum kendi gülümsememden… Bir sigara daha yakıyorum aynadaki görüntüme bakarak.
Paramparça oluyorum düşündükçe. Duvarlara bakıp, etrafa bakıp anıları hatırlamak istiyorum. Aynalardaki yansımamla karşılaşıyorum her denememde. Sanki geçmiş silinmiş hatta sanki hiç var olmamışlar; onlar benim hayallerim, düşlerimmiş hep. Sislerin arasında yolumu bulmaya çalışıyormuşum gibi hissediyorum. Korkuyorum, üşüyorum, canım acıyor, kalbim hızla çarpıyor. Biraya uzanıyorum sigarayı tutan elimle. Bira sisleri açamıyor, aynalar canımı yakıyor. Sanki içime bakmam gerektiğini fısıldıyor barın tüm gürültüsüne rağmen usulca.
Cesaretimi toplayıp aynaya bakıyorum; kendime, yansımama… Neden yalnız olduğumu açıklayamıyor ayna. Aksine canımı daha da yakıyor. Tekrar biraya uzanıyorum.
Melekler hep mi yalnız kalır onca hayatı değiştirdikleri halde? O zaman adaleti nerede bu dünyanın diye fısıldıyorum gözümün yine takıldığı aynaya.
Yine zaman ilerliyor. Yeni yüzler fark ediyorum içeride. Eskileri yine gidivermiş, ben çok daha eski yüzleri ve kendimi düşünürken.
Birden eski yüzlerden biri yansıyor baktığım aynadan, bana bakıyor. Hep beklenmedik anlarda gelirler zaten, beklendiğinde kimse gelivermez aniden.
Gece 12’i çoktan geçti artık, 30 oluverdim. Yüzüme yeni kırışıklık eklendi mi acaba diye dokunuyorum yüzüme. Bir fark hissedemiyorum. Nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Tanıdığım bir yüzün peşinden, tanımadığım bir yere sürüklendiğimi anımsıyorum sadece. Sessizce yanı başımda uyumakta olan adama bakıyorum. Seyrediyorum nefes alışını. Hava aydınlandığında bu kadar masum görünemeyeceğini düşünüyorum hava yavaş yavaş ışırken. Ama geceye dair en ufak bir şey anımsayamıyorum, zorluyorum kendimi hatırlamak için.
Bardan içeri girmişti evet ya sonra?
Konuşmuştuk. Evet, anımsıyorum tamam konuştuk peki ne üzerine?
Kitabı, hayalleri, ben, biz, o, aşk…
Anımsamadığım başka diyalog var mıydı? Anımsayamıyorum. Tamam, peki ya sonra?
Sonra, sonra evine gittik.
Ah evet anımsıyorum evi. Yeni evi. O nedenle ilk başta yabancı gözükmüştü gözüme. Peki ya sonra?
Sonra, hemen üzerimdekileri çıkardım ben. Neden yaptım peki bunu?
Onun istediği gibi olsun diye tabii. Hızlıca uzandık yatağa, anımsıyorum. Öpmeye başladı öncelikle beni; göğüslerimi, dudaklarımı. Okşadıkça tüm vücudumun gevşediğini hissettim onun kollarında. Boynumu öptükçe, ismimi fısıldadıkça üçüncü biriymişçesine inleyişlerimi dinledim usulca dışarıdan. Elektrikli sobanın ısıttığı soğuk odada onunla sevişiyor olduğumu duyumsadım, içime çektim odanın köhne kokusunu. İçime girerken titrediğimi hissettim; özlemim miydi yoksa soğuk muydu beni öylesine titreten. Anımsamıyorum. Hırçın dalgalar gibiydik. Kıyıya vurmamak için direniyor, diretiyorduk. Duvarda dalgalar oynaşıyordu. Biraz bizdik o dalgalar, biraz gölgelerimiz. Kalp atışlarını duyuyordum damarlarımda. Ayarı bozulmuş saat gibi bedenim bedenini sayıklarken, kendi inlemelerim onun adımı fısıldayışına karışıp odayı sarıyordu. Ellerimi ellerine kenetleyip beni arzuladığını söylediğinde, gözlerimi kapayıp kendimi tamamen bıraktım ona. Kırmızı gölgelerin titreşimini hayal meyal görüyordum, yoksa mum mu yakmıştı odada? Anımsayamıyorum. Vanilya kokusu teninden mi yükseliyordu burnuma? Hayır, olamaz; vanilya kokmazdı o. Sarıldı, bacaklarım bedenine kenetledi. Teni soğuktu, üşümüştü belli ki. Sarıldım sıkıca, iyice kendimi sardım ismimi sayıklamakta olan adama. Biliyordum, sabah yeni bir beden isteyecekti bedeni. Benim bedenim keşfedilmiş bir kıtaya dönüşecekti ama yine de sabaha dek onundum. O da benimdi kalan birkaç saat için.
Saatin tik taklarını duymaya başladım o an. Barda otururken düşündüğüm kayıp giden anları anımsadım. Bu kez kayıp giderken farkında olmak istedim yitirdiklerimin. Birden durdu, bana baktı. Aniden yüz üstü yatırdı beni. Sonra belimden çekerek dizlerimin üzerinde doğrulttu. Ve tekrar dalgalandı tenimde teni. Üzerime uzanarak terini sindirdi tenime. Tekrar soğuk yatağa değiyordum. Saçlarımı geriye atarak kulağıma fısıldadı:
“Beni çıldırtıyorsun”
Onu çıldırtabilmek beni tahrik etmişti. Gözlerimi kaparken başka kaç kadına aynı sözü söylemiş olabileceğini düşündüm bir an. Hemen düşünmeyi kestim o anı yitirmemek için. Titriyordu boynumu öperken, üzerimde hareket etmeye devam ediyordu bir yandan da. Yastığa tutundum vahşileşmeye başladığı an. Onun elleri göğüslerim ile yatak arasında koruma gibiydi. İnliyordu, adımı sayıklıyordu. Konuşuyordum onunla:
“Beynimi kemiren içsel sorularla seninle sevişiyorum. Ve biliyor musun? Soruların cevapları senin bedeninde gizliymiş. Seni neden usul usul öptüğümü sanıyordun ahmak? Tenin her şeyi fısıldadı bana… Asla cevap veremeyeceğin gerçek sorulara…”
Peki sonra? Sonra ne oldu?
Sonra bitti. Nasıl bitti? Anımsıyorum. Öfke lavlarını içime akıtmasını istedim. Öfke, nefret ne olursa olsun. “Merak etme içim erimez” dedim usulca kulağına. “Sana dair ne varsa içimde kalmalı ve müebbet hapis hiç bu kadar ilahi olmamıştı.” Kayıp gitti o an tik taklarla. Yanıma uzanıp televizyonu açtı. Ne izledik anımsayamıyorum ama gülerek sohbet ettik saatlerce.
Peki ya sonra?
Sonra uyuduk.
Evet uyuduk. Anımsıyorum. Onun kollarında uyudum. Uyurken biraz daha kaybettim anları.
Peki ya sonra? Ne kadar istekliyim hatırlamaya.
Sonra uyandım işte ve onu izlemeye başladım uykunun kollarına sığınmışken. Bak başlangıç anına kadar anımsadım her şeyi sonunda. Evet, anımsadım. Peki, bu yatakta yatmaya devam mı edeceğim? Saat kaç? Burada uyursam kendimi buraya, ona ait hissetmeye başlamaz mıyım?
Evet başlarım.
O halde gitmeliyim bir an önce. Ama onu uyandırmamalıyım. Sırtı bana ve duvara dönük yatıyor, yanı başımda sessizce. Yatağın ucuna doğru kayıp üzerini açmadan kalkıyorum yataktan. Alacakaranlıkta kıyafetleri bulmakta zorlanıyorum, perdeler kapalı. Cep telefonu ve elektrikli sobanın ışığıyla biraz da el yordamıyla toparlıyorum kendimi. Yine duvarları yoklayarak bulduğum banyoda dağılmış saçlarımı topluyorum, duvara asılmış minik her yanı kırık içindeki aynaya bakarak. Halen kalmalı mı yoksa gitmeli miyim diye düşünüyorum bir yandan. Gitmek ağır basıyor en sonunda. Onun yatmakta olduğu odaya geri döndüğümde gözlerini aralıyor:
“Ne yapıyorsun güzelim? Kalmayacak mısın?”
“Gidiyorum.” derken yatağın kenarına ilişiyorum.
“Eve mi gidiyorsun?” diye sorarken gözleri yarı kapalı.
Gülümsüyorum:
“Hayır. Eve gitmiyorum.”
Yatakta kımıldanıyor:
“Uyumayacak mısın? Saat kaç?”
Tekrar gülümsüyorum:
“Hayır. Bir kadın için beraber uyumak bağlanmaktır.” diyerek dudağına bir öpücük konduruyorum. “Uyku saati henüz, sonra görüşürüz.”
Huysuzca mırıldanarak yatakta dönüyor:
“Peki, görüşürüz.”
Üzerini örtüyorum iyice. Montumu üzerime giyip kendimi yeni yaşımın önüme serdiği yeni güne uyanmakta olan şehre bırakıyorum.
Dışarısı tahmin ettiğimden çok daha soğuk, bedenim tepki gösteriyor titreyerek. İyice sarınıyorum montuma ve yürümeye başlıyorum. Sokaklar bomboş. Tek tük insan, acelesiz adımlarla yürüyor caddede. Sanki tüm dünya bana ait ve o birkaç insana. Onu düşünüyorum, yine özleyecek evet ama ne zaman özleyecek bu kez? Kaç kıtayı daha keşfetmesi gerekiyor tenimi özlemesi için? Kendim kadar iyi tanıyorum onu, bana benziyor bazen. O “bazen”leri seviyorum zaten. Tıpkı o kayıp giden saatlerimizdeki anlar gibi yine yitip gidiyor işte. Anımsayabileceğim bir anı oluyor ve belki ileride bir gün zorlukla anımsayacağım bir yüz. Yıllar sonra sokakta gördüğümde “Anımsıyorum bu yüzü ama nereden?” diyeceğim biri olmaya başlıyor ben yürüdükçe.
Melekler hep mi yalnızdır? Melekler yalnızlığa nasıl alışır? Yine yalnızım işte. İstanbul yeni güne uyanırken ben, yeni yaşımda, yalnızlığa yakıyorum sigaramı. Sevgilimmişçesine çekiyorum içime.
Gizem Şimşek Kaya