Müzik yorumları ve yaşam konulu makaleler yazdığım NouvArt, benim için çok sık röportaj yaptığım bir platform değil aslında. Daha çok, farklı yerlerde sıkça karşılaştığımız sanatçı dostlarımın başka yönlerini keşfetmek ve tanıtmak için kullandığım özel bir alan. Yalçın Konuk da hem dostluğunu çok değerli bulduğum, hem de projelerinin hayata geçiş sürecine keyifle tanıklık ettiğim bir sanatçı. Umarım sohbetimizi keyifle okursunuz.
Beyza Cumbul: Günümüzde yaratıcılığınla ön plana çıkan bir yaşam tarzın var. Ancak geçmişine baktığımızda, aldığın eğitimler ve farklı sektörlerdeki yöneticilik deneyimlerinle oldukça farklı bir yol izlediğini söylemem bilmem doğru olur mu? O dönemlerde de yaratıcılığın kendini gösteriyor muydu, yoksa bu yönün zamanla mı şekillendi?
Yalçın Konuk: Her şeyden önce, bu köşede bana yer verdiğin için içtenlikle teşekkür ederim. Röportajını duyurduğun günden beri sorularını büyük bir merakla bekliyordum. Umarım bu sohbet senin için de keyifli bir deneyim olur. Benim için öyle olacağından hiç şüphem yok.
Eğitimim ve kariyerim başlangıçta oldukça “klasik” bir rota izledi, diyebilirim; bu bilinçli bir tercihti. Lisans ve yüksek lisans eğitimlerim boyunca disiplinli ve hedef odaklı bir yol izledim. Bu süreçte ailemin, özellikle sevgili annemin ve rahmetli babamın bana verdikleri maddi ve manevi desteklerin önemini vurgulamadan geçemem. Onlar sayesinde huzurlu ve verimli bir öğrencilik hayatı geçirdim. Buradan kendilerine bir kez daha sevgi ve şükranlarımı sunuyorum
Sonrasında ise daha maceralı bir döneme adım attım. Farklı sektörlerde deneyim kazandıktan sonra, kendi işimi kurmaya karar verdim. İşlerim küçük ölçekliydi, ancak bana büyük bir keyif ve tatmin sağladı. Ne var ki, bazılarını ekonomik krizler, bazılarını ise kendi yetersizliklerim nedeniyle kapatmak zorunda kaldım. Bu süreç, bana insan yönetimi, finansal sürdürülebilirlik ve iş disiplini gibi hayati konularda değerli dersler kazandırdı.
Eğitim ve iş hayatım boyunca müzikle bağımı asla koparmadım. Müzik eğitimim daha çok otodidakt bir çerçevede ilerledi. Zamanla müzisyenlerle, kalpten müzik yapan insanlarla tanışma fırsatı buldum. Bunlardan ilki, artık Los Angeles’a yaşayan sevgili Alper Çakır’dı. Bu karşılaşma, hayatımda dönüm noktası sayılabilecek bir dostluğun başlangıcı oldu. “Benim” adlı şarkımı ve onun İspanyolca versiyonu “Soñando”yu kaydettik. Bu süreçte Tolga Çebi gibi çok değerli isimlerle de çalıştım. Hayat sizi, bilmeden ve farkına varmadan, kıymetli insanlarla buluşturuyor. Ama o ilk karşılaşmada hissedilen bir tılsım var ki, sanırım ben o tılsımı Alper ve Tolga’da gördüm.
Daha sonra Tolga Tümözen’le yollarımız kesişti. Tolga ile uzun süren bir müzik yolculuğumuz oldu. Bu süreç sonunda iki albüm ürettik ve bu, stüdyo kayıtlarının tüm süreçlerini öğrenmeme olanak tanıdı. İlk albümüm olan Kusur Güzeldir, iki yılı aşkın bir sürede ve dört farklı stüdyoda kaydedildi. Bu albüm benim için sadece bir albümden öte, öğrenme ve gelişme yolculuğumun bir özeti gibiydi.
Müzik, çocukluğumdan bu yana hep hayatımın ayrılmaz bir parçası oldu. Zamanla bu ifade arayışı başka sanat dallarına da yayıldı.
Beyza Cumbul: Tamamen farklı gibi görünen bu iki hayat arasında bir tercih yapmak zor oldu mu? Yaratıcılığın ön planda olduğu bu yeni sürece geçişin nasıl ilerledi ve senin için nasıl bir deneyimdi?
Yalçın Konuk: Yaratıcı alanlara geçiş benim için oldukça doğal ve içgüdüsel bir süreçti. Müziğe, sinemaya ve diğer sanat dallarına duyduğum ilgi, çocukluk yıllarımdan itibaren hep var oldu. O dünyaların içine dalmayı ve orada kaybolmayı her zaman sevdim; bu benim için bir kaçıştan ziyade, bir keşifti.
Bu yolculuğun en unutulmaz anlarından biri, müzik dünyasının efsane ismi Ahmet Ertegün ile yaptığım telefon görüşmeleriydi. Bir keresinde bana şu sözleri söyledi: “Seni gerçekten sevenler, yaptığın müziği de hep sevecektir.” Bu cümle, o günden bu yana zihnimde yankılanıyor ve bana her zaman bir yol gösterici oluyor.
Sanat gibi soyut ve farazi işlerin merkezinde yer aldığı bir hayat sürerken, insanın rehberlik alabileceği, fikirlerine güveneceği kişilere ihtiyaç duyduğu bir gerçek. Benim için bu kişilerden biri kız kardeşim Gülçin, diğeri ise değerli dostum Yüksel Kütahyalı. Her ne kadar bu yolculuk büyük ölçüde yalnız bir deneyim olsa da, insanın yanında, yıkıldığında da ayakta durduğunda da ona kulak veren birilerinin olması hayati önemde. Onlar olmadan bunca yolu yürümem mümkün olmazdı.
Günlük yaşamımda sıradanlığa asla yer vermemeye çabalıyorum. Her şeyin – sevgimin, aşkımın, dostluklarımın, çalışmalarımın – eşsiz ve özel olmasını istiyorum.
Beyza Cumbul: Bugüne kadar hayata geçirdiğin projeler arasında senin için en özel olanlar hangileri? İlk üç sırayı nasıl belirlersin? Belki bazıları hissettirdikleriyle, bazıları ise teknik zorluklarıyla senin için ayrı bir yerde duruyordur. (Gerçi biliyorum, her biri kendi içinde ayrı bir hikaye ve bambaşka bir dünya!)
Yalçın Konuk:
İlk albümüm: Kusur Güzeldir
Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum bir şeydi şarkı söylemek. Bir odada, yalnız başıma yazdığım sözlerin ve bestelediğim melodilerin hayata geçmesi, stüdyoda kaydedilmesi ve sonunda yayımlanması… Tüm bunlar birer rüyaydı ve gerçeğe dönüştü.
İlk filmim: Koşu
Cemil Ağacıkoğlu’nun kardeşçe ve dostane desteği olmasaydı bu proje mümkün olmazdı. Sercan Badur ve Hüseyin Çelebi’nin başrollerini üstlendiği bu filmi hayal etmek, yazmak, çekmek, montajını yapmak ve müziğini bestelemek… Her aşaması benim için ayrı bir yolculuktu. Bu proje de bir çocukluk hayalimin gerçeğe dönüşmesiydi.
Mezopotamya Projesi: Nemrut Tanıtım Filmi
Nemrut’u hiç görmemiştim. Bu proje sayesinde 2023 yılının ocak ayında, karla kaplı Nemrut Dağı’nın zirvesine çıktım. Hava soğuktu ve o şartlarda kimse oraya gitmeyi tercih etmemişti. Bu yüzden, zirvede tamamen yalnızdım. O an, hayatımda ilk kez mutlak sessizliği deneyimledim. Kar tanelerinin ayağımın altında ezilirken çıkardığı çıtırtıların yankısını duymak… O sessizlik, o yalnızlık… Kelimelerle tarif edilemeyecek kadar büyüleyiciydi. Nemrut’la ilgili hâlâ hayalini kurduğum başka bir film var. Umarım bir gün o fırsatı yakalarım.
Beyza Cumbul: Son çalışman Le Soleil Noir, tam anlamıyla bir film müziği albümü! Filmi önce zihninde kurgulayıp ardından müziklerini bestelemen gerçekten çok özgün ve etkileyici bir fikir. Üstelik OST için reel kareler hazırlayarak albümünü sosyal medyada bu şekilde tanıttın. Baştan sona çok yönlü bir proje! Peki, Fransız Sineması ve özellikle neo-noir türünü seçmenin özel bir nedeni var mıydı?
Yalçın Konuk: Belçika’da, televizyon ekranına yapışık bir halde büyüdüm. Annemin katı kuralları vardı: Saat tam 20:00’de yatağa gönderilirdik. Ama o saatler öncesinde, evdeki televizyon bizim için bir sihirli kutuya dönüşürdü. O ekran, benim ilk sinema perdemdi. (Uzun zamandır televizyon artık evimde olmayan bir eşya.) Çocuk yaşta, istemeden de olsa, film noir’ın karanlık cazibesine kapıldım. Belçika ve Fransız televizyonlarında sıkça yayınlanan bu filmler, sanki beni o karanlık dünyaya çağırıyordu.
Film noir, bir hikâye anlatmanın ötesindeydi; karanlık bir şiir dinlemek gibiydi. Gilda’da Rita Hayworth’u, The Killers’ta Ava Gardner’ı, Orson Welles’in The Lady from Shanghai’ı… Hitchcock’un Notorious’u ve Visconti’nin Ossessione’si… O oyuncuları ve filmleri izleyip sinemaya tutulmamak mümkün değildi.
Bir de tabii müzikleri; çocukken adlarını bilmediğim ama beni alıp götüren bestecileriyle, ilerleyen yaşlarda tanışacaktım: Michel Legrand, Ennio Morricone, Bernard Herrmann, Franz Waxman ve daha niceleri. Bu dünya beni büyülemişti.
Tüm bu birikim, beni Le Soleil Noir’a götüren yolu döşedi. Bir film müziği albümü yapmak istedim, ama bu, klasik bir film için yapılan bir çalışma değildi. Aksine, benim zihnimde kurguladığım soyut bir filmin yansımasıydı. Bu süreç, başlı başına bir sinema deneyimiydi. Karakterleri oluşturdum, tretmanını yazdım, hikayesini kurguladım. Tüm bu çalışma süreci, albümün temelini oluşturan yapı taşıydı.
Le Soleil Noir, benim için yalnızca bir albüm değil; film noir’a, sinemaya ve çocukluk hayallerime yazılmış bir aşk mektubu.
Beyza Cumbul: Konu sinemadan açılmışken, Nolan hayranı olduğunu bildiğim için soruyorum: Eğer bir Nolan filmine yeniden soundtrack hazırlasaydın, hangi filmi seçerdin?
Yalçın Konuk: Eğer bir Nolan filmine yeniden soundtrack hazırlama fırsatım olsaydı, tercihlerim The Prestige olurdu.
Nolan’ın en etkileyici yanlarından biri, sinema sanatını neredeyse her yönüyle kavramış olması. 1940’larda çekilmiş bir filmden bahsederken müziğini kimin bestelediğini, aynı bestecinin başka hangi filmlerde ve yönetmenlerle çalıştığını bilebilen bir yönetmen… Kameradan, lensten, ışıktan anlayan, teknik ile sanatı bir arada kullanan nadir isimlerden.
Nolan, çağdaşları Denis Villeneuve ve David Fincher ile birlikte, sinema tutkumun en güçlü köşe taşlarından biri. Bu isimler kadar, ruhuma dokunan diğer ustalar arasında Terrence Malick, Martin Scorsese, Steven Spielberg, Alfred Hitchcock, Charlie Chaplin, Buster Keaton, Fritz Lang, Jean-Pierre Melville, Orson Welles, Akira Kurosawa ve Federico Fellini gibi efsaneler de var. Avrupa sinemasından bahsederken ise Jacques Audiard, Coralie Fargeat, Gaspar Noé ve Céline Sciamma’yı anmadan geçemem. Sinema, aslında bir tür simyacıdır; farklı sanat dallarını bir araya getirerek onlara yeni bir boyut kazandırır.
Beyza Cumbul: Şimdi sinemadan tiyatroya geçelim. Bildiğim kadarıyla bir tiyatro oyunu için yeni bir projen var. Hem de beni çok heyecanlandıran bir proje! Daha çok erken biliyorum ama bu konuda biraz tüyo verme şansın var mı, yoksa konuşmak için henüz erken mi?
Yalçın Konuk: Evet, doğru duydun, bir tiyatro oyunu için çalışıyorum ve açıkçası bu proje beni de çok heyecanlandırıyor! Hem de bu benim için bir ilk. Geçtiğimiz Ekim ayının sonunda sevgili Burak Ertaş beni arayarak bir tiyatro piyesinden bahsetti. Sumru Yavrucuk’un yapımcılığını, başrolünü ve uyarlamasını üstlendiği bir oyundu. O sırada İstanbul dışındaydım, ancak birkaç saat içinde sevgili Sumru’yla telefonda konuştuk, anlaştık ve projeye başlamış oldum. Açıkçası uzun süren toplantılar ya da bitmek bilmeyen müzakereler pek bana göre değil. İşin ana hatları netleştiği anda işe koyulmayı seven biriyim, Sumru da sağ olsun, güvenini ve desteğini hiç esirgemedi.
Projenin adı “Tatavla’da Son Dans” ve Sumru’nun uyarlamasıyla yeni sezonda izleyiciyle buluşacak. Oyunun müzik ve ses efektleri, afiş tasarımı ve tanıtım filmi bana emanet edildi. Müzikler üzerinde çalışmak benim için gerçekten apayrı bir keyif oldu; oyunun atmosferine ve hikayesine ekstra bir tuşe katmak için büyük bir özenle çalıştım. Sumru’nun olağanüstü bir oyuncu olması ve iç dünyasının hikayelerle dolup taşması, bu süreci daha da ilham verici kıldı. Eğer her şey yolunda giderse, oyunun müziklerini bir albüm olarak yayımlamayı da planlıyoruz. Bu süreçte gurur duyduğum müzikler ortaya çıktı ve bu benim için gerçekten özel bir deneyim oldu.
Oyun, Ocak 2025’te sahnelenecek. Şimdilik daha fazla detaya girmek istemiyorum; sürprizlerin büyüsüne inanırım. Ama tek bir şey söyleyebilirim: “Gelin izleyin, sevin, tekrar gelin!” Bu oyunun kalplerde iz bırakacağına yürekten inanıyorum.
Beyza Cumbul: Eserlerinle bizi sık sık tarihsel yolculuklara çıkarıyorsun. Şimdi biraz hayal kuralım: Eğer zamanda yolculuk yapabilseydin, hangi dönemi seçerdin? Sence o dönemdeki Yalçın nasıl bir yaşam sürerdi?
Yalçın Konuk: Madem hayal kuruyoruz, o zaman hayal sınırsız olsun: Zaten kurallar bizlerin dünyasına ait. Zaman ve mekân kavramını aşmak, her bir döneme yolculuk etmek isterdim. Eski Mısır’a, Antik Yunan’a ve Roma’ya g,derdim… İlyada’daki Troyalılar, Kenan Kavmi, Sümerler, Karahantepe, Kommagene Krallığı’na kadar uzanmak, Antik Çin’in sokaklarında yürümek, Maya’ların mistik dünyasına dalmak, hatta prehistorik çağlarda, olmak… Ya da daha ilerisi, gelecekte bir zaman diliminde, Mars’a yolculuk yapmak, yıldızlar arası bir maceraya çıkmak… Hepsi bana uyuyor…
Ama Yalçın olarak değil, her seferinde bambaşka biri olarak hayal edelim. Marco Polo’yla tanışan bir Orta Asya göçebesi, Sun Tzu’nun strateji derslerine katılan bir asker, Eflatun’un akademisinde bilgelik peşinden koşan bir öğrenci… 1900’lerin Fransa’sında Art Nouveau akımını canlı canlı izleyen bir lise öğrencisi, onuncu yüzyılda astronomiye gönül vermiş bir gökbilimci, Baudelaire’in Les Fleurs du Malının ilk nüshalarını okuyan bir edebiyat tutkunu, Orta Çağ Avrupa’sında ekmek fırını işleten bir esnaf, Roma Senatosu’nda günlük tutan bir katip olmayı isterdim…
Ama belki insan olmak da zorunda kalmasaydım, başka bir canlı olmak da isterdim…
Hayal edebileceğimiz her dönemde, her rolde bambaşka biri olabiliriz. Zamanın sonsuz olasılıklarıyla oynamanın en güzel yanı bu! Kendimi her zaman diliminde yeniden yaratmak, başka bir varlıkta, farklı bir düşünsel dünyada var olmak… İşte bu, hayal kurmanın en zengin hali. Albümlerimi tasavvur ederken de bu hürriyetin peşinden gidiyorum: Yaşayamayacağım bir hikayenin içinde kısa bir süreliğine var oluyorum…
Beyza Cumbul: Tarihe olan merakın kadar, günümüz teknolojisini de son derece yaratıcı bir şekilde kullanan bir sanatçısın. Özellikle yapay zekayla olan çalışmalarını bildiğim için soruyorum: Sence yapay zekayla dolu bir gelecekte yaratıcı dünyamızı neler bekliyor?
Yalçın Konuk: Yapay zeka, hepimizin tahmin ettiğinden çok daha büyük bir dönüşüm gücüne sahip. Ancak bu dönüşümün derinliklerini, etkilerini ve sınırlarını — ben de dahil — henüz tam anlamıyla kavrayabilmiş değiliz. 2022’nin sonunda yapay zeka ile çalışmaya başladım ve o günden bu yana ilgim hiç azalmadı. Şu anda herkesin konuştuğu, üzerine fikir yürüttüğü bir konu; ne var ki çoğu kişi yapay zekayı yüzeysel bir bakış açısıyla ele alıyor ve bu olağanüstü teknolojiyi sıradanlaştırıyor.
İnsanlar, tam anlamadıkları ya da hakim olmadıkları şeyleri basitleştirme, rutinleştirme, hatta küçümseme eğilimindeler. Bu, yapay zeka için de geçerli. Çoğunlukla “bir düğmeye basıp sonucu almak” gibi algılanıyor. Halbuki yapay zekayla gerçekten anlamlı ve etkileyici işler üretmek, sabır, detaylı bir bilgi birikimi ve titiz bir çalışma gerektiriyor.
Kendi deneyimlerimden yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Yapay zeka, var olanı temel alarak olağanüstü bir beceriyle yeni bir şey yaratıyor. Ancak tarif edilmesi zor olan bir dokunuş, bir his, bir “ruh” var ki, bunu ancak insan yapabiliyor. Bu durum, yapay zekanın sınırlarını belirliyor gibi görünse de bunun kalıcı olup olmadığını bilmiyorum.
Beni en çok endişelendiren şey, insanın tembelliğe ve kolaya kaçmaya yatkınlığıdır. Makinenin ürettiği her şeyi sorgusuzca kabul etme alışkanlığı, kontrol mekanizmalarımızı kaybetmemize yol açabilir. Daha da tehlikelisi, öğrenme ihtiyacının ortadan kalkmasıdır. Örneğin, bugün bir Samsung cihazıyla 20 dilde anında çeviri yapabiliyoruz. Bu inanılmaz bir kolaylık; ancak insanı “Neden yabancı dil öğreneyim ki?” noktasına getirebilir. Oysa öğrenmek, zihnimizi geliştiren ve algılarımızı keskinleştiren bir süreçtir. Bu süreçlerden vazgeçtiğimizde, beynimizin doğal kapasitesi zamanla gerileyebilir.
Bu durum daha geniş bir sınıfsal ayrışmaya da yol açabilir. Belirli bir elit kesim, konvansiyonel öğrenimi ve eğitimi sürdürerek bilgi ve beceride mutlak bir üstünlük sağlayabilir. Toplumun geri kalanı ise makinelere teslim olmuş, tembelliğe yenik bir yaşam sürebilir.
Sonuç olarak, yapay zeka olağanüstü bir güç haline gelecek; ancak mesele, bizim ona nasıl bir rol biçtiğimizde yatıyor. Teslim mi olacağız, yoksa onu anlamlı bir araç olarak mı kullanacağız? Geleceği bu karar belirleyecek.
Beyza Cumbul: Film, müzik, yapay zeka, iç ve dış mimari, endüstriyel tasarım, özel projeler… Şahsen bu kadar farklı alanı aynı anda bu kadar iyi yöneten biri olmanı hayranlıkla takip ediyorum. Ama bir şeyi de merak etmeden duramıyorum: Hiç “Bunu yapamıyorum!” dediğin bir alan var mı? Örneğin, mutfakla aran nasıl? Yemek yapmayı sever misin? Ya da sporla aran nasıl?
Yalçın Konuk: Nazik sözlerin ve içten iltifatların için çok teşekkür ederim. Daha önce de söylediğim gibi, ben sadece kalbimin peşinden gidiyorum. Kalbim hangi yöne koşuyorsa, bedenim onun bir çalışanı olarak ona eşlik ediyor. Tutku ve arzu beni nereye götürüyorsa, oradayım. Bu alanlar genellikle görsel ve işitsel sanatlarla ilgili oluyor, ancak bazen sınırların dışına taşabiliyor.
Spor konusunda ise… Özellikle takım oyunlarında pek yetenekli değilim. Hızlı koşamam, yüksek zıplayamam, yani basketbol ya da futbol takımında kesinlikle “zayıf halka” olurdum. Ama bireysel aktivitelerde kendimi buluyorum. Koşmayı, doğada yürüyüş yapmayı çok severim. Kışın denizde yüzmek ve o soğuk suda kalmak ise bana hem zihinsel hem bedensel bir güç kazandırıyor. Beden terbiyesi benim için çok önemli. Rahata ve konfora fazla alışmanın insanı uyuşturduğuna inanırım, bu yüzden kendimi hep bir şekilde zorlamayı tercih ederim.
Yemek yapmaya gelince… Kesinlikle çok seviyorum! En favori yemeklerimden biri patates yemeği; sanırım bu sevgiyi rahmetli babamdan miras aldım. Ayrıca irmik helvası yapmayı çok severim. Evin içine yayılan tereyağı kokusu, beni adeta alıp götürüyor, bir tür terapi gibi. Yemek yemek büyük bir haz, hele bir güzel dostlarla yapılan yemek faslı ise bambaşka bir keyif.
Ama bir itiraf daha: İnsan yönetmek bana göre değil. Birine emir vermek veya direktiflerde bulunmak bana hep zor gelmiştir. Bir başıma çalışmayı bu yüzden çok seviyorum. Ama gerekli olduğunda kabuk değiştirebiliyorum 🙂
Beyza Cumbul: Söyleşime eşlik ettiğin için teşekkür ederek son soruma geçiyorum: Bu kadar üretken bir insansın; sürekli bir şeyler yaratıyorsun. Peki ya uyku? Ona zaman ayırabiliyor musun?
Yalçın Konuk: Ben milyon milyon teşekkür ederim, Melek Beyza.
Uyku, günümün en kıymetli anlarından biri. Eğer acil bir işim yoksa ve sabaha kadar çalışmam gerekmiyorsa, uykum geldiği anda hiç tereddüt etmeden yatağa geçerim. En az 7 saat uyumaya özen gösteririm.
Yaz aylarında ise uzun günlerin keyfini, Ege ve Akdeniz’e özgü o tatlı şekerleme geleneğiyle taçlandırmayı çok severim. Saat 14 civarında yaptığım bu kısa molalar genellikle 15 ila 40 dakika sürer ve bana adeta güne yeni başlamış hissi verir.
Beyza Cumbul