Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi biz öğrencilerinin deyimiyle ‘dıtcıf’, Cumhuriyetin ‘imparatorluktan ulus devlet’e geçme idealinin simgelerindendir. Tarihi ve kuruluş amacını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz. Ben size 1981-1985 yılları arasında öğrencisi olduğum ‘dıtcıf’ı anlatmak istiyorum. Çünkü biz darbe sürecinin yeni üniversiteli olmuş genç tanıklarıydık.
12 Eylül zihniyeti işe sözcüklerden ve kavramların içini boşaltmaktan başlamıştı, örneğin Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrim Tarihi olarak başladığım bölümün adı ‘devrim’ sözcüğü sakıncalı bulunduğundan daha ilk yıl bitmeden “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Ana Bilim Dalı”na dönüştürüldü. Devrim Tarihi derslerinin adı da “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” olarak değiştirildi. Sadece ‘devrim’ sözcüğü değil ‘Nâzım Hikmet, Karl Marx, proletarya, işçi, emek, Mao, Das Kapital, Che, hatta Ruhi Su, Şeyh Bedrettin, Varidat’ ve bunlar gibi pek çok sözcük, yazar, şair, kitap, şiir, gazete, siyasetçi, lider, düşünür yasaktı. Yasaklı sözcükleri okula her girişimizde tek tek kitap ve defterlerimizin yapraklarını sayfa sayfa kontrol ederek aradılar. Felsefe, sosyoloji bölümleri başta olmak üzere pek çok sol görüşlü genç tutuklandı, Mamak Askeri Cezaevinde yattı, bunu birden bire aramızdan kaybolan arkadaşlarımızın sıfır numara saç tıraşı ile aramıza döndüğü vakit anlardık. Nasıl bir korku ve baskıysa içerideki günlerinden hiç bahsetmezler, kaldığı yerden eğitimlerine devam ederlerdi.
Siyasî baskı o kadar yoğundu ki 6 Kasım 1981’de YÖK’ün kurulmasıyla hocalarımızın büyük bir bölümünün derslerde çok sert tepki verdiklerine tanık oluyorduk. Akademinin, bilimin, düşüncenin özgürlüğü içindi mücadeleleri, ya tutuklandılar ya da üniversitelerden uzaklaştırdılar, direne direne kaybettiler. Örneğin bizim bölümün hocaları 12 Eylül öncesi müsteşar Turgut Özal döneminin 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan yapısal dönüşüme şiddetle karşı çıkıyorlardı. Çünkü yakın geçmişte emperyalizmin pazarı haline dönüşen Osmanlı’nın çöküşü çok hızlı olmuştu. Kapitülasyonlar ve dış borçlar aracılığı ile batılıların kurduğu Duyun-î Umumiye, Reji İdaresi milli kaynaklarımızı yıllarca sömürmüştü. 12 Eylül darbesi yabancı sermayenin yaygınlaşmasını sağlayacak yolu kolaylıkla açıyordu. 1961 Anayasının getirdiği tüm özgürlükler iptal ediliyor, çift meclis sistemi 1982 Anayasası ile kaldırılıyor Cumhuriyet Senatosu tarihe karışıyordu.
Çok gençtik anlamaya çalışıyorduk okulda sol görüşlü ve ülkücü öğrencilerin eyleme dönüşmeyen gergin bir çekişmesi vardı. Bu yüzden okul yemekhanesinde çatal ve bıçak kullanmak yasaktı yemek yerken sadece kaşık kullanabiliyorduk. Solcu gençler okula Cumhuriyet gazetesi ile, sağcı gençler de Tercüman, Türkiye gazeteleri ile geliyor sağcı gençlerin elinden Necip Fazıl Kısakürek kitapları düşmüyordu.
Okulumuzun ilk bakışta fark edilen zıt bir öğrenci profili vardı. Birincisi daha çok Ankara yakınlarındaki köy, kasaba, kentlerden taşradan gelenler; ikincisi Ankara’nın varoş dediğimiz fakir gecekondularından gelenler, üçüncüsü eğitimli devlet memurları ve işçilerin oturduğu semtlerden gelenler, dördüncüsü kolej okumuş, çoğu Ankara’nın zengin semtlerinden çok az İstanbul, İzmir ve Adana gibi kentlerden gelenler. Son grup zengin ailelerin ‘şımarık’ -belki öykündüğümüzden öyle der, pek sevmezdik- çocuklarıydı ve sadece onlar okula özel arabalarıyla gelirdi. Bu zengin çocuklar filoloji eğitimi alırlardı. İngiliz, Amerikan, Fransız, İtalyan, Alman Dili ve Edebiyatı ile Tiyatro bölümünde yoğunlaşırlardı. Okulun tarih, coğrafya, psikoloji, sosyoloji, antropoloji, felsefe, arkeoloji vb. bölümleri aynı binada ders alırdık, filolojiler ve tiyatro yan binada, kütüphanecilik bölümü ise karşıda kütüphane binasındaydı, ders araları orta bahçe veya kantinde gruplar halinde oturur en çok da Zafer Çarşısı’na gitmekten hoşlanırdık. Hem ders notlarını uygun fiyata çoğalttırır, hem kitap bakar, hem çay içer sohbet ederdik en büyük lüksümüz buydu.
O yıllar biz kızlar annelerimizin diktiği pantolon, etek, elbiseleri giyer; kışın yine annelerimizin ördüğü güzelim el örgüsü rengârenk kazaklarımızla okula giderdik. Sonra birden bire ‘marka’ denen şeyle tanıştık. Kızılay’da giyim kuşam aldığımız iki önemli mağaza vardı Yeni Karamürsel ve Mine Mağazası. Onun dışında markalı giyim, ayakkabı, mont vb bilmezdik. Annelerimizin ördüğü kazak, diktiği etek modası hızla geçiyordu, ‘marka’ giriyordu yaşantımıza; bu arada çekilen ne kadar Türk filmi varsa disko ve disko müziği reklamı yapılıyor gençler tiyatrolar, sempozyumlar, konferanslar, seminerler yerine diskolara, markalara, tuhaf magazin dergilerine, renkli garip gazetelere yönlendiriliyor kızlar artık saçlarına fön çektirmeden okula gelmiyor, hava atmak isteyen gençlerin elinden yabancı sigara düşmüyordu.
Biz yine de belki hocalarımızın etkisiyle – Prof. Dr. Şerafettin Turan Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumunun son başkanıydı ve kurumu askerlere teslim etmemek için onurlu bir mücadele vermişti- olan biteni anlıyor toplumun Turgut Özal liderliğinde eski geleneksel ‘yerli malı haftası, tasarruf’ zihniyetinden tüketim toplumuna dönüştürülmesine tanık oluyorduk. Pek çok yabancı marka arka arkaya inanılmaz bir hızla hayatımızdaydı artık. Boş, politik olmayan memleketin sorunlarıyla ilgilenmeyen, Amerikan filmleriyle fikir hayatı şekillenen, düşünmeyen, sorgulamayan sadece tüketen nesiller isteniyordu , 12 Eylül ve Turgut Özal bu sürecin mimarları oldular.
Ne yazık ki bizim kuşak YÖK’ün ilk öğrencileri olarak 12 Eylül zihniyetinin Cumhuriyeti küresel ekonominin ihtiyaçlarına göre dönüştürme çabasını Cumhuriyet Türkiyesi’nin benimsediği misyon ve vizyonun önemli bir parçası olan DTCF’nin orta bahçesinden izlemiş kuşaktır.
Leman Deniz Yılmaz