Edebiyat dünyamız adına son derece nitelikli bir isimle, Çiğdem Erkal ile, söyleşi yapmanın mutluluğunu yaşıyorum. J.R.R Tolkien’den Yüzüklerin Efendisi, Kullervo’nun Hikayesi, Beren ve Luthien; Ursula K. Le Guin’den Batı Sahili Yılları ve Yerdeniz Serisi; David Eddings’ten Malloryon Serisi, Margerat Weis ile Tracy Hickman’dan Ejderha Mızrağı Destanı ile Efsaneler serisi. Yazarını ve kitaplarını zikrettiğim bu eserlerin tümünün çevirmeni olan, bu bağlamda edebiyatımıza kattığı zenginliği hiçbir şeyle karşılaştıramayacağımız Çiğdem Erkal’ı ilk etapta değerli bir çevirmen olarak tanıdık.
Uçan Mabet romanı ile bilim-kurgu türünde ilk romanını yazmış bir yazar olarak karşımıza çıkan Çiğdem Erkal, biz okuyucuları bu sefer yazar kimliğiyle heyecanlandırdı. Yerli bilim-kurgu ve fantastik türde son yıllarda başlayan hareketliliğe konusu, kurgusu, anlatımı ve yarattığı dünya ile önemli bir katkı sağlayacak olan Uçan Mabet kişisel bir öykünün paralelinde, özünü kaybeden bir halka yardım etmek isteyen insanların mücadelesini distopik bir atmosferle bizlere sunmakta.
2019 yılı itibariyle bilim kurgu ve fantastik dünya edebiyatı üzerine yazan yerli yazarları destekleme mottosuyla İthaki Yayınları bünyesinde kurulan Pangea Kitaplığı’nın ilk bilim kurgu eseri olan Uçan Mabet sadece bu türün meraklıları tarafından değil edebiyat tutkunu her okuyucu tarafından ilgi göreceğine canı gönülden inanıyorum.
Uçan Mabet’i okuyun lütfen. İçtenlikli cevapların verildiği bu çok güzel söyleşiyi de tabii 🙂
– Sizden başlamak istiyorum. Girit kökenli oluşunuz, 1 yaşından itibaren İzmir’de yaşıyor olmanız ve 20 yılı aşkın süredir Kızlarağası Hanı’nda sahaflık yapıyor olmanız ilgimi çekti. Sahaflık yapıyor olmanız başlı başına çok güzel bir şey zaten. Edebiyatla olan bağınız ilk ne zaman başladı? Kitaplara olan ilginiz çocukluğunuzdan beri var mıydı?
Çiğdem Erkal: Sahaf dükkanımı ne yazık ki üç yıl önce kapattım ve İstanbul’a taşındım. Aslında sahaflığa hâlâ devam ediyorum. Artık biliyorsunuz internet üzerinden satış yapmak mümkün.
Edebiyat ve kitaplara ilgim çocukluğumdan başladı tabii ki. Hatta dinlediğim masallardan. Ya da masalları gerçekten dinlemişim diyelim. Bende karşılıklarını bulduklarına göre. Sonra okuma yazma öğrenince de bir daha kitapları elimden bırakmadım. Küçükken babam İstanbul anılarını anlatırken, hep Sahaflar Çarşısı’nı anlatırdı. Benim için İstanbul’un en gizemli ve en ilginç köşesi orasıydı. Hayalimde o kadar büyütmüşüm ki İstanbul’a gelip de koşa koşa gittiğim Sahaflar Çarşısı’nda büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım.
– Bu bağlamda çeviri yapmaya ilk ne zaman karar verdiniz ve başladınız bunu da sormak isterim. Çiğdem Erkal dendiğinde ilk akla gelen özelliğiniz çok iyi bir çevirmen olduğunuz çünkü. Tesadüf müydü çeviri macerasına başlamanız yoksa bilerek, isteyerek mi yabancı metinleri çevirmeye başladınız?
Ç.E: İlk çevirimi sanırım lise ikide yapmıştım. Kuzenim amatör bir tiyatro kulübündeydi. Hiç oynanmamış bir oyun oynamak istiyorlardı. Ben de İonesco’nun “Amedee or How to Get Rid Of It” adlı piyesini çevirmiştim. Tabii ki cahil cesareti, çünkü eser aslında Fransızca, ben İngilizci tercümesinden, tercüme etmiş olmuştum ama o sıralar bunun farkında değildim. Ama başka bir piyes seçtiler. Yani ilk çevirim böylece heba olmuş oldu ?
Çeviriye tesadüfen başlamadım. Hep yapmak istediğim bir şeydi.
– Çevirilerinize baktığımızda hepsi birbirinden değerli: J.R.R Tolkien’den Yüzüklerin Efendisi, Kullervo’nun Hikayesi, Beren ve Luthien; Ursula K. Le Guin’den Batı Sahili Yılları ve Yerdeniz Serisi; David Eddings’ten Malloryon Serisi, Margerat Weis ile Tracy Hickman’dan Ejderha Mızrağı Destanı ile Efsaneler serisi. Öncelikle bir okuyucu olarak teşekkür ederim, çünkü konusu, dili ve sıfırdan yaratılan dünyalar (Orta Dünya) açısından çok zor eserler bunlar. Mesela Tolkien yarattığı Orta Dünya evreni için yepyeni bir dil yaratıyor, sıfırdan. Siz de sıfırdan yaratılan bu dili çeviriyorsunuz. Nasıl bir süreçti sizin için; zor muydu yoksa hayır çok ciddi bir zorluk yaşamadım diyebilir misiniz?
Ç.E:Zorluk, göreceli bir kavram. Bana zor gelmedi ya da zorluğunu hissetmedim, diyeyim. Kolay değildi ama zorluk yük değildi. Bu insanı doyuran, insana bir şeyler katan bir zorluk. Haybeye bir zorluk değil yani. Uğraştım evet ama zorlanmadım sanırım. Daha basit ve sıradan, çalakalem yazılmış metinler daha çok yoruyor beni.
– Bilim-kurgu ve fantastik eserleri çevirmeyi özellikle mi istediniz? Eğer böyleyse nedeni nedir bunun? Yani bu türlere merak mıydı bunun sebebi yoksa sektörde ihtiyaç vardı ve bu şekilde mi yönlendiniz? Çünkü bu iki türün çevirisini yapan kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Hem de yukarıda da belirttiğim gibi zor edebiyat türleri olduğundan bu eserleri çevirebilmek güç olabiliyor.
Ç.E: Masalları sevdiğim için bilim kurgu ve fantastik edebiyatı da seviyordum tabii ki. Özellikle öyle olsun diye başlamadım. Denk geldi. Ama kainatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını düşündüğüm için bu “denk” gelişin de tesadüf olmadığına inanıyorum. Çağırdım herhalde, ne bileyim.
– Uçan Mabet. Bilim kurgu türünde ilk romanınız. Sizi bu türde bir ilk roman yazmaya iten sebepler ne oldu? İçimde birikenleri ben de bir bilim-kurgu eserle dışarı çıkaracağım mı dediniz?
Ç.E: Masalların şöyle bir özellikleri olduğunu düşünüyorum: Masallarda (ve bilim kurgu ile fantastik yazılarda) doğruları dolaysız ve bazı “gerçekler” ardına gizlenmek zorunda kalmadan söyleyebiliyorsunuz. O açıdan içinizde oluşan, dimağınızda şekillenen hisleri aktarmanın ve paylaşmanın en eğlenceli, en dolaysız hali gibi geliyor bana. Yazdığım romanlar da biraz çevirilerim gibi sanki, yani sanki onlar kendilerini yazdırıyorlar da ben onların meramlarına tercüman oluyorum. Eğlenceli bir süreç. En eğlencelisi de böyle galiba.
– Uçan Mabet’te siz de yepyeni evrenler toplumlar yaratıyorsunuz. Tayo’lar, Yaft’lar, Kocabaşlar halkı var. Araçlar var, Uçanaletler isimli. Yaratılan dünya bambaşka ve yabancı fakat aşina olduğumuz şeyler var. İnsanların korkuları, refleksleri, istekleri, endişeleri; entrikalar, çekişmeler, çatışmalar, ilişkiler, aşklar aynı. Uçan Mabet’te yapmak istediğiniz tam da bu muydu? Yani yakın gelecekte böyle bilim kurgu evrenleri olacak ama insan davranışlarının ve duygularının özü değişmeyecek.
Ç.E: Hayır, yakın gelecekte böyle bir evren olacak demiyorum. Böyle bir evren vardı, var ve var olacak diyorum aslında. Dünya gibi. Kehanette bulunmuyorum. Tarih de anlatmıyorum. Ya aslında biliyor musunuz, herkes ne anladıysa o. Herkesin anladığı kendi aleminin gerçeğini besler. O yüzden, “ben şöyle yaptım, böyle yazdım” demek bence çiğlik. Herkesin kendince kendi anladığı doğru. Ben, başka bir şey anlatıyorum zannetmişimdir belki ve aslında bambaşka bir şey anlatmışımdır. Hikaye, benim aracılığımla yazılı olarak vücut bulduktan sonra artık bana ait değil. Kendi bir varlığı var.
– Uçan Mabet için distopya türünde diyebiliriz. Sizce distopya, ütopyanın karşısında duran bir tür mü? Roman özünü kaybeden Yaft’ları anlatıyor. Ve onlara yardım için gelen Tayo’ları. Salt distopik değil, ütopik çağrışımları da var hikayenin sanki ne dersiniz? Bu iki karşıt tür birbirinden besleniyor olabilir mi acaba aynı zamanda bunu da merak ediyorum aslında?
Ç.E: Distopya olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir bakış açısıyla cennet dışındaki her yer distopik bir yer olurdu. Bir dünya sadece. Kendi gerçeklerini yaşayan. Bir yanlış anlaşılma olmasın, Yaft’a giden diğer insanlar ağırlıklı olarak Sünbüle gezegeninden ve kimseye yardım etmeye gitmiyor. Bir hata sonucu kendilerini burada buluyorlar. Orada olmamaları gerektiği halde ve sonra olaylar gelişiyor. Yani kimse kimseye yardıma gitmiyor.
Bilim kurgu eserleri distopik ve ütopik olarak ikiye ayırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum zaten. Demin de belirttiğim gibi Yaft bir dünya ve orada yaşananlara tanık oluyoruz sadece. Zaten sonu bence umut verici.
– Romanda “Taş” nesnesine çok atıf var. Mesela kitabın henüz giriş paragrafında; “(…) Bu basit soru, sessizliğin mutlak boşluğuna atılan bir taş gibi hepsini yeniden harekete geçirdi.” ya da “Taşın makamını yakala.” diyorsunuz. Taş, Uçan Mabet’te neyi ifade ediyor?
Ç.E: Hahaha. Güzel bir gözlem. Fakat bunu yapmam. Yani kimseyi yönlendirmek istemem. Herkes kendi sonucuna kendi varsın. Tabii benim de kafamda bir şeyler var ama o sadece beni bağlar.
– Türkiye’de fantastik ve bilim-kurgu türü belli bir kesim tarafından çok sıkı takip edilmekte. Özellikle çeviri eserler yani yabancı edebiyatta bu böyle. Yerli bilim-kurgu ve fantastik tür ya hiç bilinmiyor ya da yabancı eserleri takip edenler yerliye de aşina olabiliyor. İthaki Yayınları bünyesinde oluşan Pangea Kitaplığı bu bağlamda yerli yazarların kitaplarını yayınlayıp, bu alanın varlığında önemli rol oynamaya başladı. Katılır mısınız bu iki türün sadece belli bir kesim tarafından çok sıkı takip edildiğine yoksa hayır, meraklısı gittikçe artıyor ve yeni nesil bu türde çok iyi eserler verecek ve okuyucularımız gün geçtikçe artacak diyebilir misiniz?
Ç.E: Bilim kurgunun edebiyat olup olmadığıyla ilgili çok sayıda yazı var. LeGuin’in bu konudaki düşüncelerine katılıyorum. Yani edebi bir tür olduğu konusuna. Uzun zaman bilim kurgu edebi bir tür olarak bile kabul görmemiş. Küçük görülmüş. O yüzden tabii sanırım okuyucu kitlesi biraz daha az. İnsanlar masallardan korkuyor. Bence iki ana nedeni var (birçok diğerinin yanı sıra) Birincisi, masallardan zevk aldıklarını itiraf ettiklerinde “çocuk” olmakla suçlanmak, ciddiyetlerini yitireceklerini zannetmek, itibarlarının zedeleneceğinden korkmak. İkincisi ise doğruların yüzlerine daha sert çarpıldığı için, doğruları kabul etmek zorunda kalmaktan korkmak.
Valla okuyucu kitleri artar mı eksilir mi bilemem tabii ama artmasını isterim.
– Bu türde bir kitap daha okuyabilecek miyiz sizden? Yakın veya uzak gelecekte yeni kitaplarla ilgili düşünceleriniz var mı?
Ç.E: İnşallah.
– Teşekkür ederim.
Ç.E: Ben teşekkür ederim.
Aynur Kulak