Taşranın toplumsal destanı: “Yaşanmış Taşra Öyküleri”

"Şair ruhu “ben” lerinden söz eder biteviye… Kendi(si)nin renkli bir dünyası vardır. Zaman, mekân, sosyal çevre ile birlikte duygu ve düşüncelerini geleceğe nakletmek ister. Dış dünyaya belli duyular arkasından bakılması: Aşk, sevgi ve melânkoli lirik bir hava yaratır."

0

            Nedret Gürcan “Yaşanmış Taşra Öyküleri”ni hem hüzünlü, hem çarpıcı, hem sevecen, hem de mizahî bir üslûpla yazmış. Hayatı ve insanı, insanın hayat içindeki perspektiflerini o kadar derinden kavrıyor ki, ilçesindeki yaşananları: Sosyal, düşünsel, politik hareketlerle birlikte, hayatın özellik ve güzelliklerini daha etkili anlatma endişesi, onun betimleme; anlatımına derinlik ve içtenlik katıyor. Gürcan, seçtiği karakterlere hayat ve insanlar hakkındaki düşüncelerine dış dünyaya ait “somut” izlenimler katıyor. Düşüncelerin  duygu ile yüklenmesiyle öykü yönüne yaklaştırıyor. Öykü kahramanı ile kendi (bireysel) yaşantısına da yer veriyor. Anlatılanlar “anlatıcının” özel yaşantılarından, gözlemlerinden doğuyor. Yazarın dünyası, gözle görülür, kulakla işitilir bir dünyadır.

            Yaşantılar (yaşam kesitleri) sürekli bir gelişim ve değişim içindedir. Küçük taşra ilçesinde ( Dinar ) kesintisiz bir devinim içinde olaylar, kişiler, insanlık durumları sürer gider. Yazar yaşanmışlıkları/yaşananları odak figür olarak kendisini de alarak çok doğal, yalın, yer yer lirik bir anlatımla baştan geçenleri okurla paylaşır. Diyebiliriz ki, Nedret Gürcan’ın hayatı; tedirginlikleriyle, gürültüleriyle, sevinçleriyle, hüzünleriyle, usançlıklarıyla, bıkkınlıklarıyla, yılgınlıklarıyla, bedbinlikleriyle, sıkıntılarıyla, bezginlikleriyle, çöküntüleriyle, hastalıklı korkularıyla serüvenli bir mücadeledir. Başka bir deyişle, yaşamın monotonluğuna katlanma, yorgunluğun, zorunluluğun yol açtığı çok yönlü var oluşun dayanılmazlığı veya “hayatın esiri” olan insanlık durumudur.

            O, “taşranın gri aydınlığında” (Vurgu benim. Ş.Ö.) kendisini edebi ve sanatsal yönden beğendirme/beğenilme çabası içindedir. Yanı sıra, olaylar içinde yaşayan bir insanın “iç dökmelerinde” de içtendir, duygusaldır, cana yakındır. Bazen taşranın değişmez yazgısı olan: “taşra sıkıntısı ”onu başkaldıran bir insan davranışına büründürür. Yaşamın kalıplarına sığmayan özgür bireyci anlayışını sürdürür. Dünyayı alttan alta bir “tî”ye alış vardır sanki. Ama “tî” gerçekte toplumsal bir karşı çıkıştır. Öte yandan şair ruhu onu tedirginliklere, yalnızlıklara, umarsızlıklara sürükleyecektir. Ama  içindeki yaşama sevinci, direnci, heyecanı onu sürekli hareketli kılar. Kurulu düzenin aşılmaz bendini seller gibi aşmak, biçimlerini değiştirmek için ulusal çözümler arar kendince…“Büyük erdemleri koruyan küçük özenlerdir” diyecek kadar da içindeki yangını söndürme becerisini gösterir.

            Şair ruhu “ben” lerinden söz eder biteviye… Kendi(si)nin renkli bir dünyası vardır. Zaman, mekân, sosyal çevre ile birlikte duygu ve düşüncelerini geleceğe nakletmek ister. Dış dünyaya belli duyular arkasından bakılması: Aşk, sevgi  ve  melânkoli lirik bir hava yaratır.

            Nedret Gürcan “Yaşanmış Taşra Öyküleri”nde yer alan kahramanlarını ve çevresini gerçekçi bir gözle, iç gözlemle, izlenimle ayrıntılı olarak betimler. Dünün dünyasında yaşananlar uzak, ıssız taşra kentlerinde hemen hemen birbirleriyle –sosyolojik bir değerlendirme ile ilintilidir. Sözgelimi, eğlence kervanları: Gezginci tiyatro trupları/ topluluklarının geçmiş yıllardaki Anadolu turnelerine ilişkin temsillerine katılan oyuncuların serüvenlerini anlatır. Bu durumu Tarık Dursun K. da “O Şehir Senin Bu Şehir Benim” adlı kitabında söz açar.” Ş.Ö.), konserler, güreş müsabakaları (“deve, boğa, koç, horoz dövüşleri…”), sihirbazlar, cambazlar vb. eğlenceye yönelik organizasyonlar taşra kentlerinin vazgeçilmezleri arasında yer alırdı. Unutmadan yazalım, lunapark: kırık dökük atlı karıncaları, yamru yumru olmuş çarpışan otoları, uçan sandalyeleri, sigaraların üzerine kasnak atmalar, tüfek atışları, piyangoları, sihirbazları: “Abrakadabra, Zati Sungur” ve nice gönül çelenler hep bir arada ya çadırdalar ya da sinema salonlarının sahnelerinde arz-ı endam ederek marifetlerini seyircilere sunar, bolca alkış toplarlardı. Hikâyeci Mustafa Kutlu’nun vurguladığı gibi, “Ne kadar çaptan düşmüş olsa da bu gibi eğlence kervanları, kasabaların (küçük taşra kentlerinin Ş.Ö.) durgun bir gölü andıran kıpırtısız hayatını dalgalandırır.” (M. Kutlu, Uzun Hikâye, s. 76)
            Yine Kutlu’nun benzetmesiyle: “Taşranın o unutulmuş, kavun (kırlangıç: küçük kavun Ş.Ö.) kokulu taze çökelek (tarhana, salça, pekmez, sirke… Ş.Ö.) kokulu günlerinde”; bununla birlikte, yazlık sinemalarda Türk-Amerikan ve Hint filmlerinin revaçta olduğu o unutulmaz güzelim günlerde…

Taşrada yaşamanın, taşrayı duyumsamanın bedeli; “bir ömür törpüsüdür…”

                                                                                    “Ah bu küçük kasabalar
Her biri bir gizli sevda cehennemi.
Karşılıksız aşkların törpülediği gençlik.”

Mustafa Kutlu

            Hayatın akışını belirleyen coşkunluk, heyecan, tutku (imgelem/duyarlık), aile/iş/toplumsal ilişkiler ve serüvenler insanoğlunun yaşadığı dünyada vazgeçilmez hayat sahneleridir. Taşrada yaşamanın, taşrayı duyumsamanın ve taşraya özgü yaşam biçimini tüm gerçekleriyle gün yüzüne çıkartan ve en önemlisi yerel tarih bilincini; “geçmişin sesini”, soluğunu bütün boyutlarıyla ortaya çıkartmanın önemini de düşünürsek Nedret Gürcan; bir ömür boyunca yaşananları kahramanlarıyla birlikte bir film şeridi gibi gözlerimize, belleklerimize sunuyor.
            “… Benim yaşamımın tümü Anadolu’nun bir ilçesinde (Dinar), kültür merkezlerinin uzağında geçti.” (1) diyen yazar, meselenin can alıcı noktasında şunları dile getirir: “Taşrada yaşamak aslında bir marifet, bir özellik de değil. Hele hele bir memuriyet nedeniyle yaşanan birkaç yıllık taşra hiç değil. Üstelik, ancak ikindi güneşi kadar yakan kitaplar dolusu öykü, roman, şiir ve anı çıkarma kolaycılığı da…” (2)
            Esas meselenin “bam telini” şöyle tespit eder ki, bence en doğrusu da budur: “Taşra birkaç kez gidilen, görülen yer de değildir; ‘taşra’ uzun bir zamandır; bir ömür törpüsüdür… Salt görmek, seyretmek yetmez; katılmak, yaşamak gerekli. Bizim buralarda bir atasözü şöyle der: “Koç benim olsun da, kuyruğunu öyle okkalayayım!..” (3) der.
            Nedret Gürcan, “Benim Sevgili Taşram” diye nitelediği Dinar’ın sesini, soluğunu, yaşananları, unutulmaya yüz tutmuş renkli simaları, bütün evreleriyle ve fotoğraflarıyla ilçenin kültür tarihi içinde geçirdiği geleneklerini/göreneklerini/folklorunu gri, donuk, sisli sepya fotoğraflarıyla, şiirsel bir anlatımla okura sunar. Başka bir deyişle, insanların duyarlık ve imgelemlerini bütün görünüşleriyle çizer. Dahası, çoğu zaman hayhuy içinde geçen çocukluk, ilk gençlik (yeniyetmelik) ve ergenlik dönemlerini, yaşantılarını, izlenimlerini, yaşama içgüdüsünü derinliklerinden gelen duygulara, duygulanımlara ve yerel renklere/motiflere önem verir.

            Bir yanda duygunluk, geçmişe özlem, tabiat ve yaşam kültürü; diğer yanda ise edebiyat ve sanat ortamı ile buluşmak, konuşmak, tartışmak için büyük kente doğru çevreden kaçış… İlk İstanbul yolculuğu… Realist bir bakış açısıyla bütün olaylar gerçek; bütün söz edilen kaynak kişiler yaşamış veya bu dünyadan göçüp gitmiştir. Suyla gelen uygarlık ve çeşitli uygarlıkları içinde barındıran Dinar’ın kültür tarihi içinde ilgi çekici ritüellerini  bireysel derinliklerine inerek ne güzel açıklar. Onun için gerçek ve yaşanmış olaylardan yola çıkarak “Benim Sevgili Taşram”ın bir devamı olan “Yaşanmış Taşra Öyküleri”ni kaleme alıyor. Anlatılanlara biçim veriyor, biraz değiştiriyor fakat olan bitenlerin çoğu olmuş ve yaşanmış olaylar… Kitabın kimi bölümleri anılara, bellekte iz bırakanlar; kimi bölümleri akıcı bir üslûpla “anlatıya” dönüşüyor.  Dinar’ın kendine özgü renkli simaları: Mihriban, Cennet Kız, Terzi İsmail Diker, Alabayram, Bir Masal Adam (Bayram Ali Veziroğlu), Ali Rıza Karakaya, Vehbi Dayı ve Oğulları, Gani Çınar, Dinarlı Mehmet Pehlivan, Biberci, Dede Esmer… Öykülerin genel akışı içinde ortaya çıkıyorlar.
            İnsanların oto portreleri o kadar güzel çizilmiş ki, ister istemez onlarla konuşmak, görüşmek istiyorsunuz. Yer yer hüzünleniyorsunuz; kimi zaman kendinizi kaptırıyor, anlatıcı ile birlikte gülüyor, gülümsüyor, kimi zaman da kahkahalarınız boşlukta yankılanıyor. Yazarın gözlemleri, benzetmeleri, yerel ağzı, metaforları güçlü bir ironi niteliğini taşıyor. Mizahi yönüyle insanları ve olayları tatlı tatlı anlatıyor, gerçeklerle örülü, yapaylıktan, yapmacıktan uzak bir hayat, hayat içinde insanlar… Doğaldır ki, bu çevrede ve hayatta yazarın “varlığı” da söz konusudur.
            Yazarın yaşadıkları ve bireysel derinliği, ilgi çekiciliği kendini gösteriyor. Sevinçleriyle, hüzünleriyle, pişmanlıklarıyla, kırgınlıklarıyla, kızgınlıklarıyla karşımıza şair, gazeteci, politikacı, iş adamı kimliğiyle Nedret Gürcan’ın öz yaşam öyküsüne tanık oluyoruz. Oluyoruz da ne? Bu kez yazar, kendisini de eleştiriyor, sorguluyor, sorular yöneltiyor. “Siyam-ı kaza okları”nı kendine çevirir. Yazarın bu davranışı, nesnelliği, realistliği öykülerinin etkinliğini artırıyor.
            Nedret Gürcan bir gönül insanıdır. Gani gönüllüdür. Eli açık, cömert,  içtendir… Daha doğrusu, bir taşra insanında varolan hayata: Sevecen, alaycı, biraz da kızgın gözlerle bakıyor. Özellikle politikada; sanat ve edebiyat ortamında tanıştığı politikacı, şair, yazar ve ressamların, rejisörlerin bazılarını eleştirir. Bir ömür boyunca yaşadığı, siyasi dargınlıkları, tutarsızlıkları, ilgisizlikleri, vefasızlıkları ve kimi olayların altını çizerek, eşeleyip gün ışığına çıkarıyor.

“Taşradan İnsan Yüzleri”

“erguvanlar geçip gittiler bahçelerden
geriye sadece erguvanlar kaldı”
Hilmi Yavuz

            Nedret Gürcan, küçük taşra ilçesinin çok yönlü bir bireyidir. Öykülerden öğrendiğimize göre, bütün hayatı süresince bir şeyler yapmayı, bir şeyleri halkına duyurmayı, göstermeyi kendine amaç edinmiş bir kişiliktir. İlçede yapılan etkinliklerin hemen hepsinde o vardır. Bir koşuşturmaca içindedir. Bütün heyecanını, iradesini harekete geçiren yaratıcı etkinliklerin içinde kendini bulur. Yalnızca duygu ve düşüncelerinin öncülüğünde değil, eylemlerinde de “ben de varım” demek ister. Bir ruh ve beden içinde gerçeğe ulaşmak ister. Hangi gerçeğe: “Taşrada şiirlerle ve sevdalarla yaşamak” ister. 1950’lerin başlarında romantik duyguları “terennüm” etmeye başlar: “Rezzan’lı kopkoyu bir başka sevda gelmişti başıma. Anlatılmaz güzel günlerimiz olmuştu. (…) Günlük küçük ayrılıklar bile üzerdi beni.” (s. 16) der. Aşkın, sevdanın ve özlemin hüzünlerini bir bir anımsar: “… sevgi adına, yalnızlığın ışıklı dostlarına yıldızları anlatırdım… Mızıkamdan çıkan ezgiler, yüreğimi karşı balkondaki sevgilinin yüreğine taşırdı… ” (s. 18) demekten kendini alamaz. Sevgili için İstanbul’a gelir. “Uykusuz son gecenin şafağında da sabah oldu, pencereye durup yeniden baktım İstanbul’a… Taksim’e kadar yürüdüm, meydanın orta yerinde durdum, tam bin kere ‘Olcaaay!’ diye bağırdım” (s.23) Ve taşradaki yaşamına döner. “70’li, 80’li, 90’lı yıllardı… İyice palazlanan taşra baskısıyla işte o yıllarda tanışmıştım! Nice soluklarla, nice özverilerle bu dünyamdan kimler geldi, kimler geçti” diye bir vicdan muhasebesi yapacaktır. Artık yaşlanmanın girdabına giren insan fizyonomisinin inişe geçtiğine hayıflanır, hüzünlenir, oturur geçen zamanı, insanları ve nesneleri bir bir hatırlamaya koyulur.

            O unutulmaz güzelim günlerde anlatıcı dış dünya ile bir an önce bağlantısını keser, kendi içsel duygulanımlarına geçer. İlk gençlik yıllarına döner ve anıların sisli perdelerini kaldırarak şunları dile getirir: “… Her çocuk büyüyünce, başka kentlere gider döner, çok şeyin değiştiğini görür. Yaşadığı kentin bayramlarını anar, arar anlatır : ” Bizim çocukluğumuzda…” Yeni giysiler giydiğini, pabucunu, çorabını… Kapsül patlattığını, salıncağa bindiğini, faytonla kentin sokaklarında gezdirildiğini, kapı kapı el öpüp  para topladığını… Avuç avuç boyalı şekerleri ağzına doldurup gırç gırç sesleriyle yediğini…” (s. 27) anıların ışığında anlatır.
            Ve anlatıcı devam eder: “Ben Dinar Bandosu’nu ilkokul yıllarımda (1938-1942) tanıdım ve çok etkilendim. (…) Bu bando kırk bir kişilik kadrosuyla ilçenin cadde ve sokaklarından geçerken marşlar çalardı. Mahallenin tüm çocukları, toz duman bandonun ardına takılır, yürürdük.” (s. 30) Dinar Bandosu hakkında ilgi çekici bir tespiti gözler önüne serer: “Dinarlılar her bakımdan Ispartalılara göre biraz farklıydı, daha çağdaştı.(…) Demirel bunları ve bandoyu kıskanıyordu!.. (…) ‘Ali Çavuş Bandosu’ diyerek yükleniyordu.” (ss. 34, 35) Şair Ece Ayhan’a bir gönderme yaparak onun Kitaplık dergisinde çıkan bir yazısında şunları yazdığını belirtir: “Biz, 24 Ocak 1980 kararlarını New York Filarmoni Orkestrası çalsın için almıştık. Bunlar ise Dinar Bandosu’na çaldırıyorlar!” dediğini anımsatıyor. (…)” (s. 36)

Nedret Gürcan’la "Yaşanmış Taşra Öyküleri" üzerine Şener Öztop‘la sohbet.

            “Dinarlılar bu sözü duyduklarında önce çok üzülmüşler, sonra çok düşünmüşler, daha sonra da, “Bize şaka yapmış yahu” diye kahkahalarla gülmüşlerdi!”
            Nedret Gürcan, gençliğinin ilk döneminde yaşadığı platonik aşkını hatırlar ve oradan hayat sahnelerini bir bir  anımsamaya çalışır: “… İzmir’deki öğrenim yıllarımdan sonra taşra beni bunaltıyor. İşten fırsat buldukça kendimi sokağa atıyor; istasyona, parklara gidiyordum… Yeni arkadaşlar edinmiştim.” (s. 43) “Pastırma yazını yaşıyorduk. Adı Mihriban olan bu kıza kendimi göstermek için yeni yollar deniyordum.” (s. 48) “Yaşamım birden değişmişti, Mihriban’ların oturdukları ev, bizim eve tam sekiz yüz adımdı… Penceredeydi ve gözleri sokaktan gelip geçenleri izliyordu.” (s. 49) “Mihriban’a âşık mı olmuştum yoksa?” (s.53) “Taşrada buna gereksinim duyulduğunu o da görmüş olmalıydı. Onun için öyle güzellikler düşünüyordum ki, ah bir kez konuşabilseydim…” (s. 54)
            Yaşamını süsleyen gençlik günlerinin saf ve temiz duygulanımları içinde: Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ı çağrıştırmasıyla şöyle der: “Elli yılı geçti; o karanfillerin kokusu elimden hiç çıkmadı.” (s. 62) Anlatıcı devam eder: “… Her yağmurdan sonra gördüğümüz, gök gürültüleri kesildikten, yağmur dindikten sonra gökyüzüne bakarak sevgiyle seyrettiğimiz ‘eleğimsağma’  mı  oldu yoksa? Adı ‘Mihriban’ olan o kız…” (s. 63)
            Ve tekrar içsel duygulanımlarına döner: “sisler arasında beliren bir masal gemisi gibi” şunları dile getirir: “… Ortaokulda, son sınıfta resim öğretmenimiz Bedia Hanım’dı. ‘Güzel’ sözcüğü size neyi, neleri çağrıştırıyorsa o öğretmen de öyleydi. Onun derse girmesini bekler, onu gördüğümde heyecana kapılır, etkilenirdim.” (s. 131) “Onun portre resmini hayalden yapmak için günlerce çalıştım, çırpındım. Yapamadım. Onsuz olmuyordu… Aynanın önüne koymuş olduğu o resmi yaptığım kalem elimdeydi, önce öptüm, sonra kırdım! Parçalarını oturduğu ağacın altına bıraktım!.. Uzun yıllar bir daha hiç resim yapmadım.” (s. 136) Sevgili öğretmen ne yazık ki, bir trafik kazasında yaşamını yitirecekti genç yaşta…
            Öyküler içinde renkli bir sima vardır: Nam-ı diğer “Biberci”… “Hoşlanmadığı adamlara zeka yumağından tel tel öyle makaralar sarıyordu ki… ” (s. 267) diye anlatıcının tanımladığı Biberci, Dinar’ın güzel bir mesire yeri olan Fakir Baykurt’un sevdiği ‘Suçıkan’da Fakir Baykurt, Osman Akol, “Ne iyi ettin de çağırdın Biberci’yi,” derler bu canlı sohbetlerin ardından.
            “Kuvvetiyle bir söğüt ağacını kökleyebileceğini, tren yolu raylarını bükebileceğini…” söylerlerdi diyen anlatıcı Dinarlı Mehmet Pehlivan’dan söz açar. Güzel bir benzetmeyle şöyle yazar: “Şair okunarak, pehlivan seyredilerek yerleşir insanların gönlüne ve belleğine. Şair için bu durum, pehlivanın fark edilmesinden çok daha güçtür…” (s. 247) dedikten sonra sözü Aziz Nesin’e getirerek onun Nedret Gürcan’a gönderdiği mektubunda şunları yazar: “Biz, Habeşistan Savaşları’na kadar Adisababa denilen yerin nerede olduğunu bilmiyorduk. Şairler Yaprağı’ndan sonra seni ve Dinar’ı öğrendik. Senin ilçen, neden bir pehlivanın adı ardına takılır anılır, anlamam; ortada bir şair varken!..” (s. 247)

            Taşranın ıssız, gri, puslu, yağmurlu, karlı günlerin getirdiği yaren sohbetleri bir başkadır. “Gezek gütmeler” yerel yaşantının bir gereğidir, bir yaşam biçimidir. Nedret Gürcan, bütün bunlardan iyi yararlanmış. Çeşitli renkli simaları, karakterleri/tipleri öykülerine konu edinmiş. Bizim burada hepsini anlatmak, tanıtmak ve değerlendirmek mümkün değil, ama mümkün olan bir şey varsa o da okurun “Benim Sevgili Taşram” ve onun bir devamı olan “Yaşanmış Taşra Öyküleri”ni okuması, okuması ile birlikte, kendi yaşantısından kesitleri görecek ve duygulanacaktır. Ve şöyle içinden bir soru yöneltecek kendisine: “Kendimi bulunduğum yerden, taşra öykülerinde yer alan mekâna nasıl gidebilirim? “

Sonuç yerine

            Nedret Gürcan, “Kentler, göçüp gidenlerin bıraktıkları anılarla yaşamını sürdürecektir.” (s. 233) diyor. Sosyo-kültürel bir değerlendirme ile geçmişin sesini, kültürünü bu günlere getirmek, nakletmek, yazılı/yerel/kişisel tarih adına önemli bir kitap: “Yaşanmış Taşra Öyküleri”. Dünün dünyasını meydana getiren insan toplulukları bugünün dünyasının oluşmasını, gelişmesini sağlamıştır. Nice insanlar bu dünyadan gelip-geçmişler; özlemleriyle, tutkularıyla, üzüntüleriyle, sevinçleriyle zaman tünelinden yol alıp gitmişler. Yaşam(an)ın hakkını vermek, amaçlı olmak, yaşama iz bırakmak, mutlu olmak için yazılanlar hep bunlar diyorum!..
            Nedret Gürcan’ın “Yaşanmış Taşra Öyküleri”ni okuyunca bu arzusunu yerine getirdiğini, üstelik bu sevinci, yaşanmışlıkları anlatarak okuyucularıyla paylaşmak istiyor. Bu öykülerde o var. Onunla bir ömür boyu insanlık tragedyasında birlikte yaşayanlar var! Hep canlı, içten, saf ve temiz küçük dünyalarında geçirdikleri serüvenleri anlatıyor bizlere… Onlarla birlikte yolculuğa çıkıyoruz.
            Yaşanmış Taşra Öyküleri”nde bir Nedret Gürcan keyfi, humoru var. Hem kendi yerel ağızla bu işin keyfini çıkarıyor, hem de okuyucular. Öykülerin bir başka özelliği de anlatım güzelliği. Keyifli; tatlı tatlı anlatıyor yazar. Mizahın derinliklerini, inceliklerini, “kıssadan hisseler” biçiminde ne güzel veriyor! Gülüyor, gülümsüyor ve düşünüp kalıyorsunuz. Okur da kendini kaptırıp gidiyor. Yerel ağızla bizlere Ege yöresinin konuşmalarını, deyimlerini bu günlere taşıyor. İyi de ediyor. Unutmamak, unutturulmamak adına!..
            Söz gelimi, Tingildemek (“ilçede halk dilinde, çenesini tutamayan, izinsiz lafa karışan” anlamında kullanılan). “Çok yaşa, odalar döşe!” (s. 69), “kül keşkek” (s. 109), “Sürünmeyi ve eğilmeyi bilmeyen bir kişilikti.” (s. 183), “Sofrası olan adamın parası olmaz.” (s. 199), “Önce çenesinden eskidi” (s.199), “Senden eyisini mi bulacaklar? Ne vakittir goş babam goş… Babuç mu dayanır? Rey mey gorkma sen, mehelleli, gomşu…” (s. 206), “Hele, daha daha neler oldu, bi anlat gı,” (s. 208), “İki gözü kör olmayasıca…” (s.227).
            Diğer taraftan anayla kızının konuşması da bir âlemdir: “A gızım, garıyı bi gör hele de öyle gonuş, tam vitrinlik! Koridoru da esanslara bulada şafili…” (s. 288)
            “Gız, dedi, duydum şikâyet eder dururmuşsun gocandan; her sabah gapıtan çıkarken çenelenir; öl, geber emi! dermişsin. Daha ne istiyon? Pişmiş aşa su gatma, duan gabul olmuş olur; hadi get şurdan…”(s. 290)
            Tüm bunlardan Dinar ağzı, şivesi,  yaşam biçimi ortaya çıkıyor. Yaşanmışlıklarla örülü, içten bir taşra sıcaklığı ve saflığı taşıyan insanların dünyası…
            Nedret Gürcan çok yönlü bir insan. Bu kitabında yoğunlaştığı yer Dinar ve insanları… Bence onun diğer bir önemli özelliği de 1950’li yıllarda yayımladığı “Şairler Yaprağı”dır. “Türkiye’nin tek şiir dergisi” alt başlığı ile yayımlanan (1954-1957, 34 sayı) şiir dergisidir. Küçük bir taşra ilçesinde böyle bir dergiyi yazarın kendi imkânlarıyla yayımlaması ve bu denli güçlü şair, yazar kadrosunun varlığı beni düşüncelerimle baş başa bırakmıştır. Bende yirminci sayısı (Şubat 1956) mevcut olan söz konusu olan dergide kimler yok ki: Oktay Rifat, Muhtar Körükçü, Özdemir Nutku, R. Mari Rilke, Ümit Y. Oğuzcan, İlhami Soysal, Şahinkaya Dil, Nedret Gürcan, Tarık Dursun K., Ahmet Oktay v.b.  şair ve yazarlar…
            Nedret Gürcan’ın “Yaşanmış Taşra Öyküleri”ni okuyunca, içimde biriken hüzün, hayıflanma, değerbilmezlik ve de karamsarlığı bir yana bırakıyor “yaşama hakkı ve amacına yanıt verme” nin belki de daha iyi olacağını düşünüyorum. Onun için diyorum ki, taşranın unutulmuşluğunu, yaşanmışlığını, insanı derinden kavrayan, etkileyen anılar yumağı bir kitap: “Yaşanmış Taşra Öyküleri”.

(1) Nedret Gürcan, Benim Sevgili Taşram, Dünya Kitapları, İstanbul, 2003, s. 13
(2) …………..…., a.g.e., s. 14.
(3)………………, a.g.e., s. 14.
– Açıklama / Gönderme: Diğer alıntıların sayfa numaraları Nedret Gürcan’ın Yaşanmış Taşra Öyküleri’nden alınmıştır. (Ş.Ö.)
– Yaşanmış Taşra Öyküleri, Nedret Gürcan, Dünya Kitapları, İstanbul, 2005, 328s. Fotoğraflı.
Erdem Öztop’a sevgiyle…

Şener Öztop

Tarihle kültürün ve sanatın buluştuğu sıcak bir mekan: Uşak Sanat Konağı

Yüzyılın üzerinde yaşanmış mekanın canlandırmasıyla taşra hayatını yansıtan,ahşabın sıcaklığı ve kokusuyla; Uşak Sanat Konağı kent merkezine yakın, sit alanında tarihi evlerin bulunduğu bir konaklamadır.

Cumhuriyet döneminde Uşak’tan – Amerika’ya halı ihraç eden merhum Ali Aral’ın evidir. Restorasyon / rekonstrüksiyon yapılarak hizmete açılmıştır.

Uşak’ta bu tarihi mekânda konaklamak, keyifli zaman geçirmek için yerinizi ayırtın.

Adres: Köme, Çatak Sk. No:9, 64400 Uşak Merkez/Uşak
Telefon: +90 (276) 224 36 37 / +90 (506) 116 66 51 / +90 (505) 560 99 83
Mail: seneroztop64@gmail.com

Önceki İçerikUnseen Kids ile sahnede çocuklar başrolde
Sonraki İçerikAfrika’nın ruhu “Çıplak Kıta” sergisiyle Goba’da hayat buluyor
Abone Olun
Bildir
guest


0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments