3.5 C
İstanbul
Pazar, Aralık 22, 2024
Ana SayfaTuna EmrenTanrıçanın Ölümü, Ataerkil Devrim ve Psikolojik Dönüşüm: Mitler Nereden Geliyor? Ve Ne...

Tanrıçanın Ölümü, Ataerkil Devrim ve Psikolojik Dönüşüm: Mitler Nereden Geliyor? Ve Ne Anlatıyorlar?

ZEUS DARBESİ

Tanrıçanın Ölümü, Ataerkil Devrim ve Psikolojik Dönüşüm

1. Bölüm

Mitler Nereden Geliyor? Ve Ne Anlatıyorlar?

“Simgecilik sadece düşlere değil, daha çok bilinçdışının ve kısmen de toplumun düş gücüne bağlıdır. Rüyalardan ziyade folklorda, mitlerde, efsanelerde, dilbilimsel deyimlerde ve daha da gelişmiş şekliyle; bir halkın bilgeliğinde görülür.”

-Sigmund Freud-

“Mitlerin kökeni, Jung’un kolektif bilinçdışı diye adlandırdığı yerdedir.”

-Ursula K. Le Guin-

“Hiçbir şey içeride değildir ya da hiçbir şey dışarıda… İç olan dıştır.”

-Johann Wolfgang von Goethe-

Dünyanın neresine gidersek gidelim, tüm insanlığa dair ortak figürler içeren mitoslarla karşılaşmamız kaçınılmaz. Hepsinin özünde, sürekli şekil değiştiren ama tuhaf bir biçimde aynı kalan bir şeyler var. Ve daima anlatılandan fazlasının olduğuna dair bir his uyandırıyor.

Mitleri psikanalizle buluşturup, kahramanın yolculuğunu modern insanın yararlanabileceği bir kılavuza dönüştüren Joseph Campbell, mitler ve masalların gizemini çözdüğünde, karanlık iç yolun kendine has tehlikeleri ve tekniklerini ortaya çıkarma görevi üstlendiklerini gösterdi. George Lucas, Star Wars serisini yaratırken ilhamını bu olağanüstü adamın çalışmalarından almıştı. Mitolojiyi Campbell’ın rehberliğinde öğrenenler, Lucas’ın onu Yoda karakteriyle yücelttiğini de fark etmiş olmalı.

Peki neydi Lucas’ı bu kadar derinden etkileyen? O değerli malzeme, Star Wars serisiyle büyüyen bizlerin de daha önce dokunulmamış, derinlerde gizlenmiş bir yerlerine temas etmiş olacak ki Güç’le karşılaşmanın olağanüstü etkisiyle hepimiz birer Padawan’a dönüşmüştük.*

Dünya mitolojisi ve karşılaştırmalı dinler uzmanı olan bu asil neo-Viktoryen beyefendisi mitlerdeki fantastik olaylar dizisinin aslında psikolojik zaferleri anlattığını söylüyordu. Bu kavrayışın şekillenmesinde, analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’un da payı vardı elbette. Gölgenin sadece ışıkta var olduğunu, karanlığınsa ışıktan yoksunluk olduğunu bilen bu iki güzel adam fenerlerini üzerimize tutup gölgelerimizi görünür kıldı. Diğer bir deyişle, her birimizin kendi ejderleriyle yüzleşeceği o gizli dünyanın kapılarını aralamış oldular.

“Büyümek, gölgeyle yüzleşerek olur. Gölge kötü değildir; onu reddetmek kötülük yaratır.”

-Carl Gustav Jung-

Campbell’ın ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ adlı başyapıtı yazar ve yönetmenler için bir yol haritasına dönüştü. Sonuçta Lucas’ın fark ettiği de buydu. Campbell, yola çıkma, erginlenme ve geri dönüşten oluşan macerada, kahramanın bilinenin örtüsünü aralayıp bilinmeyeni ortaya çıkarırken geçtiği o zorlu sınavları, yani tüm mitler ve masallarda değişmeden kalan o evrensel formülü gözler önüne seriyordu. Bilinçli zihnimizin hemen kavrayamadığı bu çevrim formülü sanki daha derindeki bilinçdışında bir şeyleri dürtmesi için tasarlanmış gibi görünüyor. Ve bu gerçekleştiğinde, hepimizi kahramanın monomitiyle özdeşleştiren, aralanan o kapıdan geçme isteği uyandıran sezgisel bir kavrayış oluşuyor. Son derece içsel olan, dürtülüp uyandırılmış bu nüvenin bir filmde, mitlerde, romanlarda ya da masallarda tasvir edilmesinin bize teselli veren bir yanı var.

Biraz düşününce, gerçekten yaşanmış tarihsel olayları aktarıyor olsalar bile, engeller ve zaferlerle dolu bu hikâyelerin rüyalardakine benzer tasvirler taşıdığını görebiliriz. “Asıl konu, hepimizin bildiği ve düşlerinde ziyaret ettiği o labirentin içinde önemli ve temel bir şeyin gerçekleşmesinin gerekliliğidir” diyor Campbell, mitler ve efsanelerin bize rehberlik eden, varlığımızın köklerindeki sırları açığa kavuşturmamızı sağlayacak rehberler olduğunu hatırlatarak.

Nietzsche’nin de farkına vardığı üzere, mitler ve rüyalar kinayelerle, benzetmelerle konuşur. Sonuçta rüyalar nereden geliyorsa, mitler de oradan geliyor.** Jung’a göre bunun nedeni, zihnimizin, tüm filogenetik gelişimin izlerini taşıyor olması. Yani arkaik bir düşünme biçiminin kalıntılarına sahibiz. Simgeler de sonuçta iletişim araçlarıdır. İster bir ejderha, isterse elma, Cennet Bahçesi, yılan ya da ağaç olsun, nasıl görünürlerse görünsünler, kendilerinin ötesindeki bir şeylerin kavranmasını sağladıkları ortada. Öyleyse saydamlıkları korunmalı, ışığın içlerinden geçmesine izin verilmeli. Campbell, “Biyografi ya da tarihsel bir olay olarak yorumlandıklarında mitlerin şiiri katledilir” diyor. Kahramanların gerçekten yaşayıp yaşamadığı bizi ilgilendirmez; önemli olan onların öyküleri. “Bu öyküler dünyanın her yerine öyle dağılmış ki tarihselliğinde ısrar etmek, içinden çıkılamaz bir karmaşaya yol açıp, asıl iletinin anlaşılmasını zorlaştırır.”

İyi de kahramanlar, eşik muhafızları, canavarlar, tanrılar ve tanrıçalarla dolu bu içeriklerin bambaşka bir gerçeklik boyutunda yaşamakta olan bizler üzerinde nasıl bir etki yaratmasını bekliyoruz?

“İnsanlık için mümkün olmuş her şey, daha küçük bir ölçekte birey için de geçerlidir” diyor Jung; “Birey de insanlığın ihtiyaç duyduğu şeye ihtiyaç duyar.”

Karanlık İdeaların Sınırsız Olanı

Kant ona ‘karanlık ideaların sınırsız olanı’ diyordu. Bilinçdışı dipsiz bir kuyu. Suyu, sadece bilinçli zihni dengede tutmak için yudumlandığında yenilenme sağlıyor. Aksi halde yaşam enerjisini emebilecek kadar karanlık.

Jung’un çalışmaları onun tamamen nötr olduğunu gösterdi. Ahlakla, estetikle ya da entelektüel birikimle hiç ilgilenmiyor ve sağlıklı bir şekilde işlediğinde tehlikeli bir canavara dönüşmüyor. Fakat bilinçli tutumumuz onu bastırma eğilimi gösteriyorsa, atağa geçip birbirinden yaratıcı oyunlarını sergilemeye başlayabilir.

Bilinçdışı, Freud’a göre, uyumsuz karakterlerinden ötürü bastırılmış olan çocuksu eğilimleri içeriyor. Bastırma çocukluğun ilk yıllarında başlayıp ömür boyu sürer. Jung, Freud’un yarım bıraktığını tamamlayarak bilinçdışında bundan fazlasının olduğunu gösterdi; “Sadece bastırılmış içerikleri değil, eşik altında yatan ruhsal malzemeyi de içerir.” Eşik altı içeriğin bastırmayla bir ilgisi yok. Zira öyle olsaydı baskı kalktığı anda her şeyi bilen ve hatırlayan mükemmel belleklere sahip olduğumuzu görürdük.

Bilinçdışının içeriğini şöyle özetleyebiliriz:

  • Eşik altı psişik bileşenler
  • Eşik altı duygu algıları
  • Ve henüz bilince ulaşmamış olan bastırılmış malzeme

Carl Gustav Jung, insan psikesini sadece kişisel bilinçdışının değil, tüm insanlarda ortak olan daha derin bir seviyenin de etkilediğini fark etti. İşte burası mitlerin geldiği yer; yani kolektif bilinçdışı. Buradaki içerik kişilerin kendi deneyimlerinden bağımsız. Evrensel fikirlerle ilgili olduğu için ortak figürler kullanıyor ve her birimizde ebedi bir insan sorununu tekrarlıyor; “Psişik gerçekliğe dair bir şeyler bilinemeyip anlaşılamadığında, bunların içeriği ortaya çıktıkça yansıtılır. Bu yüzden psişik yasa ve düzene dair ilk bilgiler yıldızlarda bulunmuş.” Kolektif malzeme bu ilkel yansıtmaları da içeriyor.

“Yansıtılana, yansıtma taşıyıcısından da bir şeyler her daim yapışır. Biz onu bilince bir noktaya kadar taşımayı başarsak bile, onunla beraber kozmosa ait bir şeyleri de taşımış oluruz. Ama kozmos bizden sonsuz bir biçimde büyük olduğu için, aslında onun tarafından özümsenmiş oluyoruz.”

-Carl G. Jung-

Zihin, imgelerle, deyim yerindeyse evindeymiş gibi hissediyor. Örneğin çocukluk fantezilerimiz mitlerdeki yenilmez canavarlara benzer. Onlarla ilk karşılaşmamızda, zaten bildiğimiz bir şeyi hatırlamış gibi oluruz. Simgelerin dilini kolayca anlayabilen çocuklar bilinçdışıyla daha sağlıklı bir ilişki yürütüyor. Söylenenden fazlasını duydukları için, masalların bilinçdışından akan öğelerini bizden iyi anlıyorlar.

Jung’un çalışmaları, kişisel dengeyle değil, ortak insanla ilgilenen kolektif bilinçdışının önemli bir amacı olduğunu gösterdi. Çocukluğu geride bırakıp “Ben” olmaya başladıkça kendimizi, bir parçası olduğumuz ortak insandan koparıyor, hatta genelde ona zıt düşüyoruz. Oysa yaşayan her şey bütünlük peşinde; “Bilinçli zihnimizin o malum tek taraflılığı sürekli düzeltilmek zorundadır. Bu iş, bilinçle bilinçdışını birleştirmeyi; daha doğrusu Ben’i geniş bir kişiliğe yedirmeyi amaçlayan, içimizdeki o evrensel insanoğlu tarafından dengelenir.”

İnsan-ı Kâmil

Dönüşüm derinlerden yukarılara; arkaik olandan, mistik ve aşkın olana doğru gerçekleşir. Friedrich Nietzsche’nin üst-insanı “übermensch”, tanrısından kopmuş ama evrensel akla ve mükemmellik seviyesine erişmiş insanı tanımlıyordu; tasavvufta insan-ı kâmil olarak bilinen seviyeyi. Ne var ki Zerdüşt’ün atamadığı, Nietzsche’yi yaşamdan koparan son bir adım daha vardı. Gerçek bir insan olan vasatı, çirkini kucaklamaya atılacak adım. Hermann Hesse’nin Siddharta’ya attırdığı o son adım…

Nietzsche, insanı ancak evrensel mükemmelliğe eriştiğinde değer kazanabilecek bir varlık olarak gördü ve güzeli kucakladı. “Kendini bundan koparmak çözüm değil, hiledir” diyor Jung; “Anlam ve değerin yanlış anlaşılmasıdır.” Çünkü o kadar bilinçliysek ahlak yoktur zaten.

Üst-insana giden yol, bilincin genişlemesiyle elde edilen bilgelikten geçiyor. Jung ona ‘kendiliğe ulaşma’ diyordu. Bilgelik, bilinçli tutumumuzla taçlandırılabilecek bir hazine olsa da beslenip büyütülmesi için Öteki’nin yardımı gerekiyor. Hem Freud’un hem de Jung’un çalışmalarından biliyoruz ki bu bütünlüğü hedefliyorsak, tıpkı Sokrates’ın yaptığı gibi Öteki’ni de oyuna dâhil etmemiz gerek. Sokrates, “daimonion” dediği, hayatının önemli anlarında duyduğu, bazı eylemlerden onu vazgeçiren o ünlü iç sesin ilahi bir kaynağı olduğunu düşünüyordu. Büyük düşünürün akılcı düşünceyle mükemmel uyum içinde olan mistik doğasını simgeleyen bu iç ses, dini konularda hassas olan Atinalıları kızdırdı: “Sokrates kentin inandığı tanrılara inanmıyor, yeni tanrılar icat ediyor ve gençleri yoldan çıkarıyor. Bunun için suçludur! Ölümle cezalandırılmalıdır.”

Kendi evinin tek efendisi olduğunu sanan bilinç, kendisine yabancı olan bilinçdışıyla yakınlaşmaya direnir. Ne de olsa Öteki yabancı ve tekinsiz. Fakat böyle görülmek onu saplantılar yaratmaya, bilince zarar vermeye itiyor. Öteki’nin tek bir talebi var; kendisine adil davranılması. Simyacılar ona Taş diyordu. Hani filmlerde de sıkça karşılaştığımız şu ünlü Felsefe Taşı.***

“Anlayın, ey bilgelerin oğulları! Taş’ın size ne haykırdığını; Sen beni koru, ben de seni koruyayım. Sana yardım edebilmem için benim olanı bana ver!”

Görünen o ki insan, Nietzsche’nin hedeflediği en üst kademeye, kendisini kusursuz bir dengeye oturtacak orta yolu arayarak; Öteki’yle yapılan işbirliğiyle ulaşabiliyor. İyi ve kötünün, güzel ve çirkinin, erkek ve dişinin, düşme ve yükselmenin, kısacası karşıtların yarattığı gerilim dengesini arıyor. Nam-ı diğer hieros gamos’u; zıtların birleştiği kimyasal düğünü. Zaten simyacılar da hieros gamos’u, sürecin mükemmele eriştiği nokta olarak görüyordu.

Wake Testi

James Joyce’un Finnegans Wake’ini okumaya çalışanlar bilir; bu eseri akılla anlamaya çalışmak beyhude bir çaba. Onun bilinçli zihne attığı bu tokat aslında mantıksal düşünmeye programlanmış zihnimizi susturmayı başarabilirsek bambaşka bir deneyim yaşayacağımızı müjdeler. Zihin sustuğunda oluşan boşluğu, bilinçdışının diline geçiş yaptırarak doldurduğu için, o anda her şey anlam kazanır. Öncesinde bir türlü kavrayamadığınız garip sözcükler şekil değiştirip dans etmeye, okuyucusuna doğru akmaya ve dünya tarihini anlatıyormuş gibi konuşmaya başlar; hem geçmişi hem de geleceği içeren tuhaf bir kurguyla. Hatta siz mi onu okuyorsunuz, o mu sizi okuyor, asla emin olamazsınız.

Finnegans Wake kozmik bir şaka gibi. Wake testinden geçebilen herkesi bir araya toplayıp, ne okuduklarına dair kısaca bir özet geçmelerini istesek hepsi farklı bir hikâye anlatırdı. Bu roman kişiye özgü, tuhaf bir deneyim sunuyor. Zaten testi geçebilenler bu öznel deneyimin sözcüklerle ifade edilemeyeceğini bilir. Aslında Finnegans ailesinin bir gecede gördüğü rüyaları anlatır. Daha doğrusu, rüyaları anlatmaz da rüya diliyle konuşur. Yani kitabın kendisi baştan sona bir rüya. Rüyalarınızı bir düşünün. Mantıktan, zamandan, çoğu kez bağlamdan kopuk olsalar ve anlamakta zorlansak ya da sözle ifade etmenin imkânsız olduğunu düşünsek bile, tam olarak kavrayamadığımız bağlantıları kullanıp serbest çağrışım yaratma gücüne sahip değiller mi? Bu da kendilerine eşlik eden duyguları açığa çıkarma yöntemleridir sonuçta.

Kitap rüya diliyle yazılmış olduğu için, Freud ve Jung’un ‘rüya malzemesi’ dediği şeyi ortaya seriyor; bilinçdışının gizli düşüncelerini. “Nasıl yani? Kendi düşünceleri de mi var?” diyorsanız ekleyeyim; sadece düşünmekle kalmıyor, planlıyor, hatta bilinçli zihinle yarışsa rahatça kazanacak kadar iyi hesaplama yapabiliyor. Sigmund Freud, Alfred Adler, Wilhelm Stekel ve Carl Gustav Jung, bilinçdışının matematiksel hesaplamalar yapabildiğini, örneğin belirli bir şeye, belirli bir süre içinde (bu süre çok uzun olsa da) toplam ne kadar harcandığının kaydını kusursuza yakın bir şekilde tutabildiğini gösterdi. Bu hesap bilince rüya aracılığıyla aktarılabilir ama tabii aktarım her zamanki gibi dolaylı oluyor. Çünkü bilinç Öteki’nden gelenleri bastırma eğilimini rüyalarda da sürdürür. Freud, bastırılmış düşüncenin kendisini gizleyebilen bu mekanizmasına “sansür” diyordu. Sansür, açığa çıkmasını istemediği bir şey varsa, belirli bir düşüncenin sonuna kadar götürülmesine de engel oluyor. Bu zihinsel ketlenme ve hemen ardından gelen oto-eleştiri sansürü daha da güçlendiriyor.

Karanlıkta Gizlenen Ejderler

Ursula K. Le Guin’in çok sevdiğim bir sözü var; “Sahici mit bilince yükseldiğinde hep aynı mesajı verir: HAYATINI DEĞİŞTİRMELİSİN!”

Mitler, Campbell’ın bizlere gösterdiği üzere; bilinç ve bilinçdışı arasında bağlantı kuruyor, ilişkilendiriyor. Yüzümüzü ne yöne dönsek aynı simgeler ve arketiplerle karşılaşmamızın sebebi bu. Jung, mitosun tarih boyunca yinelenmesinin (anlaşılamayan sebeplerle) uzun süre unutulmaması gereken içerikleri tedavi edici anımsamaya dönüştürdüğünü fark etmişti. Diğer bir deyişle, işlevlerini sürdürdükleri sürece var olmaya devam ediyorlar.

Mitler, biz onları bilinçli zihinle tam olarak kavrayamasak da bilinçdışına doğrudan etki ettikleri için, orada zaten var olan, karanlıkta uyuyan içeriği serbest bırakıyor. Bahsettiğimiz şey insan psikolojisi. Öyleyse mitleri, kendisini olağanüstü güçlere sahip bilinçdışından koparan zihni uyandırarak, çağlar boyunca aklın eylemleriyle yaratılan ne varsa, hepsinin esin kaynağı olmuş, uzay-zaman sınırlarını aşarak kozmosun enerjisini insanın yaşamı ve kültürel gelişimine akıtan gizli yarıklar olarak görebiliriz.

O yarıklar artık eskisi kadar güçlü akıtamıyor malzemesini. Mitlerin modern toplumda ne bir yeri, ne de anlamı kaldı. Çünkü her şey bireyde. İnsanın kendini fethi yerine Dünya’yı fethine odaklanmaya başladığımızdan bu yana mitlerin anlamlarını bulandırdık, bütünlüğe erişebilecekken bölünmeyle cezalandırıldık. Onları doğru okuyabilseydik, değişimi bireyin yaşamına dokunarak gerçekleştirme gayesinde olduklarını da görebilirdik. Görevleri henüz sonlanmamış olsa gerek ki hala nesilden nesle aktarılmaya devam ediyorlar.

Köpekler Aşkına!

O, kendisini büyüten ana tanrıça Gaia ve Titanlar’ı alt etti, babası Kronos’u tahttan indirip Olimpos’u ele geçirdi.

Elbette Zeus’tan bahsediyoruz. Yukarıdaki özet, bu mitin açık içeriğiydi. Oysa Zeus’un yükselişi, Olimpos tanrılarını yerinden edip yönetime el koymanın ötesinde, anaerkil Tanrıça Düzeni’ne yapılan darbenin de başlangıcını temsil ediyor. Zeus’la gelen dönüşüm, insan psikolojisini değişime zorladı.

Dillere destan çapkınlığı yüzünden utanç duyulması gereken bir tanrı olacakken, peşinde koştuğu tüm tanrıçaları birer fahişe gibi gösteren ataerkil düzenin ulu tanrısı, insanlığa kaosu ve nevrozu hediye etti. Sokrates onun adını ağzına almak yerine, savunmasının bazı bölümlerinde “köpek aşkına!” diyordu. Sözlerine, bir hakaret olarak kullandığı “Atinalılar” diye başlayarak; “Atinalılar, köpek aşkına! Size gerçeği açıklamam gerekir.”****

“Nihayetinde belki de bir fıkra hayal etmeliyiz yalnızca, asla tamamıyla anlaşılmayacak kadar koyu ve garip bir aksanla sürekli yeniden anlatılan uzun bir fıkra. Hayat işte o fıkra dostlarım. Ruhsa kahkahayı bastığımız kısım…”

-Tom Robbins-

Devamı gelecek…

* Hayatının son 40 yılında gazete okumayı bırakan, seksen yaşına kadar hiç sinemaya gitmemiş olan Campbell, 80. yaş gününde Star Wars üçlemesinin tamamını izledi.

** Rüyalar birer monomit, yani kişiselleştirilmiş mitler. Rüyaların çoğunu kişisel bilinçdışı yaratıyor. Kolektif bilinçdışıyla ilişkili olan mitlerse evrensel rüyalara benzetilebilir.

*** Felsefe Taşı, dokunduğu her nesneyi altına dönüştüren madde olarak bilinir. Ancak simyada bahsi geçen altın, bildiğimiz altın değil.

**** Köpeklerin adını anarak yemin etmek, Radamanthys yemini olarak bilinirdi. Tanrılara duyulan saygı, onların adına yemin etmekten kaçınmayı gerektiriyordu. Sokrates, “köpek aşkına” derken yeni tanrılarla ilişkilendirilmesini de engellemeye çalışıyordu.

Tuna Emren
RELATED ARTICLES
Abone Olun
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Most Popular