Duygu ve tabiat denilince, Ay geliyormuş akla. Ne astronomlar yetiştirdi şu astroloji, gırla giden evler ve haritalar peşi sıra.
Sana karşı gelgitlerim var; o gelgitlerde ne hisler, ne dokundurmalar var.
Kılavuz kaptanlar arıyorum; hislerime tercüman, eh hadi biraz da bulaştırıcı. Daha dokunmadan yayılıyorsun nedense. Mikrop da olsa, hep bir dokunma, hep bir temas söz konusu.
Milyarlarca yılda hepi topu bir Ay, ola ola… O da olmayacakmış, gezegenin teki lütfedip de dokunmasaymış.
Geçen falıma baktı, adı pek lazımın biri. Güzeldi de… Üzerinde bir astronot kıyafeti. Hemen tepede bir kep; mezun ya, illaki fırlayacak.
Annesi örmüş hepsini de. Üzerinde ne var ne yok annesi örmüş; kahve fincanlarını bile. Sen içene kadar, yeri boylamış oluyor telveler ve haddi hesabı yok, aralara sızanların. Ara ki bulasın sonra, bakılmaya değer tek bir şey.
Hadi öt, dökül hakkımdakileri. Nedir üç vakte kadar boşalacaklar? Açıkla isimleri, temas eden yerleri… Önce bilmek, sonra da yaşamak istiyor insan.
Çığ düşerken, bir an tereddüt edersiniz; ne tarafa kaykılayım diye. “Aman ne gerek var!” diye vazgeçersiniz sonra. Yumuşak, kavrayıcı ve bir o kadar da korumacıdır çığ. Geçip dümdüz ettiği hemen her şey gibi, sizi de ihmal etmez ve ak bir gelinlik gibi kavrar bedeninizi. Ne hesap sorulur ne de alınır bu ölümcül kavrayışta, sadece ölünür. Uyuyan ve ölen insanların üzerinin örtülmesi de bir çığ geleneğidir aslında. Vücudunuzun açıkta kalıp üşümesini engellemek gibi salakça ve bir o kadar da ironik bir amaca hizmet eder. Baştan sona tüm eylemin, geleneklerin gereksizliğini ve saçmalığını sorgulatmayı amaçlamak üzerine kurgulandığını anlayamadan ölüp gider insan evladı.
Evet, spontan ve geleneksel bir kurgudur çığ. İnsana yayılıp çoğalmayı öğretmiş, bunun için de cinselliği ve üremeyi bekçi tayin eylemiştir. Gelinlik metaforuyla çıktığı yolda öbek öbek büyüyerek, tahammülü imkânsız boyutlara ulaşmıştır. Ay’ın oluşumundaysa tam tersinedir durum. Bir parça olarak koptuğu/koparıldığı Dünya denen bütünden gitgide yalnızlaşan minik bir gölgeye dönüşmüş, anarşist ve tek tabancı olmanın nirvanasını yazmıştır. Elbette ki bütünde yarattığı hezeyan ve gelgit hesaplaşmaları da o derece büyük olmuştur.
Ay’a anlam yüklemeler dur durak bilmedi, bir çığ gibi büyüdü adeta. İnsan değil mi sonuçta; bir şeyi abartmaya görsün, hiçbir şey duramaz önünde. Ay’ı, dengesiz doğasının ve sabitlenemeyen duygularının bir yansıması da yapar, içinde bulunduğu mükemmel doğanın en nadide parçası da. Kıllar ve karlarla kaplı bir bütünsellikte adrenalinle dolup dolup taşar da, kan emicilerin nasiplendiği orta malı bir kurt adama bile dönüşür; yeter ki anlam ve ebatla dolup taşsın Ay. Hey gidi Pink Floyd; Dark Side Of The Moon’unla boşuna rekorları alt üst etmedin sonuçta. Kirli çıkıları çamaşır niyetine kuşanıp, 68 model bir ruhla, bak nasıl da dolanıp duruyor kuşağın. Son modellerin hazır yapımlarında kimse elinize su dökemedi. Bol keseden sallayan astroloji de, bilimin dandik haritalarla kat edilecek basit bir yol olmadığını her sallayışta biraz daha kavramak zorunda kaldı. “Kurgu da olsa, bilimle bezenmeli tüm yol hikâyeleri!” diye diye ağzında tüy biten edebiyatsa, maval ve bildiğini okumak arasında gidip geliyor hâlâ, yılmadan ve usanmadan. Anlayacağın, hemen her şey gelgitlerinin etkisinde ve tekdüze bir saplanmışlıkla sıkıntıdan ve sıkıcı olmaktan delirmek üzere.
Fincanda her şey açık açık yazsa, olmuyor mu ha? Ne diye onca zahmet?! Telveleri ve onlara bakan gözleri yormak niye? Şekilden şekle girmekten, büzülüp büzülüp kurumaktan öldü bitti zavallılar. Geleceğin bilinmezliğine, yaşamak deniyorsa, merakı daha ilk celsede öldürmek niye? Ve sıkıntıdan gebermek ve gebertmek dışında neye yarar ki yanı başındaki?
Sadece ikilemek istiyorum. İkilemek ve hiçbir halt bilmek istemiyorum. Üç vakte kadar bölünmekten helak olacak tüm parçalarım, evrenin en uzak köşelerini boylasın istiyorum. İşinin adı ne be Ay? Getirir götürür toplar, kavuşturursun yine sen.
Kenan Yaşar