Mahşerin Üç Atlısı: İnsan – Zardan adam – Para
I. İnsan
Uzun zamandır bir şey yazmak için pusuda bekliyordum. Öyle, kuytu bi’ yerde. Sessizdi beklediğim yer. Bomba atılsa, o bile en sessiz modunda patlardı.
Sessizliği sağlayan şey neyse, beklemeyi olağan kılan şeydi de aynı zamanda. Şu an sabah ezanı ve sabah kilise çanı aynı anda şakıyorlar. Arada bir de “Dinlerin kardeşliği pek leziz!”” gibi şeyler söylüyorlar. Öyle olsun bakalım. Dinler kardeş olsun, evlenemesinler, şeker de yiyebilsinler. Hatta çocukluklarına geri dönsünler. Oradan da bebeklikleri ve ana rahimlerine… Bi’ zahmet.
Sessizliği bu tür gevezeliklerle bozacağımı sanıyorsam, çok yanılıyorum. En nihayetinde kaba gürültü benimkisi. Kaba ve insanlıktan nasibini alamamış. Nasip almak nedir ki hem?.. Dev bi’ meydan da toplanan titan ve tanrılar dev bi’ pastayı kesip kesip insanlara mı dağıtıyorlar? Böyle bi’ şey mi yani nasip?
Hadi dışarı çıkalım şimdi. Üzerimizde tebdili kıyafet. Yaz ortasında kabana kuvvet palto ve atkı. Çaktırmayalım hiç kendimizi. İnsanların arasına karışalım. Sosyalleşelim. Güzelleşelim. Arada bir koklaşıp konuşalım. Seks olmasın ama aramızda. Onun ayarını yapmak çok zor ve salakça çünkü. Böyle bi’ en az iki bin yıl akıp gitsin.
Gitti mi?
Hayır? Neden? Geçmiyor çünkü zaman.
Evet, şimdi içeri girebiliriz. İçerde kaçırdıklarımız, dışarıdakilerden çok daha fazla çünkü. Birlikte yaşadığımız insanları pohpohlamamız ve gazlamamız da gerekiyor hem. Her ne kadar bi’ nevi aynı şey olsalar da. İçerdeki her kimse, bunca yıl size katlanmak zorunda kaldığı için çok şanslı. Manyak antrenman oldu çünkü onun için. Tabii sizin için de aynı şey söz konusu. Birlikte yaşadığımız insanlara katlanıp katlanıp, adına sevgi diyoruz. Çok saçma bir şey bu. Çok da rezil. Hoş gerçi ben sevgiden ne anlarım… “Sen sevgiden ne anlarsın?” nidalarına ve ardından gelen öfke patlamalarına tanık olmasam, çok zor itiraf ederdim bunu. Ama şurası bir gerçek ki, ben sevgiden ne anlarım?!
Sevginin metrekareye dâhil olmadığı, istese de olamadığı bir evde büyüdüm ben. Pazılı ve memeli insanlar vardı evde. Pazı sahipleri pazının yemeğini, meme sahipleri de memenin şişirmesini yaparlardı. Kimse dile getirmese ya da itiraf etmese de, herkes birbirinden aşırı derecede nefret ederdi. Üç semavi dine mensup ve üç semavi ateizme namevcut insanlar vardı evde. Arada aşırı ateist biri çıkardı evden. Çıkar ve evin rızkını kumar masasında Rıfkı ve El Almaz’a kaptırmak için can atardı. Herkesin bir poker suratı, bir de suratsız suratı vardı. Diyalogların yarısı blöf, diğer yarısı da şantaj kokardı. Herkesin bir beklentisi vardı hayattan. Üzerimize geçirdikleri tuğla yığınından başka bir şey olmasa da, çok sevimli bir evdi. Yüzgöz olunmaz, medet umulmazdı ölümden. Nerede mi? Orada tabii.
Aney ve babey nikâh kıyımı masalarında, birbirlerini ve gelmişlerini geçmişlerini korumaya ve kıymaya ant içmişler; arada bir de sperm içip, bizi kusmuşlardı. Rahme dayanmayan, ağızlardan fışkıran, pek ardaşık, pek de kusmuktu varoluşumuz. Çıktığımız ağızların rahim olmadığını ben 39 yaşında öğrendim; Suat da 49. Suat kim, bilmiyorum. Suat da benimdir belki; bakalım, zaman gösterecek. Hem işinin adı ne zamanın. Niye tuttuk onu ve adına niye kronometre koyduk.
Dün eve gelen postacının kapıya kafa koyduğunu söylemiş miydim size?.. Söylememiştim. Söylüyorum o zaman. Kapıya buz koydum şimdi, şişliği hâlâ inmese de, kızarıklığı gitti en azından. Gelen mektup başka galaksilere göç eden geçmişlerimdenmiş. Bunu söyleyen postacının kafasıydı; itiraf eden de. Kapıda bıraktığı izde, açık açık belirtmişti bunu kafa.
Ölüler niye mektup yazar Rıdvan? Rıdvan kim? Bilmiyorum.
Bana hayat sonrası etkinliklerden haber verenleri seviyorum bir tek. Sevginin anlamı benim için tam da bu işte. Hatta tek anlam bu; işlevsellik. Sanat nefrete, zanaat da sevgiye açılıyor; o kadar. İşemeye yarayan uzuv zanaat, resim yapmaya yarayan uzuv da sanat demek zaten. Zanaatı sev, sanata tükür. Tinde de yeri var hem. Dinmiş o, pardon. Ha din, ha tin ne fark eder gerçi.
Tükürdün mü sanata? İyi geldi mi bu benzersiz aktivite? Daraldı, güzelleşti mi kafan? Yeşil yeşil oldu mu dört bir yanın? Safralarından yayılan yeşillikle gök kubbelerinle sınırladığın ilk doğa resmini çizdin mi peki? Sanat ve insan ne kadar yakınsa birbirlerine, sen de o kadar uzaksın insan olmaya… Sen yok musun sen; yobaz yaratık seni!
Bugün, az önce ve şimdi, dinlerin aralarında peydahladıkları nur yüzlü bir melez şimdiye dek yapılamayan yaratıklığın tanımını yaptılar. İlk itiraf yaratıkların en nur yüzlüsünden geldi: Ne de kolay; dinlerle hem beni hem bunu yapabilmek ve kalıcı kılabilmek, 8 milyar olmaya ramak kala!
II. Zardan Adam
Aktıkça işlemesi gibi
Suyun taşı
Ve yaramaz bir ruh gibi
Kabına sığmaz doğası
El ele vermişler sanki
Ne zaman kaldırsalar
Her taşın altında bir alın yazısı
Olasılıklar üzerine kurulu bir yaşamı olduğu için, kendini şanslı addediyordu. Tıpkı diğer milyarlarcası gibi, çalkalanıp çalkalanıp atıldığını hissediyor “Tanrı zar atmaz” diye Tanrı’ya veryansın ediyordu. Yaratımının önüne farklı seçimler sunma şansı sunuyor gibi gözükse de az hınzır değildi Tanrı. Sürekli aynı zarı atıp aynı sonuca giden yolu, farklı seçimlerin farklı yollarıymış gibi gösteriyor, umut denen ışığı açıp kapatıyordu. Elini prizden çekmeyen beş yaşındaki çocuk hâliyle tıpkı yaratımları gibi, feci canı sıkılıyor olmalıydı Tanrı’nın.
Ne de olsa Tanrı katındaydı ve bilindik zarlardan çok farklıydı zar. Kaç yüzü olduğunu bir tek Tanrı biliyor ve kendisine bir isim vermek yerine, yüzsüz diye alay ediyordu kendisiyle. Mizah yeteneği de Tanrı katındaydı ve ulaşılmazdı Tanrı’nın.
Bokunun “Kendimi iyi hissetmek için artık haber okumuyordum” demesine gülmeden edemedi, zarı kırık gelen bir adet beşer vücut. Önce zarı kırık geldiği için, yeniden atılacağını düşündü. Yaşadığı gezegende öyle olduğuna göre, Tanrı katında da öyle olmalıydı. Ancak ne kazın ayağı ne de zarlar öyleydi. Kafaların almayacağı sonsuz bir kombinasyonda, orası kıyas götürmez bir yerdi. En azından böyle denilince, anlama ya da yorum yapma çabası ta en başta bertaraf ediliyordu. Seçimlerin cazibesi yanında sorgulamaya hiç gerek yoktu; zaten buna zaman da yoktu.
Popülasyon arttıkça zar atışları da hızlanıyor, heyecanın hasıraltı edilmesi, kalp atışlarına bırakılıyordu. Popülasyonu arttıran seks olduğuna göre, seksin bir katalizör olduğunu kim inkâr edebilirdi? Seksin devre dışı kalması durumunda, mitoz ve mayoz bölünmeler sotede bekliyor, onlar için bile hayat, “bir ihtimal daha olabilir mi?” bir hâl alıyordu.
İster seçimlerden ve o seçimlere bağlı varyasyonlardan ibaret olsun, ister alın, el, ya da daktilo yazısı olsun, hep tek yönlü ve durağındı hayat. Bir şeylerin aktığını gösteren bir şey varsa, o da zamandan başkası değildi.
Yazı giderek daha da ciddi bir hâl alıyor, kendisini alacak erkek egemene çok ağırdan satıyordu benliğini.
Tanrı, “Zarların en köşelisini, ‘Tanrı zar atmaz’ diyen ilk insan için getireceğim.” dediğinde, gezegendeki tüm insanımsıların gururdan saçları kabarıyor, ama hiçbiri de bu sözleri gram sarf etmemiş Einstein’ın hücre çeperi bile etmiyor, edemiyordu.
Zar, olasılıklar, bilim ve Tanrı…
Ne zar, ne olasılıklar ne de Tanrı umurundaydı bilimin. Ziyadesiyle açtı ve doyacak gibi de değildi.
İyi ki de değildi! Kaba kaba etler, koca koca galaksiler kendisine feda olsundu.
III. Para
Uç uca eklenirsin
Eklenirsin de gidersin ya
Trenleşme korkusuna aldırmadan
Tüm yakıştırmalara inat
Sen, önündekiler ve arkandakiler
Gözünüz görmez hiçbir şeyi
Biriniz düşecek olsa
Tek bir yumruktan düşersiniz
Tekinizi anlatması kâfidir
Ve hepinize dairdir söylenceler
Biriniz birlik der, sesiniz olur
Döner durur, tümünüzü anlatır
Siyah ya da beyazdır geriye kalan
En fazla bir gri
Ve aynısı makbûldür ya
Renge de gerek yoktur o zaman
“Kullan – at” diyordu; kullan – at!
Her şeyin ve herkesin kullanılıp atıldığı zamanlardı. Tavsiyesi kendi yüzüne çarpıp geri döndükten sonra, kötü bir ayna olduğunu anladı. Anlayışı da zamanlaması kadar beş para etmezdi; ama nedense asla paha biçilememişti kendisine. Kumaşını pahalıya satanlardan değil, zırnık koklatmayanlardandı. Ve para her zaman pis bir sinek gibi boka konardı. Sineği pis yapan, besin karşılama yöntemiyse şayet, onların dünyasında bizim yöntemlerimiz çok daha leş görünüyor olmalıydı. Ama para!.. Ama para!.. Leşlerin en leşiydi. Akbabalar ve sırtlanlar dünyasında bile kabul görmüyordu. Ona tenezzül eden tek yaratık insandı ve insan bile onun yaratıklığı yanında, apaçık, pirüpak ve tanımlanabilir kalıyordu.
Paraya hayat veren piçin sesi Hades’i boyladıktan sonra, bir daha çıkamaz olmuştu ki; imdadına borsa simsarları yetişti. Parayla çalışıp, parayla geberen bu mahlûkatlar zehir ve panzehir birlikteliğini bile ayaklar altına almışlardı. Doğru olan tek bir söylemleri vardı; o da para olmadan hiçbir bok olamayacağıydı. Bokun vazgeçilmez malzemesi değil, ta kendisiydi para. İnsan denen canlı formu hücresel olamasa da, yığınlar hâlinde parayla bir araya getirilip kenetlendirilmiş, alaşımın bileşiğe dönüşmesi için Tanrı’ya dua edilmişti. Alaşımı yeterince iğrençken, bileşiğini düşünmek bile istemiyordu Tanrı. Ya da bileşik hâline gelip titanlaşmış bir insan düşüncesi, Tanrı’nın gözünü fazlasıyla korkutuyor olmalıydı.
Değiş-tokuş dizeliyle çalışan paranın her zerresi aşağılık göndermelerle kaplıyken, cinsel göndermelerin estetik dünyasını yakalaması mümkün değildi. Satın alması da fayda etmeyecekti; üreyip çoğalmanın, cinselliğe hiçbir faydası yoktu çünkü. İnsan dışında diğer tüm canlılar bir adım öne çıkıp, kollarındaki saati Tanrı’ya göstererek “Cinsellikle vakit geçirildiğini, müsabakanın oyalandığını” haykırdılar. Evrim mahşeri haddinden fazla oyuncuyla kaplıyken, Tanrı’dan adil bir hakem olması beklenemezdi. Adil olmak gibi bir niyeti de yoktu zaten; hiçbir zaman da olmamıştı. Böylesi saçmalıklarla kaplı bir gezegenle vakit kaybettiğine göre, canı çok sıkılıyor olmalıydı. Pek matrak, pek âlem, pek ilahiydi Tanrı ve diğer sayısız galaksideki sayısız gezegende günlük işlerini halledip, Dünya’ya kusmaya, sıçıp sıvamaya geliyor olmalıydı.
Piçe bak; nasıl da yalan söylüyor! Ekmeğini bölmüş de yemişmiş! İnsansın lan sen; bölüp böleceğin tek şey mikroplardır; tabii paylaşacağın da! Üret paylaş, yarat paylaş ikililerini döndüren emek çarkları yağdan çok, terle çalışıyor ve ısınan motorlar fazlasıyla bunaltıcı ne de olsa; niye katlanasın ki?! Leke bıraksa da, siliciden başka bir şey değil para ve pisliklerini niye kendin temizliyesin ki! Ve parayla başlayıp, parayla sona eriyor tüm kullanımların; niye atasın ki!
Artık, Buda da gülüyor kendi söylemlerinin çoğuna. En başta da “Arzularınızı yenin ve istemenin lanetinden kurtulun!” söylemi ona bile gülünç geliyor artık. Bizse “Parayı yok etsek, kıçına bir dinamit lokumu bağlayıp ortadan kaldırsak, nasıl olur?” diye soruyoruz kendisine. Ona da gülüyor; hem de katıla katıla, çatlarcasına gülüyor.
Bok ye dogma; bok ye! Ve bi’ kerecik olsun vazgeç; piçliğinin ardına sığınma insan!
Kenan Yaşar