4 C
İstanbul
Pazar, Aralık 22, 2024
Ana SayfaTuna EmrenSirkeyi Tadanlar | İkinci Bölüm: Aklın Büyüsü LOGOS

Sirkeyi Tadanlar | İkinci Bölüm: Aklın Büyüsü LOGOS

Sirkeyi Tadanlar

2.Bölüm

Aklın Büyüsü LOGOS

Üstün insan Tao’yu duyunca
onu hayata geçirebilmek için elinden geleni yapar.
Vasat insan onu duyunca kimi zaman yaşar onu,
kimi zaman kaybeder izini.
Yetersiz insan duyunca Tao’yu, kahkahalarla güler.
Gülmeseydi eğer, Tao olmayacaktı zaten.

                                                                                   -Lao Tzu

Uygarlığın en yaratıcı dönemlerinden birinde yaşadığımıza hiç şüphe yok. Lakin onun karanlık ve yıkıcı yönü de iliklerimize kadar işledi. Artık mutlu olabilmek öyle zor ki bilim dünyası bile el ele verip pozitif psikoloji üzerine çalışmaya başladı. Egzersiz yapın, iyi beslenin, başarılarınıza odaklanın diyorlar. Ne var ki bunlar yalnızca günü kurtarmaya yönelik tavsiyeler. Hastalığın kendisini görmezden gelip semptomları tedavi ettiğimiz için bir iyileşme belirtisi görülmüyor. Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre, depresyon geçiren insan sayısı 300 milyondan fazla. Ve her yıl 800 bin kişinin depresyon yüzünden intihar ettiği söyleniyor. Yaşama sanatı söz konusu olduğunda, ister felsefi olsun, ister bilimsel ya da spritüel, Batılı doktrinlerin işe yaramadığı aşikâr.

İlacı Doğu’da bulacağımızı söyleyemem. Bulsak bile Batılı zihnin orada yetişmiş bir şeyi öyle kolayca kabul etmesi beklenemez. Doğu felsefesini gülünç buluyor, bizimkinden daha alt seviyedeki bir uygarlığın yeterince gelişememiş zihinsel faaliyetlerinin ürünü olarak değerlendirip geçiyoruz. Şüpheci ve eleştirel bir zihinle yaklaşıp, belirli bir mesafeden, sadece yüzeyine göz atınca öyle görünüyor gerçekten.

Aristoteles’in ilkelerini izleyen Batılı zihnin paradoksal düşünmekte zorlanması gayet doğal. Doğu felsefesiyse paradokslar üzerine kurulu. Çinliler, yaşamın özündeki paradoksun, yani kutupların birliğinin kavranması konusunda tüm kültürlere oranla bir adım öndeymiş. “Karşıtların dengesi üzerine kurulu bir felsefe, yüksek bir kültürün göstergesidir” diyor Carl G. Jung.

“Aynı şeyin, aynı anda, aynı şeye, aynı şekilde hem ait olması hem de olmaması mümkün değildir” diyor Aristoteles. Özdeşlik yasasıyla A’nın A olduğunu söyledi. Çelişmezlik yasası; A, A olmayan değildir, dedi. Ve “Bir şey ya A’dır ya da A değil” diyerek son noktayı koydu. Lao Tzu ise paradoksal mantığın genel ilkesini şöyle tanımlamış; “Kesin bir doğruluk gösteren şeyler paradoks gibi görünür.”

Batı’da paradoksal mantığın ilk felsefi örneğine Heraklitos’ta rastlıyoruz; “Aynı ırmağa gireriz, ama ırmak aynı değildir; Bu biziz ve biz değiliz.” Ona göre, bunun ardında tek bir güç var ki, kendini canlı ya da cansız her şeyde dışa vuran bu evrensel gücün Lao Tzu’nun Tao dediği şeyden pek farkı yok. Zaten o da karşıtların, varoluşun temeli olduklarını dile getirmiş. Lao Tzu bunu daha şiirsel bir ifadeyle özetliyor; “Düzenli akışı içinde Tao hiçbir şey yapmaz. Bu nedenle onun yapmadığı hiçbir şey yoktur.”

Anlamak kolay değil. Böyle söyleyeceğimizi bildiği için müstehzi bir tavırla meydan okuyor; “Aslında sözlerimi uygulamak çok kolaydır. Ama dünyada bu sözleri anlayabilecek tek bir insan yok.”

Zihin, Madde ve Form: Biri Gitmeli

Bilinecek bir şey varsa, onu bilecek bir özne de olmalı. Dilbilgisi kuralları öyle olması gerektiğini söyler. Yani evrensel, ontolojik bir yasa değil bu. Düşünürken bağlı kaldığımız bir uzlaşı sadece. Öyleyse zihin bambaşka bir yol da izleyebilir. Fakat dilin ikna gücü öyle baskın ki ondan çıkan her şeyi nihai gerçekler olarak algılayıp idealize etmeye hazırız.

Batı felsefesi işe zihin, madde ve form ayrımıyla başlarken, Doğu sadece zihin ve formdan bahsediyor. Bunun sebebi, zihin ve madde diye bir ayrımın olmaması. Formlarsa geçici. Bu nedenle formların zihinle ilişkisi üzerinde durup, hepsinin “zihnin formları” olduğu sonucuna varmışlar:

Sözle değişime uğratılmamış somut dünyada açık-kapalı, küçük-büyük, iyi-kötü, önce-sonra, güzel-çirkin yoktur. Her şey sadece kendisidir. Onları böyle algılayan zihindir. Öyleyse, sınıflandırarak bildiğimiz bu dünya zihnin bir ürünü olmalı. Tıpkı gerçeğin ne olduğunu ifade etmeye çalışırken onu bozduğumuz gibi, zihnin ne olduğu sorusu da yanıtlanamaz. Çünkü her “ne” bir sınıflandırmadır ve sınıflandıranın kendisini sınıflar.

Bu saçma geliyorsa, sözü gelmiş geçmiş en büyük matematik dehalarından biri olan Kurt Gödel’e bırakalım; Her mantıklı sistemin, kendisiyle çelişmeden açıklayamayacağı, bu yüzden doğru olduğu varsayılan bir önerme bulunur. Doğu, zihni, Gödel’in bahsettiği o öncül olarak ele alıyor ve onun hesaplanamayacağını, hal böyle olunca tanımlanamayacağını söylüyor; “Ona erişilemez, ölçülemez. Bu nedenle felsefi görüşlerin ötesindedir. Hiç doğmamıştır. Zihinden başka hiçbir şeyin olmadığıdır söylediğim. O bir varlık değil, boşluk ya da yokluk da değil; hem varlığın hem de yokluğun ötesinde.”

Dünya, bu tanımlanamayan bilincin kendisinden, spontan bir şekilde sudur eder. Olası tüm formların kökleri onda. Ve net bir şekilde belirtildiği üzere, bu yapı ego bilincin kavrama becerisini aşıyor. Tao’da düşüncenin ulaşabileceği en yüksek nokta “Bilmediğimizi Bilme Bilgeliği”.

Doğu felsefesi “Nihai hakikat ne düşünceyle ne de onun bir ürünü olan sözle kavranabilir” diyor; “Kim ki Tao’yu bilir, konuşmak istemez. Kim ki ondan söz eder, onu bilmiyor demektir.”

Peki ya Logos?

Platon ve Aristoteles’in izinden yürüyüp Bilgi’yi Heraklitos’un Logos’uyla temellendirdik, aklın büyüsüne kapıldık. Heraklitos büyük bir dehaydı. Elbette Logos da gerekliydi. Başka nasıl bu kadar gelişebilirdik ki? Stoacılar Söz’e, onun evrensel akıl aracılığıyla dile geldiğini belirten bir tanrısallık da atfettiler. Philo, Logos’u “Tanrısal Söz” anlamında kullanıyordu. Daha sonra Söz’ün insan kılığında bedenlenmiş hali gelecek, “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına” konuşacaktı. Ne var ki Logos’u baş tacı eden değil, onu reddeden erdi Söz’ün özündeki sırra.

“Burası başka bir evre, düşünceyle ulaşamazsın” diyenler karşısında çaresizce bakakalıyoruz. Örneğin Tao’nun dile dökülemez oluşu nedeniyle, bir heykeltıraşın taşa şekil verirken yaptığı gibi, önce gereksiz parçaları temizleyerek girişiyorlar işe. “Ne olmadığı” anlatılarak tüm fazlalıklar atılınca ortaya bir form çıkıyor. Tabii ki her zihnin kendince algılayabileceği bir form bu. Batılı zihne bu kadar tuhaf gelmesinin sebebi, sözcüklerle ifade edemediğimiz şeyleri kabul etmekte zorlanıyor oluşumuz. Sözlerimiz, düşüncelerimiz gibi doğrusal ilerliyor. Deneyimi de bu şekilde anlatmaya çalışıyoruz. Peki yaşam da aynı doğrusal yolları mı izler?

Sirkeyi tadan üç bilgenin kullandığı dil sistemiyse ideografiyle ifade edilen kelimelerden oluştuğu için, bunların önemli bir kısmı hem isim hem de fiil olma özelliğine sahip. Bu dilde düşünen birisi, nesnelerin aynı zamanda deneyimler olduğu ön kabulüyle bakıyor dünyaya. Yaşamın doğrusal olmayan doğasını daha rahat kavrayabilen bir zihin bu.

Buda’nın da Lao Tzu gibi “söze dökülemeyeni” anlatmaktan imtina ettiğini biliriz. O, zihni tutsak olduğu kavramlardan özgürleştirmek adına yeni bir boşluk yaratmaya çalışıyordu. Perdeleri kapatıp dışarıdaki manzaranın bir resmini sunmak yerine, camı açıp dışarıya bakmamızı istedi. Çünkü tanımlama ya da ölçme bir sınır koyma işlemidir neticede. Ve ancak bir şeylerin bölünmesiyle mümkün olur. Biz ölçtüğümüz dünyayı ölçümün kendisinden ibaretmiş gibi algılamaya meyilliyiz. Gerçeği de bu ölçüme indirgeriz. Budist doktrinse tıpkı bir izafiyet öğretisi gibi konuşuyor.

Buda’ya isnat edilen sözlerin büyük çoğunluğu, çok uzun bir süre boyunca şifahi aktarımla tekrarlanıp, bu esnada zamana uyacak şekilde değiştirildikten sonra yazıya döküldü. Ama zaten şifahi öğreti ikincil öneme sahip. Budizm’in temeli, Buda’nın yaşadığı deneyimin ta kendisi. Yani Buda’nın asıl mesajı “söylenmeyen”de yatıyor. Kelimeler onu açıklayamadı. Buda entelektüel merakı gidermeye çalışmadı. Bunun kimseyi “özgürlüğe” götürmeyeceğini söyledi ve felsefi bir sistem kurulmasına karşı çıktı. Bu sessizliği bozan, Hindistan’da filizlenen Mahayana Budizmi’ydi. Onun, bilinçdışı süreçlerden de bahseden psikolojik yaklaşımı şu noktayı vurguluyor; Her türlü düşünce, gerçeği kendisi yoluyla yok eden diyalektik bir süreçtir.

Nosce te ipsum

İtiraf edelim, Buda ulaşılamayacak bir ideal. Kimse başaramadığı için değil, bize göre imkânsız olduğu için. Zira sadece Zen’in yükseliş döneminde bile satori’ye ulaşan onlarca Zen ustası var. Bunların hepsi birer Buda’ydı.

Lao Tzu desen, kitabın ortasından konuşup onu anlayamayacağımızı söylemiş. Konfüçyüs ise öğretebiliyor, fakat bir türlü gerçeğe dönüştüremiyor. Daha doğrusu, uygulanabilir bir sistem kurmuş ama bunun için gereken koşulları asla yaratamayabiliriz.

Felsefesi modern insanın yaşamına daha çok uyan bir örnek var; Jiddu Krishnamurti. Bu adamın, kitleleri olağanüstü seviyede etkileyebildiğini biliyoruz.

“Gerçeğin ne olduğunu bulmak için zihin kendisinin farkında olmalı, kendini bilmelidir. Bu da bütün bilinçli ve bilinçdışı dürtü ve zorlanımlarına karşı tetikte olması demek. Ama geleneklerin, değerlerin, kültür ve eğitim denilen şeyin kalıntısı, artığı olan bir zihin gerçeğin ne olduğunu bulamaz. Tanrı’ya inandığını söyleyebilir, ama bu kendi şartlanmasının yansıtılması olduğundan, tanrısının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Şartlanma alanı içindeki arayışımız, arayış değildir. Bunu anlamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Kısıtlı bir zihin asla zihnin ötesinde olanı bulamaz ve Tanrı’ya inansın ya da inanmasın, şartlanmış bir zihin kısıtlı bir zihindir. Tutunduğumuz bütün inanç ve dogmaları, bütün otoriteleri, özellikle de ruhsal olanları bir yana bırakmak zorunda oluşumuzun nedeni budur. Ebedi olanı, zamanın dışında duranı an­cak o zaman bulabiliriz.”

Krishnamurti de kendini bilmekten bahsediyor.

2700 yıl kadar önce Antik Yunan düşünürlerinden biri Delfi Tapınağı’nın girişine Nosce te ipsum yazdı; Kendini Bil!

Kendimizi, dışarıdan gelen geribildirimlerle biliriz. En zekimiz, en özgüvenli görünenimiz, en güzel/yakışıklı olanımız, kısacası güvendiği her neyse o konuda en iddialı olanımız bile -hatta belki de en çok o- türlü nevrozların etkisinde. Çünkü kaygılarla doluyuz. Otoriteyle dengelenen toplumsal düzenin verdiği eğitim, çiçekler açtırabilecek her değerli şeye gözünü dikip topluma tam bir uyum adına budamaya girişiyor, insanın kendi doğasıyla çatışmasına yol açıyor. Uygarlık adına büyük bedeller ödemek zorundayız. Nevrozların, suça eğilimin ya da uygarlığın tipik bir niteliği olan karşı devrimlerin ortaya çıkması kaçınılmaz. Sonuçta kendi doğamıza meydan okumak ile diğer her şeyi reddetmek arasında kalıyor ve ilki mümkün olmadığı için suçluluk duygusuyla ikincisine yöneliyoruz.

Kendisini gerçek anlamda tanıyan, ne istediğini bilen, başka insanları birer zıplama taşı olarak kullanmayan, kendiyle tamı tamına barışık kaç kişi var hayatımızda? Her şeye rağmen dengesini korumayı başaran, kitle insanı olmayan, özgün, cesur, neşeli, güçlü kalabilen kaç kişi tanıyorsunuz? Dürüst olalım; Bu, sıradan insanın çağı. Kurtuluşa ihtiyaç duyan bireylerden ibaret toplumlarımız da bu bireylerin niteliklerini yansıtıyor.

Homo economicus’un ‘Post-Truth’ Sınavı

Günümüzde artık nörobilimin gelişimiyle net bir şekilde ortaya konan çarpıcı bir gerçekle karşı karşıyayız: Beynimiz sandığımız kadar güvenilir değil. Yine de mantığa olan aşırı bağlılığımız bu gelişmeden hiç etkilenmiyor. Oysa “mantıklı birey” de yalnızca bir önerme. 1700’lerin sonlarına doğru ortaya atıldı ve insanın gururunu öyle okşadı ki kısa zamanda tüm Batı dünyasını ele geçiren bir inanca dönüştü. Hatta ekonomi bilimi bile bu varsayım üstüne kuruldu. Bunun gerçek olmadığı anlaşıldığında, davranışsal ekonomi adı verilen yeni yaklaşımı geliştirmek zorunda kaldık.

Davranışsal ekonomistler, insanların çoğu zaman mantıkla değil, duygularıyla harekete geçtiğini biliyor. İşin aslını yansıtsın diye “sınırlı rasyonellik” diye bir kavram yarattılar. Stanford Üniversitesi Davranışsal Bilimler Profesörü Margaret Levi, “İnsanların ekonomi biliminde Homo economicus olarak ele alınması, beraberinde mantıklı birey kavramını dayatmıştı” diyor; “Artık bu varsayımın gerçeklerden çok uzak olduğunu hepimiz biliyoruz.”

Tek sorun mantıklı olamamamız değil. Beynin ödüllendirme merkezi olarak çalışan nucleus accumbens’i de bozan bu toplumsal yapıda, beklentiler-kazançlar dengesini bir türlü oturtamıyoruz. Yanlış zamanda dopamin salgılıyor ve uyuşturucu, seks, yemek, para, başarı, kumar, alışveriş ya da adı her ne olursa olsun, mutlaka bir şeylere bağımlı hale geliyoruz. Çünkü artık mutlu ve rahat olabilmek için dopamin bombardımanına ihtiyacımız var. Hâlbuki dopaminin mutlulukla hiç ilgisi yok; sadece kısa bir süre boyunca iyi hissetmemizi sağlayan bir ödül sistemi.

Bunlar yetmezmiş gibi, Logos evrensel bir geçerliliğe ulaştı ama bireyi bütünleyeceğine kurumları bireyleştirdi. Çağımızın belası post truth, Söz’ün nerelere vardığının en açık göstergesi. Söz manipülasyon aracına dönüştü. Gerçekler tahrif ediliyor, yalanlar gerçeğin tahtına yerleştiriliyor. Herkes her şeyden ve diğer herkesten kuşku duyar hale geldi. İnsanın böyle bir dünyada mutlu olabilmek için olağanüstü bir çaba göstermesi gerek. Son derece kaygan bir “gerçeğe” tutunma çabası bu.

Batı düşünürlerinin aynı aşınmış yollardan yeni bir şeyler yaratmaya çalıştığını işaret eden Karl Marx, “Dünyayı farklı yollardan yorumladılar ama asıl yapılması gereken, onu dönüştürmektir” demişti.

Sudaki Ay

Sirkeyi Tadanlar yaşamın tadı konusunda uzlaşamamış olsalar da temelleri Konfüçyüs ve Lao Tzu’yla atılan bir kültürü Budizm’le taçlandırarak eşi görülmemiş bir işbirliğine imza attıkları ortada.

Konfüçyüs’ün dilbilimsel, kültürel, hukuki ve etik sistemlere odaklanarak sunduğu toplumsal yapı öncelikle çocukların eğitimine odaklanıyor. Tao ise olgun insanların yöntemi olarak benimsenmiş. Toplumdan geri çekilen bu insanlar, kalıplaşmış düşünce ve davranış yöntemlerinden, içe dönerek kurtulmak istiyor. Konfüçyüs toplumsal ihtiyaçları karşılamak adına yaşamın kendiliğinden ve doğal olan yönlerini, geleneklerin kurallarıyla sınırlandırma amacı gütmüş ama bunu yaparken, çocuğa verilen eğitimin onun doğasına dokunmamasına özen göstermiş ki gelecekte kalıplardan kopup kendi doğrusunu bulabilsin. Taoculuk da “kendiliğindenlik” denilebilecek bu doğayı yeniden kuruyor.

Bu uygarlık Budizm’le tanışınca onu hemen pratiğe dökmeye başlamış. Örneğin meditasyonu, çay merasimi gibi günlük, sıradan işlerde bile uygulanabilir hale getirmişler. Batılı’nın ihtiyaç duyduğu şey de bu değil mi? Her ne yapıyorsan, yalnızca onun içinde ol ki gergin zihnin dinlenebilsin.

Budizm’in dört yüce gerçeğine bakınca, her ne kadar sözden uzak durmuş olsalar da orada bir yol haritası bulunduğunu görebiliriz:

Egoya tutunmak hayal kırıklığıyla sonuçlanmaya mahkûmdur. Kendini ve dünyayı kontrol etme arzusu derin bir güvensizlikten kaynaklanır. Bir şeyi kontrol etmeye çalışmak, başarılı olsak dahi başka şeyleri de kontrol etme zorunluluğu yaratır ve bu sürdürülmesi imkânsız bir kısır döngüdür.

Tanrı olmaya çalışanın kaderi karma olur: İnsan dünyaya bir tuzak hazırlamışsa, ona kendisi de yakalanır. Ancak karma ilahi bir ceza sistemi değil. Yaşamın akışına müdahale etme çabasına dâhil tüm eylemler zaten karma.

Nirvana ise öze dönüş. Zihin, kendisini kendisi yoluyla kavramanın saçma ve boş bir çaba olduğunu gördüğü zaman teslim olur: Sadece deneyim var, onu kavrayabilecek bir özne yok. Özne yoksa tutunmaya çalışmak niye?

Özne-nesne ilişkisinin olmadığı bir zihin yapısını anlamamıza yardımcı olmak için, genel algıyı tersyüz eden “sudaki Ay” imgesini kullanıyorlar. Ay ışığı suya yansıyorsa, su özne ve Ay da nesne olmalı. Su olmadığı ya da Ay olmadığı zaman sudaki Ay da olmaz. Yalnızca ikisi de olduğunda ortaya çıkar. İkisi de birbirinin parıltısını ortaya serer. Ama ne su Ay’ın yansımasını almayı amaçlamıştır, ne de Ay yansıma göndermeyi…

“Tao bulanık ve belirsiz bir şeydir.
Ne kadar belirsiz! Ne kadar bulanık…
Ama imgeler vardır içinde
Ne kadar bulanık! Ne kadar belirsiz…
Ve içinde şeyler vardır
Ne kadar soluk! Ne kadar karmaşık…
Fakat içinde zihin gücü vardır
Ve bu güç mükemmel olduğundandır ki
güven vardır içinde.”

 – Lao Tzu

Tuna Emren
RELATED ARTICLES
Abone Olun
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Most Popular