Küreselleşmeyi doğuran unsurların temelinde kitle iletişim araçlarının bulunduğu herkes tarafından kabul görmüş bir gerçek iken, sinemanın bu bağlamdaki gücünü hiç düşündünüz mü? Güç kelimesinin hem olumlu hem olumsuz iki anlamı olabileceğini göz önünde bulundurursak, sinemanın küreselleşme olgusundaki etkisini de her yönüyle duyumsamamız mümkün olur.
Bugün sinema denildiğinde ne kadar eleştirilirse eleştirilsin ilk akla Klasik Hollywood Sineması gelir. Sinemanın mutfağında yetişmiş ya da onu kendine dert edinmiş kişilerin hemen huzursuz hissettiklerini sezebiliyorum bu durumdan. Fakat konumuz küreselleşme iken belirli kesimdeki sinema izleyicisinden bahsetmenin değil, nitelikli-niteliksiz (sinema bilgisine istinaden) tüm izleyicileri kapsamanın gerekliliği aşikârdır. Bu perspektiften bakıldığında ise dünyanın %6’lık nüfusunu oluşturan ABD’nin yapılmış filmlerin %80’ine sahip olduğu gerçeği, Klasik Hollywood Sineması’nın gücünün altı bir kez daha çizmiş olur.
Sinemanın geçen zaman ile amaç ve etkilerinin evrildiği görülmektedir. İlk başta hikâyeden bağımsız bir biçimde sadece hareket eden resimlerin varlığıdır sinema. İnsanlar bu hareketli resimlerin şaşkınlığı ve heyecanını üstlerinden kısa sürede attıktan sonra sinema olgusunun içine hikâye, ses, renk, verilmek istenen mesaj ya da bir amaç için algı yönetimi gibi unsurlar katılarak günümüz sinemasına ulaşılmıştır.
Sinemanın küreselleşmeyle ilişkisi yapım aşaması ve gösterim esnasında olmak üzere farklı iki kolda gerçekleşir. Yapım aşamasında küreselleşmeye en güzel örnek ortak yapım filmlerdir. Resim ya da müzik gibi bireysel bir sanat değildir sinema, daha çok kolektif bir çalışmanın ürünüdür. Filmin sonunda akan yüzlerce ismin tek tek bilgi ve becerilerini aktardığı bir dinamiktir. Farklı kültürlerden çıkıp bir filmi oluşturmak için bir araya gelen bu insanlar, konuya farklı ülkelerdeki farklı mekânları kullanma gereksiniminin eklenmesi ile çok boyutlu bir etkileşim meydana getirirler. Daha ürün ortaya çıkmadan bile sinema küreselleşmeye her yönüyle dokunur hale gelmiştir.
Filmin tamamlanıp gösterime girdikten sonraki aşamadaki etkileri ise çok daha uçsuz bucaksızdır. Filmde kullanılan dil, anlatılan hikâye, öne sürülen yaşam şekli vb. bütün unsurlar binlerce kilometrelik yolları çok kısa bir sürede kat ederek gözlerimiz ve kulaklarımızdan süzülüp beynimize ve kişiliğimize eklemlenirler. Bu, korkunç bir etkidir.
Burada sinemada küreselleşmenin olumsuz gücünden bahsedecek olursak, bilinçaltı reklamları iyi bir başlangıç noktasını oluşturabilir. Bir filmde saniyede 24 kare görsel bulunmaktadır. Bunlardan yalnızca bir tanesinin gizli bir şekilde verilmek istenen mesajı ya da reklam öğesini içermesi amaca ulaşmayı mümkün kılar. O anda bilincimiz algılamasa dahi bilinçaltımız verilen mesajı kaydetmiş ve kullanmak için saklamıştır bile. İnsanlar üzerinde tıpkı hipnoz etkisi gösteren bu “bilinçaltı mesajlar” kitleleri kolaylıkla bilinçsizce tüketen zombilere dönüştürebilir. Bu 24’te 1 karelerin sadece metalara değil fikirlere de yöneltebileceğini görmek çok da zor olmasa gerek. Christopher Nolan’ın Inception(2010) filminde rüyalar aracılığıyla uygulanan “fikir ekmek” tabiri günümüz sineması ile mümkün kılınmıştır, hem de tamamen uyanık iken. 1998 yapımı distopik bilim-kurgu ve fantastik türündeki Alex Proyas’ın Dark City filminde her gece 12’de bilinçlerine enjekte edilen hayatları yaşayan insan modeli belki çok aşırı bir örnek gibi görülebilir. Fakat filmlerde gördüğü hayata ve estetik anlayışına öykünerek değişen toplum örneğini bu kadar yakından yaşarken temelde aynı şeyle karşı karşıya olmadığımızı hangimiz iddia edebilir? Uzaylılar, enjektör içindeki fikir sıvıları, her gün farklı hayat yaşayan insanların metafor olduğunu söylemek bile gereksizdir bu pencereden bakabilirsek eğer.
Yine sinemada küreselleşmenin olumsuz bir başka yönünden bahsedecek olursak, belli başlı sınırların çizilip insanların tek tipleşmeye yönlendirilmesi tehlikesi olağandır. Küreselleşme ile kalkan sınırlar, bilgi iletiminin kolaylığı gibi “iyi”nin tarafında yer alan sonuçlar, “kötü” taraf adına araç olarak kullanılabilir. Toplumsal bilincin yerini bireyselciliğin alması ile başlayan eğilimin sonucu olarak itaat eden insan modeli isteği artık bir sır değil. Bu insan modeline ulaşmak için de sinemanın iletiminden faydalanılması dolaysız ve kolay bir yöntemdir. Teknolojinin çok zor ulaştığı ufak yerleşim birimlerinde bile insanların tipik Hollywood filmlerinden birini topluca izlediğine, her repliğini ezbere bildiğine oldukça sık rastlamak mümkün. Gördüğü ve ona sunulan görüntü ve sesleri herhangi bir filtre geliştirmeksizin özümseyebilecek, donanımsız bireylerin bu itaatkâr insan modelini oluşturmada başlanılacak ilk nokta olduğunu söylemek ise artık bir komplo teorisi değildir.
Her teze karşılık bir anti-tezin varlığı söz konusu ise, sinemanın küreselleşmedeki rolünü nötrleyecek kutup yine sinemanın içinden filizlenmiştir. Roman uyarlamaları olsun olmasın bu yöndeki eleştirel filmler de bu anti-tezin ta kendisini oluşturur. Chuck Palahniuk’un romanından uyarlanmış 1999 yapımı David Fincher filmi Fight Club, tokat gibi eleştirileri ile hafızalara kazınmış bir filmdir. Kendi içinden çıktığı sektörü, kültürü, toplumu, yaşam tarzını ve birçok başka ögeyi acımasızca ama haklı bir tutumla yerden yere vurur. 24’te 1 kare tekniğini adeta bir belgeselden izliyormuşcasına öğretir, yaptığı eleştirinin yanına bir de farkındalık çağrısını ekler. George Orwell roman uyarlaması 1984(1984) ya da V for Vendetta(2005) da başarılı anti-tezlerdendir. Tek tipleşen insanlardan oluşan toplumların makine gibi işlemesi şaşılası değildir, çünkü bu filmlerde geçen “Big Brother” ya da yöneticiler öncelikli olarak insanı makineleştirmiştir. 1982 yapımı Ridley Scott filmi Blade Runner’ın günümüz için düşündüğü gelecekteki insana tıpatıp benzeyen androidlerinin karşılığı, içinde bulunduğumuz zamanda makineleşen insanlar olarak vücut bulmuştur belki de. Bir duvar yazısından alıntılanan şu söz, aslında bu anti-tez filmlerin eleştirilerini zekice özetlemiştir:
“Go to work, send your kids to school, follow fashion, act normal, walk on the pavements, watch TV, save for your old age, obey the law and repeat after me: I am free”(İşe git, çocukları okula gönder, modayı takip et, normal davran, kaldırımlardan yürü, televizyon izle, paranı yaşlılığın için biriktir, kurallara uy ve benden sonra tekrar et: Ben özgürüm.”)
Yine de şu gariptir ki, sinemayla küreselleşmeyi silah gibi kullandığını düşündüğümüz ABD ve Hollywood’un eleştirisinin ses getiren örnekleri yine o sınırlardan çıkmaktadır. Avrupa Sineması bırakın eleştiride bulunmayı, 90’lardan sonra kendini yinelemekten başka bir şey yapmamıştır. Türkiye’de ise çok başarılı işlere imza atılsa dahi Hollywood ve ABD sinemasının pompaladığı fikirlere çanak tutan kalitesiz yerel örneklerin arasında boğulmamak için gereken desteği ne yazık ki alamamışlardır. Çünkü Türk sinemasında “sanat filmi” diye adlandırılan filmler bazı çevrelerce kullanılmış ve “halk için sanat” ve “sanat için sanat” tartışmaları arasındaki makası açmış, dolayısıyla standart izleyicinin ön yargısını kazanmıştır. Avrupa Sineması bir yerde kendisini kurtuluşa götüreceğini düşündüğü için olsa gerek İtalya’da Ferzan Özpetek, Almanya’da Fatih Akın gibi yönetmenlerin filmlerinden filizlenen yeni toplum yapısına dair filmlerin yeni Avrupa Sineması’na yön vermesini pozitif bir bakış açısıyla izlemiştir. Son zamanlarda Türk filmlerinin Avrupa’da gördüğü ilgi de bunun bir sonucudur.
Sonuç olarak sinemada ya da sinemayla küreselleşme çok boyutlu ve ekonomiden bağımsız düşünülemeyecek bir olgudur. Sinemanın küreselleşmesi ile atılımlarda bulunan ve bunu iyi ya da kötü birer araç olarak kullanan tarafların vaziyetleri zamanla daha da belirginleşecektir. Bu atılımların etkileri ve belki de kazananı, yazıda tez ve anti-tez filmler diye bahsedilen iki tarafın geleceklerinde er ya da geç görülecektir. Senteze ulaştığımızda bunu anlayabileceğimiz bir farkındalığa sahip olmak dileğiyle… (13.12.2015)
Deniz Çobaner