Balans ve Manevra, Avrupa Yakası, Organik Aşk Hikayeleri gibi yapımlarla ülkemizde adından söz ettiren ardından da oyunculuk kariyerine son yıllarda Amerika’da devam eden Serah Henesey ile ilk yapımcılık deneyimi olan “The Surprise Visit” sonrası hakkında merak edilenleri konuştuk.
– Oyunculuk kariyerinizle hem Türkiye’de hem de yurtdışında çeşitli projelerde yer aldınız. Kariyerinizin ilk yıllarıyla günümüzün şartlarını bir arada değerlendirdiğimizde sektörde ne gibi değişiklikler görüyorsunuz?
Serah Henesey: Türkiye’deki değişiklikler çok fazla! Türkiye’ye ilk geldiğimde neredeyse endüstri yoktu, Türk film ve dizi üretimleri yok denecek kadar azdı. Oyuncu ajansı bile yoktu, mankenlik ajansına yazdırılıp oradan oyunculuk işlerine gönderilirdik. Türk dizilerinin yurt dışında satılması ve popüler hale gelmesiyle birlikte isler biraz daha profesyonel hale geldi. Türk film setinde 12 saat tahta iskemle üzerinde sahne beklediğimi bilirim. Karavan filan yok o zamanlarda… Şimdi görüyorum ama yine de sadece başrol oyunculara veriliyor. Burada ki gibi her oyuncunun yok. Ben Türkiye’de çalıştığım sürece hep yurt dışındaki sendikaları anlattım. Bana uzaylı gibi baktılar. Şimdi bile hala yok ya da var ama yaptırımları kısıtlı… En net örnek olarak Avrupa Yakası’nın tekrarları şu anda hala reyting listelerinde günün ilk onuna giriyor peki bundan televizyon kazanıyor, reklam satıyor, yapımcı kazanıyor. Oyuncusu, yönetmeni, set isçisi? Kocaman bir sıfır… DVD’si satılıyor, keza o satışlarda da durum aynı… Yurt dışında her gösteriminden, her DVD satısından herkes kazanıyor. Sektörün sendikalaşması lazım. Ayrıca 120 dakikalık dizi olmaz. Olmamalı…
Yurt dışındaki değişiklikler aslında #MeToo hareketi sayesinde gerçekleşti. Bu hareket çok şey değiştirdi. Harvey Weinstein’i tanıyorum ki başına gelenleri de sonuna kadar hak etti. Bu hareket diğer yönetmen ve yapımcıların kadın oyuncu ve çalışanlara bakış açısını değiştirdi. Harvey Weinstein Amerika’nın en güçlü yapımcısıydı. Karsısında insanlar titrerdi. Onu reddeden pek çok kadın oyuncunun kariyerini bitirdi ya da tecavüz ve cinsel taciz gibi tamiri olmayan yaralar açtı. Kimse yıllarca bu konuda bir şey yapamadı. Onu hapse göndermeyi basardık. Bu aynı şekilde yol almaya çalışan, kadınlara cinsel baskı uygulamaya çalışan yapımcı ve yönetmenlere korku saldı. Çok da iyi oldu. Darısı Türkiye’nin başına diyorum. Bir diğer gelişme de kadın – erkek oyuncular arasında uygulanan adaletsiz maaş politikasının gün yüzüne çıkmasıyla oldu. Aynı filmde başrol oynayan erkek oyuncuya on milyon dolar verirken, kadın başrol oyuncusuna beş milyon dolar verildiği ortaya çıktı. Kadın oyuncular arasındaki dayanışma ve birlik bunların tartışmaya açılmasına sebep oldu. Bir çok erkek başrol oyuncu kadın meslektaşlarına aynı ücret verilmediği takdirde projelerden çekileceğini açıkladı. Bunun üzerine yapımcılar daha eşit ve hakkaniyetli davranmak zorunda bırakıldı. Bunların hepsi güzel gelişmeler.
– Elbette her sektör içinde bulunduğu koşulların öngördüğü gelişim ve ilerlemelere ayak uydurarak zaman içinde bir dönüşüm yaşar. Günümüzde dijital platformlarda gerçekleşen dizi ve film üretimlerini nasıl buluyorsunuz?
S.H.: Netflix filmlerinin Oscar yarışında yer alıp almaması uzun süre konuşuldu burada… Açıkçası ben bu konuda biraz gelenekselim bazı filmlerin sinemada izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama tabii ki Netflix, Amazon, Hulu çok kaliteli yapımlara imza atıyorlar, sinemaya destek veriyorlar, o yüzden tabii Oscar ya da benzeri ödülleri hak ediyorlar. Ben sinema – film – televizyon endüstrisine büyük bir aşk besliyorum. Bu konularda emek veren insanlara çok büyük bir saygım var. Tabii ki onlar da ödüllendirilmeli. Ama sinema salonlarını da ayakta tutmak lazım… Ödüle gidecek filmlerini direkt Netflix ya da Amazon’da gösterime sokmak yerine 1-2 ay sinema salonu gösterimi sonra da dijital platform açılmasını daha doğru buluyorum. Bu tartışmayı ilk Alfonso Cuaron’un “Roma” filmi açmıştı. Sonra da Martin Scorsese’nin “The Irishman” filmi… Bazı yapımcılar ve yönetmenler Netflix filmlerinin Oscar’da yarışmaması gerektiğini düşündüklerini belirtti. Her şeye rağmen “The Irishman” on dalda aday oldu. Belki kazanamadı ama tartışmalar dindi. Kaliteli her yapıma saygım var. Sinema benim için başka bir aşk. Ayakta kalmaları en büyük temennim…
– Dijital platformlardan söz açılmışken… Yakın dönemde izlediğiniz yahut takip ettiğiniz Türkiye’den bir film ya da dizi projesi oldu mu?
S.H.: Elbette! Burcu Biricik’in oynadığı “Fatma” dizisi izlemesi çok keyifli bir projeydi. Büyük gurur duydum. Oyunculuk, yönetim ve hikayesiyle uluslararası kalitede bir işti. Ayrıca Berkun Oya’nın Ethos (Bir Başkadır) dizisini de çok beğendim. Tülin Özen’i yıllardır çok beğenirim, Öykü Karayel ile birlikte döktürmüşler. Berkun Oya’yı da çok başarılı buluyorum.
– “The Surprise Visit” kısa bir süre önce Amerika’da seyirciyle buluştu. Eleştirmenlerin yapıma yaklaşımları da oldukça pozitif… Film yapım aşamasındayken filmle ilgili öngörüleriniz ile bugünü kıyaslarsak filmin gördüğü ilgiden memnun musunuz?
S.H.: Gerçekten çok çok memnunum. Covid’in ortasında, bin bir güçlükle ve çok ufak bir ekiple yapımcılığını üstlenip çektiğim filmimin ilk önce dağıtımcılığını Vertical Entertainment üstlendi. Burada oldukça bilinen saygın ve büyük bir dağıtım şirketidir. Mark Wahlberg ve Harvey Keitel filmleri var ellerinde ve bizim film en ufak film diyelim. Sonra filmimiz sinemalarda gösterime girdi. Üzerine de sinema eleştirmenlerinden çok iyi eleştiriler aldı. Amerika’da bir ile dört milyon dolar arasındaki bütçeleri bulunan filmler “düşük bütçeli film” olarak adlandırılır. Biz filmimizi yarım milyon doların altında çektik yani tam bir “indie” tarzında oldu. Bütün bunlara rağmen filmimizin gördüğü ilgi, Washington Post’a haber olması bizi havalara uçurdu. Eleştirmenlerin “düşük bütçeyle de iyi film çekilebileceğini gösterdiniz” demesi koltuklarımı kabarttı. Filmle ilgili başlardaki öngörüm de simdi ki de aynı. Ben filmime çok inandım. Filmimde değişiklikler yapmak isteyen yönetmen ve diğer yapımcılarla savaş verdim. Şimdi hepsi “İyi ki senin öngörüne sadık kalmışız” diyorlar. Filmde çalışan herkes çok inanarak, sevgiyle ve özveriyle çalıştı. Seyrettiğiniz zaman zaten görüyorsunuz bunu. Hiç bir zaman da sadece kendi adıma değil tüm ekibe dua edip herkes başarılı olsun, onlara da iyi bir kartvizit olsun diye niyet ettim ve hakikaten de öyle oldu. Uyuşturucu bağımlısı gençleri oynayan çiftimiz daha kariyerlerinin çok başında ve bu filmin onlara çok güzel kapılar açacağına eminim, zor rollerdi çünkü. Filmin sinematografisi çok beğenildi. Kamera ekibim dört kişiydi ve on kişilik iş yaptılar, görüntü yönetmenimin alkışlanması beni çok mutlu ediyor keza yönetmenimin de öyle… Egoları işin içine katmadan aşk ve özveriyle yapılan her ii başarı getirir. Kendime ufak bir pay çıkaracaksam çok film izleyen biriyim. Büyük sinefillerle çok tartışmalarım, fikir alışverişlerim oldu. Allah rahmet eylesin Peter Bogdanovich’i yakın zamanda kaybettik. Onunla saatlerce sinema konuşmak, tartışmak çok büyük bir zevkti. Her ne kadar sinefil olmasam da filme inandım ve sonuç bu noktaya kadar geldi.”
– “The Surprise Visit” sadece oyunculuk kariyerinizle ilgili değil aynı zamanda hem yapımcı olarak hem de senaryo ekibinde yer almanızla sizin adınıza kariyerinizde önemli bir yeri olacak bir yapım oldu. Filmin arka planında neler yaşandı? Oyunculuğun yanında işin mutfağında da yer alırken ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
S.H.: Covid’in başında filmi çektik. Daha aşı durumu da olmadığı için herkes tedirgindi. Bir de filmi eşimin ailesinin tarihi malikanesinde çektik. 17. yüzyılda inşa edilmiş bir yapıt. Amerika’da tarihi binalar arşivinde de yer alıyor. Kayınvalide ve kayınbaba yaşlı ve yüksek risk grubundaydı. Onları hasta ederiz diye çok tedirgindik. Oyuncuları ve ekibi testlere tabii tuttuk, oyuncular dışında herkes maskeyle çalıştı ama yine de set dışındaki vakitlerde ne yapıyorlar bilemiyorsunuz. Neyse ki herkes sorumluluk sahibi yetişkinlerdi. Kimse hastalanmadan çekim sürecini bitirdik ve sonrasında hepimiz rahatladık. Bunun dışında benim açımdan en zor olan kısım ise maddi meseleleri konuşmak oldu. Sanatla haşır neşir olan insanlar genelde para konuşmayı pek sevmez. Ben ise hiç sevmem. Ajans ve menajerler bunun için vardır. Fakat bir projenin yapımcısı olunca ve kendi paranızla bu proje çekilince o konuyu hızlıca aşmak durumunda kaldık. Filmin cast sürecini de ben yönettim. Kadın başrol için 3000, erkek başrol için de 2000 kişi üzerinde tarama yaptık. Çekim mekanımız Virginia’nın kırsal bölgesi ve internet çok sınırlıydı. Binlerce deneme çekimini internetsiz alanda seyretmek insanın sinir uçlarını elbette zorladı. Bunun yanında teknik zorluklar da yaşadık. Sis makinemiz sürekli bozuldu. Gecenin ikisinde Los Angeles’ta sis makinesi ararsan bulursun ama Virginia ormanlarında bu maalesef mümkün değildi. Virginia ayrıca New York yahut Los Angeles gibi prodüksiyon merkezi de olmadığı için film ekibini buraya getirmek bir dizi ekstra maliyetin de karşılanması anlamına geliyordu. Çekimin başlamasına iki hafta kala kostüm sorumlum ve makyözüm yoktu. Çok cesaretli biriyimdir ben. Lügatımda imkansız kelimesine yer yoktur. Fakat o iki haftalık süreçte çok panikledim. İşin altından kalkamayacağımı düşündüm. Sanırım ilahi bir yardım aldım ve bir anda tüm ekip hazırdı. 12 kişilik ekiple film çektik ve başarılı olduk. Daha ne diyebilirim ki…
– Filmin Eric Roberts, Rob Riordan ve Jacqi Vene gibi isimlerle çalıştınız. Filmin yapım sürecinde sette neler yaşandı? Unutamadığınız bir an var mı?
S.H.: Eric Roberts, Amerika’da en çok film çekmiş kişidir. Oscar’a ve Altın Küre’ye aday olmuş, Christopher Nolan filmlerinden düşük bütçeli filmlere uzanan çok geniş bir yelpazesi var. Dolayısıyla tecrübesi kimsede yok. Sadece seyrederek çok şey öğreniyorsunuz. Herhalde unutamayacağım gün çekimlerin ilk günüdür. O gün benim sahne çekimin yoktu ve sadece yapımcı sıfatıyla çekimlerde bulunacağım iki günden biriydi o gün… Diğer günler hem oyuncu hem de yapımcı şapkasını taşıdım bu da mutluluk vericiydi. İlk gün oraya giderken çok heyecanlıydım çünkü beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Gittiğimde herkes çalışıyordu, sahneler çok güzeldi, oyuncular da iyi bir iş çıkardığında derin bir oh çekmiştim. Biraz gurur da duydum ama bu gurur içinde ego değil tevazu ve şükran taşıyordu. Bu kadar yetenekli insan bir araya gelip bize şans tanıdılar. Çok şükür dedim.
– Dijital dünyanın gün geçtikçe hayatlarımızın içinde kendine daha da yer bulmasıyla burada bir barınma ihtiyacı göz önüne geliyor. Dijital dünyanın giderek gelişmesiyle reklam, üretim ve toplumlara ulaşım hususunda sinema sektörüne artı bir değer kazandırdığını düşünüyor musunuz?
S.H.: Artı bir değer kazandırdığı mutlak. Sanatın gerekliliğini tartışan herkese sorum şu oldu; Pandemi sürecinde iki yıl geçti. Eve kapandığımız süreçte ilk sarıldığınız şey ne oldu evlerinizde? Kitap, şiir, film ve müzik oldu mu olmadı mı? Demek ki sanatçılara daha çok sahip çıkmamız lazım. Ayrıca bunları bize ulaştıran dijital dünyaya yatırım yapmak lazım. Virtual Reality konusu çok hızlandı. Bana da çok enteresan geliyor. Louvre müzesine gitmek veya Amazon ormanlarını gezmek için artık uçağa binmek gerekmeyecek. Virtual Reality’de bu yerlere gitmek zaten bir süredir mümkün. Ama artık oralara gitmek değil, oraya sizin gibi Virtual Reality’de giden insanlarla etkileşimde bulunmak da mümkün. Yakın zamanda bunu fuar ve konser gibi alanlara taşıyacaklar. Tabii ki hiç bir şey Louvre müzesini canlı olarak gezmenin yerini tutamaz, ama insanların eğitim ve kültüre ulaşmalarının önünü açmak konusunda çok başarılı buluyorum.
– Sidney’e olan özleminizi de hesaba katarsak orada gerçekleşecek bir hikayeyi içinde barındıran bir filmde yer alma düşünceniz var mı?
S.H.: Ah Sidney… Çocukluğumun bütün büyüsünü böyle muhteşem bir yerde doğmuş olmama borçluyum. Orayı çok özlüyorum. Pandemi sürecinde tamamen kapandıkları için gitmek zordu, şimdi yavaş yavaş açıyorlar ancak benim köpeklerim var ve ben köpeklerimle seyahat eden biriyim. Aşağı yukarı her ülkenin havalimanını görmüşlükleri var. Avustralya hariç. Ada olduğu için evcil hayvanları girişte karantinaya alıyorlar ki buna asla izin vermem. Uzaklığı nedeniyle de iki günlüğüne gidilecek yer değil. Hani üç – beş günlüğüne bırakırım bebeklerimi biriyle ama filmler, diziler öyle üç – beş günde çıkmıyor ortaya! Neyse ki şimdi esim var. Bir – iki aylığına bırakabileceğim güvenli biri var hayatımda. O yüzden isterim. Avustralya sineması çok iyi filmler çıkarıyor. Kaldı ki Fox ve daha pek çok stüdyonun orada film platoları var. İsterim tabii ki…
– Yakın gelecekte ilgililerle buluşacak yeni projeleriniz var mı?
S.H.: Yine gerilim tarzı bir film projemiz var. Herhalde önümüzdeki kışa kaldı. Gerilim filmleri pek bahar aylarında verimli olmuyor. Biraz kasvet ve gri istiyor. Sanırım yeni projemiz önümüzdeki kış mevsiminde izleyiciyle buluşur.
– Son olarak söyleşimizin okurlarına ne söylemek istersiniz?
S.H.: Sanatın her alanına aşk besleyen biriyim. Dansçılar, şairler, heykeltıraşlar, ressamlar… Yaratıcılık üzerine kafa ve kas yoran kişiler benim ailemdir. Sizler ailem ile halk arasında bir köprü oluşturuyorsunuz. O yüzden sizlere müteşekkirim. Okurlarınıza selam ve sevgilerimi gönderiyorum.