11.4 C
İstanbul
Pazartesi, Kasım 18, 2024

Sekte

Bomba gibi bünyeleri var atomların. Sıkıştır hadi; sıkıştır ki patlasın.

Kendini mantarlarla açımlayan bir doğada, önce sütten, sonra tek tabanca kesilmek. Suyun eriyik olduğunu ateşten mi öğrensek?

Çok da kızma gökyüzüne. O olmasa, bir başkası; olmadı, altı örtecek bilincini.

Dalınca anlam kazanıyor, uzakla derin. Yine kaçırmışız epey. Seni atladığım yeri hatırladım demin.

Aşkını arayan bir nesne esnedi belirtisiz belirtisiz. Uykusu da vardı ama, daha çok aşkı vardı ve bunu belli etmemek için sürekli esniyordu.

Trenden kafasını uzatıp, “Seni seviyorum!” dedi. Trense aldırmadan gidiyordu. Hiçbir şeye de aldıracağı yoktu. Zaman çizelgesinde daha önce de tren sevicileri olmuştu. Hatta hiç de azımsanamayacak kadar çoktu sayıları ve sevici tarihine derin izler bırakmışlardı. Üstelik trenlerin hareket hâlinde olup olmamalarının da bir önemi yoktu. Zira camdan sarkan tüm seni seviyorum kafalarının hepsi de aynı kapıya açılıyordu. Düşünce bazında yani. Ya da yapı; ne fark eder?! Sadece rüzgâr etkileşimleri ve temasları farklıydı. Yoksa her daim ıslak ve püfürüktü aşk.

İtiraf etmeliyim ki, aşkı çok gerilerde bırakmak nefis bir şey. Ondan kırıntı bile kalmamasıysa çok daha enfes bir şey. Daha da öte, insanın, “Neredesiniz, kimlerlesiniz; aşk nesnesi trenleri?” dememesi kadar güzel bir şey olamaz. Diyememesi değil, dememesi diyorum; dikkatinizi çekerim. Ya da çekmem, kime ne ki! Bu bir seçim ne de olsa; tıpkı çalakalem ve savruk bir hâlde öznesine dokunan aşklar gibi. Ve elbette ki bir o kadar da gereksizdir aşk; bundan da kime ne ki!

Tren gidiyordu… Saçlar salınıyor ve püfürdüyordu… Camlardan sarkan kafalar aşkını arıyor; ve fakat önünde sonunda karşıdan gelen trenlerin çarpmalarına yenik düşüyorlardı… Yine kanlı, yine pörtlek ve darmadağındı aşk. Biraz umutvâri, biraz sallapati, en çok da ara ki bulasındı aşk.

Camı kapatıp, oturdu yerine -tren ve aşk nesnesi- obje. Özne mi desek kendisine? Hani, gücendirmemek ve azıcık da olsa önemli kılmak babında. Neyini mi? Özgüvenini ve benliğini elbette…

Pencereye neden cam dediğini bilmiyordu özne. Ray fakiri otoyolların fermuarı olan araçların penceresine her daim cam dediğinden olabilir miydi, bu nedenselliğin arayış ve bulunuş noktası? Elbette… Elbette…

Ara istasyonlardan birinde trene binen mantar satıcıları, uçuk jelatinli ambalajların fakirliğine kurban gitmişler, ne paradan ne de aşktan nasiplerini alabilmişlerdi… Bi’ tek bulaştırdıkları hastalıkları satabilmişler, onu da, başka başka baharlara tahsil edecek şekilde gerçekleştirebilmişlerdi. Mantar ağlarının yeri göğü kaplayan sarmalayışında, hemen her şeyle temas kurabilmelerine diyecek yoktu gerçi. Güzel güzel kafalar buluyorlar, güzel güzel kafalara dokunuyorlardı; ancak gelin görün ki, aşkın yanından bile geçemiyorlardı.

Ve çok yorgundular, say say bitmez vagonlar arası püfürdeyen kondüktörler. Önce bilet, sonra racon kesiyorlar, kesemedikleri gözlere gıptayla bakıyorlardı. Tıka basa dolu alt bezleriyse platonik boklardan geçilmiyordu. Bir başka bahara kakalanma ayini bu sefer aşkın platonik uzvuna tekabül etmiş, ertele ertele, ötele ötele ötele bitmez yaşamları öfkeden delirtmişti.

Yeni yeni kafalar sarkıyor, tren gidiyordu… Bitmez, sonu gelmez aşk laneti yeni yeni istasyonlarına dokunuyor, mantarlar her yeri sarıyordu… Zamansa durmuş, pösteki sayıyor, tek tek açıyordu kapıları…

Seni atladığım yeri çoktan unuttum, tam da şimdi.

Kenan Yaşar
RELATED ARTICLES
Abone Olun
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Most Popular