
Acının tasından zehri içmek gerekli bazen. Bazense izlemek ve zamanın durgunluğuna bırakmak kendini oysa tüm umutlarımız yarında, yarınsa meçhuldür “sarı benizli çocukların diyarında”.
Bölünen uykular, daralan nefesler ve kaybolmuş edebiyatsız, hayalsiz koskoca bir gençlik. Bir zamandı Necip Fazıl ile Nazım Hikmet’in atışmalarının yaşandığı. Belki farklı fikirler lakin hala rekabetin de ihtirasın da saygı ve edebin ortasında kaldığımız.
Sonra dinler girdi araya sonra ise mezhepler renkler girdi tenler girdi lakin bir türlü becerilemedi. Neydi becerilemeyen hala Yunuslarımızı, Pir Sultanlarımızı besleyen o coşkun çağlayanın önünde bent olamayan o komik çakıl taşları. Her vedadan sonra anlıyor bu memleket kıymetli olanlarının yaslarını tutarak.
Üst aramalarının yapıldığı üniversite kampüs girişleri Ahmet Arif’in ya da Serdengeçti’nin kitabı üstünde ise yandın ha! kime anlatsan derdini anlamazlar “okumak yasak!”.
Sonra Cemler geldi Barışlar geldi bu geleneksel kalmış ihtiyar medeniyetin çocuklarına yeni bir dünya kurarak. O da şöyle diyordu:
“İnsanoğlu haddin bilir kem söz söylemez iken
Elalemin namusuna yan gözle bakmaz iken
Bir sofra kurulmuş ki Halil İbrahim adına
Ortada bir tencere, boş mu, dolu mu bilen yok
Bir sofra kurulmuş ki Halil İbrahim adına
Ortada bir tencere, boş mu, dolu mu bilen yok
Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına
Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına
Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına
Daha çatal, bıçak, kaşık icat edilmemişken
İsmail’e inen koç kurban edilmemişken
Bir kavga başlamış ki nasip kısmet uğruna
Kapağı ver, kulbu al, kurbanı hiç soran yok
Bir kavga başlamış ki nasip kısmet uğruna
Kapağı ver, kulbu al, kurbanı hiç soran yok
Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına
Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına
Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına
Yıllardır sürüp giden bir pay alma çabası
Topu topu bir dilim kuru ekmek kavgası
Bazen durur bakarım bu ibret tablosuna
Kimi tatlı peşinde, kimininse tuzu yok
Bazen durur bakarım bu ibret tablosuna
Kimi tatlı peşinde, kimininse tuzu yok
Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına
Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına
Alnı açık, gözü toklar buyursunlar baş köşeye
Kula kulluk edenlerse ömür boyu taş döşeye
Nefsine hakim olursan kurulursun tahtına
Çalakaşık saldırırsan ne çıkarsa bahtına
Halat gibi bileğiyle, yayla gibi yüreğiyle
Çoluk çocuk geçindirip haram nedir bilmeyenler
Buyurun siz de buyurun
Buyurun dostlar buyurun
Barış der, her bir yanı altın, gümüş, taş olsa
Dalkavuklar etrafında el pençe divan dursa
Sapa, kulba, kapağa itibar etme dostum
İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok
Para, pula, ihtişama aldanıp kanma dostum
İçi boş insanların bu dünyada yeri yok
Sapa, kulba, kapağa itibar etme dostum
İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok
Para, pula, ihtişama aldanıp kanma dostum
İçi boş insanların bu dünyada yeri yok
Sapa, kulba, kapağa itibar etme dostum
İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok
Para, pula, ihtişama aldanıp kanma dostum”.

“Sonrası kalır” demişti can öte bir şair, öyle oluyor lakin umursamazlığın sonucunda büyük değerleri büyük kıymetleri kaybettikten sonra sonrası kalıyor işte. Çok kervanlar geçse de Anadolu’dan esasında emekle alın teriyle memleketi yoğuran halkın eseridir Anadolu.
Bazen bir pınar başı türküsünde bazen Ege’nin efeleriyle oynanan bir zeybekte bazen Karadeniz’in yalçın tepeleri bir tulumun sesinde. Sevdiğimiz o güzel günlerden geriye “nerede o günler” sözü kalıyor sadece. Sürekli geçmişe bir özlem değil elbet bu ki sol yanımızda durur o hatıraların coşkusu.
Çileli yaşamların ve bol garibanlıkların ardından bir tarafta ezan sesleri bir tarafta kilise çanları bir tarafta beyaz yakalı fare yarışçılarının olduğu büyük gri binalar bir tarafta ise damından yağmur yağınca sular fışkıran ekmek kuyruğunda bekleyen lakin hep o mazlum hep o alçak gönüllü tabanı delik ayakkabı giyen beyaz insanlar.
Polislerin siren seslerinden sonra Sabahattin Ali’nin o yazdığı eserler yükselmekte derinden derine. Bir çok olay bir çok arbede geçse de üstümüzden hala düzeltilmeden yamuk bırakılmış asfaltlar gereksiz yere yapılan üst geçitler ve yaya yolundan geçmektense trabzandan atlamayı tercih cesurların obası burası.
Cemaller geçti sonra Turgutlar biraz aşkı anlattılar biraz özlemi lirik duyguları yaşayıp herkesin romantik olduğu zamanlar. O güzel insanlar gittiler zaten o güzel atlara binerek de bir kaldık geriye lağım çukuruna çevrilmiş evimiz dediğimi yerde.

Cezaevleri, kelepçeler ve parkaların rengi hangisi dile getirmişti Hürriyet Şairi Namık Kemal’in dile getirdiklerini, hak tecelli etmedi.
Sonra bir Halime kaptan vardı hani bu kadar cinsiyet kavgalarının açmazını yaşadığımız anlayıştan yoksun bir zamanda birden o meşhur sözler geldi hatıra:
“Okul sadece dört yanı duvarla çevrili, tepesinde dam olan yer değildir.
Okul her yerdir.
Sırasında bir orman, sırasında dağ başı…
Öğrenmenin, bilginin var olduğu her yer okuldur.”
Mahmut hocam seni dinledik amma fikir dumur oldu, bilgi mahpus damında yine gelsen o tahta sıra başına ve yine tek ayak üstünde dursak yeter ki fikirlerimiz karanlıkta kalmasa…
Genç yaşlardayım bir çok kişi bakınca daha var dese de yaşanan bunca umutsuzluk çelikten bir öz oluşturdu gayri ruhumda aşkın ve kavganın ustasından dinlemiştim oysa:
Aşksız ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Aşk demişti yaşamın bütün ustaları
aşk ile sevmek bir güzelliği
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
işte yüzünde badem çiçekleri
saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
sen misin seni sevdiğim o kavga,
sen o kavganın güzelliği misin yoksa…
Bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri
suyun ayakları olmuştur ayaklarımız
ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.
yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık
törenlerle dikilirdik burçlarınıza.
türküler söylerdik hep aynı telden
aynı sesten, aynı yürekten
dağlara biz verirdik morluğunu,
henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz…
Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne
ne tan atışı doğumların sevincine
ey bir elinde mezarcılar yaratan,
bir elinde ebeler koşturan doğa
bu seslenişimiz yalnızca sana
yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Saraylar saltanatlar çöker
kan susar birgün
zulüm biter.
menekşelerde açılır üstümüzde
leylaklarda güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler…
Şiirler doğacak kıvamda yine
duygular yeniden yağacak kıvamda.
ve yürek,
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.
ey herşey bitti diyenler
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
ne kırlarda direnen çiçekler
ne kentlerde devleşen öfkeler
henüz elveda demediler.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Herkes iyi, sağlık sıhhat yerinde bir size bir de okulun kapanışına üzüldük işte.
Olur da yadına düşerse, onlara selam söyle büyük usta,
Edip Akbayram’a …