Sanatın mirası kimindir? (*)
Piyasa ve sanat ilişkisi bizim her zaman gündemimizin baş köşesinde oldu. Sadece bugün değil sanat tarihinde de burjuva devriminin ön açıcılığında; “sanatın özerkliği” tartışmalarıyla başlayan, romantizmle süren ve sosyalizm düşüncesiyle de kapitalizm koşullarında sanat eserinin ikili karakterinin -meta ve eser olarak- sürekli tartışıldığını görüyoruz. Bu tartışmaların en başat başlığınıysa sanatın ve sanatçının “özgürlüğü” oluşturdu. Sosyalist düşünce ve sanatın özüne ilişkin teori ve pratik geliştikçe de bu başlığın altına dünya kültürel mirası, paylaşım, evrensel kültür gibi başlıklar da eklendi. İnsanlığın ürettiği kültürel mirasın dünya halklarınca paylaşılması “doğal” görülmeye başlandı. Bu aşamadan geriye dönüşse neoliberal politikaların ve küreselleşme saldırısının hemen ardından başladı. Yeni neoliberal amentüye göre hiçbir şey –“kara delik” gibi diyelim- piyasanın emredici ve kapsayıcı gücünden kaçamazdı, kaçmamalıydı; buna her türlü sanat eseri de -klasikler, insanlığa mal olmuşlar- dahildi. Postmodernizm, para ve piyasa ilişkisi, “piyasada” sınanmamış ya da bu sınamadan başarıyla çıkamamış bir “yapıtın” sanatsal niteliğinin de tartışmalı olduğu yargısını güçlendirdi. Sanatın mirası da piyasaya dahildi.
Kapitalist ve emperyalist ülkeler “ilkel birikim” aşamasında dünyayı yağmalarken insanlığın yarattığı her türlü “fikri ve kültürel” üretimin anonimleşmesini destekledi. Daha sonra bütün bu mirasın, kendi gelişimi ve sermaye birikimi tamamlandıktan sonra da çok sıkı copyright yasaları çıkararak “koruma” altına alınması gerektiğini vaaz etmeye başladı. Onların insanlığın kültürel birikiminden yararlanarak yarattıklarından dünya halkları “bedelini” ödemeden yararlanamazdı.
Ev mi, ayakkabı mı, kültür mirası mı?
Ülkemizde de neoliberal saldırı yasaları yapılırken bundan kültür-sanat alanı da ağzının payını aldı ve on yıl olan sanat eserlerinin anonimleşmesi süreci yetmiş yıla çıkarıldı. Daha önce yazdığım bir yazıda “estetik yönlendiricilik” (**) olarak işlevini anlatmaya çalıştığım Metin Celâl’e anlaşılan bu “yetmiş yıl” da pek yeterli gelmiyordu ki Cumhuriyet gazetesinde eski bir yazısında (Küçük Prens’in Başına Neler Gelecek 17 Aralık 2014) Küçük Prens’in anonimleşme süreciyle ilgili şunları yazdı: “Saint-Exupéry torunlarına ‘Küçük Prens’ gibi bir başyapıt yerine bir ev bıraksaydı kimse Exupéry’nin ölümünden 70 yıl sonra gelip o evden mirasçıları çıkartamayacaktı. Saint-Exupéry torunlarının torunları da yüzyıllarca o evin kira geliri ile geçinebilecek, hatta yerine apartman yaptırıp gelirlerini artırabilecekti. Ama Saint-Exupéry torunlarına ‘Küçük Prens’i bıraktığı için herhalde dünyada var olan tüm dillere çevrilmiş olan ve sürekli satan bu eserin telif gelirlerinden ’70 yıl doldu’ denilerek mahrum bırakılıyorlar. ‘Uluslararası sözleşme gereği’, ‘kamu yararı’ gerekçelerine sığınmadan bu konuyu tartışmak gerek. Bir bilim, sanat ya da edebiyat eseri neden herhangi bir mülk kadar değerli ve bütünlüğü bozulmadan korunmaya layık değildir?” Ne kadar masum değil mi soru! Neden bir sanat eseri bir ev mülkiyeti ve mirası kadar etmiyor? Yetmiş yıl değil yüzyıllarca eserler “mirasçı”larının mülkiyetinde kalmalı Metin Celâl’e göre. Bir sanat eserinin evden, arabadan, ayakkabından farkı nedir?
Ayakkabı diye yazınca anımsadım. Sanırım 2005-2006 yılları olmalı. (Tarihlerde yanılmış olabilirim.) Oldukça karışık, bugün de aydınlanmamış bir operasyonla Nâzım Hikmet’in eserleri Adam Yayınları’ndan Yapı Kredi Yayınları’na geçmişti. (Oğul Memet de öldü!) Başka bir Türk edebiyatı gurusu ve estetik yönlendirici Doğan Hızlan da o tartışmalar sırasında “Şiirin ayakkabından farkı ne”, diye sormuştu. (Ne kadar Celâl’ın yazdıklarına benziyor değil mi?) O zamanın TKP’si de “Nâzım Hikmet gibi bir komünist, insanlığın ilerici, devrimci kültürel mirası olan bir sanatçının bir bankanın yayınevine ‘satılması’na müdahalede bulunuyoruz” dedi, Nâzım’ın şiirlerinden oluşan bir seçkiyi kitap olarak bastı ve dağıttı. Bunun üzerine “mülkiyet” hakkının koruyucusu devlet de polisleriyle kitabı bulmak ve toplamak için parti binalarını bastı.
Burada Celâl’in, Küçük Prens tartışmalarında konuyu sezip nasıl ön aldığını ve bunun da bize “estetik yönlendirici” sıfatını nasıl hak ettiğini göstermesi gerektiğini vurgulayalım. Yazısında, “Bütün bunları tartışmak gerek” derken alttan alta ima ettiği ve tartışarak toplumu hazırlamaya çalıştığı sürecin elbette “zavallı, hakları yenmiş Exupéry’nin torunlarıyla” pek ilgisi yoktu. Tartışalım, olgunlaştıralım ve Nâzım’ın ve Sabahattin Ali eserlerinin giderek yaklaşan anonimleşmesi süresi için de önlem alalım demekteydi. Miras kavgası çıkmadan “vasiyeti” değiştirelim, mülkiyetin kutsallığına; insanlığın birikimi, kamu yararı gibi modası geçmiş kavramlara karşı çıkacakların sesini keselim çağrısı yapmaktaydı. Anımsanacağı gibi geçen yıl Sabahattin Ali’nin eserlerinin anonimleşmesi ihtimali; yayıncısı YKY’yi ve mirasçılarını telaşa düşürmüş, dönemin kültür bakanına kadar çıkılmış, 70 yıl kuralının Sabahattin Ali için esnetilmesi istenmişti; çünkü tek parti döneminde eserleri yasaklanmış, yayımlanmamıştı, bu yirmi yıl sayılmamalıydı vs. Bu yıl da Sait Faik için işaret fişeği çakılmıştı, sırada Orhan Kemal beklemekteydi. Allahtan Yaşar Kemal uzun yaşamış, yenilerde ölmüştü de estetik yönlendiricilerimiz şimdilik onu düşünmeyecekti. Ancak Sabahattin Ali telaşında yaşananlara bakacak olursak bu yazarlar için belki ileride “özel bir ayrıcalık yasası istenecek.”
“Estetik yönlendiricilerimizin” bir başka okus pokusu da yazarların “yasal mirasçılarının”, eserlerin yayımlanmasının daha özenli, daha güvenli biçimde yayımlanmasını titizlikle gözeteceği fantezisine dayanıyor. Bunun doğru olmadığını da iki yıldır yaşanan Stefan Zweig kitaplarının yayımlanması fırtınasında gördük ya da Nâzım Hikmet’in şiirlerinin yıllarca sansürlü basılmasına ses çıkarmayan mirasçısını da biliyoruz.
Ülkemizin kültür dünyasında sadece birkaç yazarın “telif” geliriyle geçinebileceği söylenir durur ve bu geçinebilenlerin içinde ölmüş olanların etrafında bu “anonimleşme” kavgasının dönmesi dikkat çekiyor elbette. Aslında bu olguyu geçen yıl yaşanan bir “satış” işleminde sonra yayıncılığın girdiği krizle birlikte görmek gerekir. Kâğıt ve döviz krizinin hemen arifesinde, bir zincir kitap mağazasının satılması, alanların hızla kitap alımını durdurması, iadeye başlaması gelecek krizin habercisiydi, ama bize göstermesi gereken başka bir sonuç daha vardı o da birkaç milyon dolara ülkenin kültür dünyasına kilit vurulabilecek olmasıydı. Birkaç yazara, birkaç büyük yayınevine kilitlenmiş bir yayın dünyası birkaç dolara da kilitlenebilir, kilitlenmesi istenmiyorsa ayakkabı, ev muamelesi çekilebilirdi.
Karl Marx, “Felsefenin Sefaleti”nde (…) “Ensonu, insanın devredilemez sandığı her şeyin değişime, alışverişe konu olduğu bir dönem gelmiştir. Bu, o ana dek ifade edilen ve aktarılan ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınamayan –erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan- vb. Kısaca ticarete girdiği dönemdir” (s. 36) diyordu. Yine Marx, romantizmi eleştirirken şunları yazacaktır: “Burjuvazi şairi, ücretli, gündelikçi işçi durumuna soktu. Yazın da böylece ticari mal düzeyine indirgendi. Kendi çıkarları tehlikeye girince pek ciddi ve gerçekçi (Vurgu N.A.) olan burjuva, şeker, deri ve domuz kılı işlerinde kullandığı ölçütleri yazın alanında da uygulamak ister. Basın özgürlüğünü eşya ya da malmış gibi ele alır. Elbette yazar yaşamak ve yaşamak için de para kazanmak zorunda, ama hiçbir koşul altında o, para kazanmak için yaşamamalı, para kazanmak için yazmamalı.” Peki Marx’ın saydığı bu değerler nasıl ticarete giriyor? Piyasada nasıl paraya çevriliyor? Nasıl domuz kılı, şeker, deri işlemi görüyor. Tabii ki bütün bu kavramların en gelişkin ve etkin taşıyıcısı olan sanat yoluyla. Sanat kavramının kapitalist üretim ilişkileri içinde oynadığı ikili bir durum ortaya çıkıyor böylece: ‘İnsani değerler’ dediğimiz, Marks’ın saydığı değerler, sanatta içerilir ve yeni kuşaklara doğru iletilmesi sağlanırken –çünkü sanat geleceğe doğru kültürün taşınmasının en önemli aracıdır– beraberinde bu değerlerin de geleceğe evrilişini, daha doğru aktarılışını sağlar. İşte sanatın metalaşması aynı zamanda sanatta içerilmiş bu değerlerin de metalaşması ve pazara sürülmesi anlamını taşır ya da “sanat” bu ilişkiler içinde bu değerlerin paraya çevrilmesinin, metalaşmasının bir aracı durumuna düşer.
İnsanlığın doğal mirası artık kültürel mirası da olmuştur; suyu, havası, ekmeği, gökyüzü ve toprağıdır. “Kültürel miras” da ev, köşk, araba gibidir, deyip kültürel mirasçıların mülkiyet haklarını savunup, neoliberal saldırının insanların; havasına, suyuna, toprağına saldırısını öte taraftan eleştiremezsin. Kısacası ölüm doğaldır, onun mirası bizim tarafımızdan “kültüre” dönüştürülür.
Sanatın has mirası budur… İyi yapıtın kendisinde mirası da “geleceğe” içkindir. Bunlar birbirine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. İnsanın duygusal ve kültürel gelişiminin bir parçası olarak vardır. Geleceğin ve güzelliğin türküsünü söyleyen bir sanat eserini nasıl “özelleştireceksin!”
(*) Yazı birkaç yıl önce bir internet sitesinde yayımlanmış; ancak daha sonraki süreçte arşivden kaldırılmıştı. Metin gözden geçirilip güncellendi.
(**) “Estetik yöneticilik” kavramından esinlenerek…
Nihat Ateş