Collect Gallery, yeni sezona İngiliz sanatçı Richard Bartle’ın solo sergisi ”Aylama Taşları” ile giriyor. Sergi sanatçının son dönem işlerinden oluşan üç seriyi bir araya getiriyor. İstanbul’a adanan, büyüleyici sokak dokusunun gerilimiyle, 18 yıllık tarihi, dilsel, kültürel araştırmaların alt yapısını oluşturduğu makro ve mikro ölçekteki resim, heykel ve enstalasyon çalışmalarının yer aldığı sergi ile ilgili sanatçı Richard Bartle ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
– Collect Gallery’nin sizin İstanbul ile ilgili işlerinizi içeren yeni sezon sergisi “Atlama Taşları” adıyla sanat severlerle buluştu. Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? İlk olarak konuşmamıza sanat eğitiminizle başlamak isterim…
Richard Bartle: Lisans eğitimimi Leeds Üniversitesi’nin bir parçası olan Bretton Hall Üniversitesi’nde yaptım. Bretton Hall, Yorkshire Heykel Parkı’nın da bulunduğu eski, görkemli bir arazide bulunuyordu. Bu nedenle eğitimim boyunca güzel kırsal alan, Henry Moore, Hepworth, Frink’in inanılmaz eserleri ve çağdaş sanatla ilgili muhteşem bir çok etkinlikle çevriliydim. Daha sonra Sheffield Hallam Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptım. Sheffield, Bretton’dan oldukça farklıydı, daha teorik ve kavramsaldı. Bu benim işlerime yeni bir dinamik kazandırdı.
– İstanbul’a ilk olarak ne zaman geldiniz?
R.B.: Türkiye’yi ilk olarak 2006 yılında Datça tatili için ziyaret ettim. Şanslı bir karşılaşma beni İstanbul’a yönlendirdi ve 2008 yılında Garanti’nin Beyoğlu’ndaki yerinde ilk konuk sanatçı katılımımı yaşadım. Daha sonra Mardin Bienali gibi projeler ve İstanbul Bienali’ndeki yan etkinlikler beni burada daha da köklendirdi. Ancak, 2017 – 2019 yılları arasında Kadıköy’de Halka Sanat Projelerinde gerçekleştirdiğim konukluk ve sergiler bugün yaptığım işlere asıl ilham kaynağı oldu ve köklerimi daha derine indirmeye karar vermeme sebep oldu.
– İstanbul tarih boyunca sanatçılara ilham veren en önemli şehirlerden biri oldu. Her ne kadar şehrin dokusu bugün değişse de yazarlara, şairlere, ressamlara ve yönetmenlere ilham vermeyi sürdürüyor. Sizi bu şehre bağlayan etkenler neler?
R.B.: Sizin de söylediğiniz gibi İstanbul’un sanatçılara, yazarlara, şairlere ve yönetmenlere ilham veren köklü bir geleneği var. Bunun sürekli gelişen bir şehirden ve geçmiş yöneticilerinin, Osmanlıların ve Bizanslıların hayırseverliğinden geldiğine inanıyorum. Onlar ve buraya göç eden birçok insan sayesinde İstanbul, zengin bir mimari ve kültür dokusuna sahip, halkların ve tarzların bir karışımı haline geldi. İstanbul’un şehrin çağdaş esintisiyle sürekli savaşan romantik bir yönü de var ki yaratıcı bir insanın buradan esinlenmemesi mümkün değil. Türkiye’nin tümü özünde tüm uygarlıkların kökleriyle bağlantılı görünüyor. İnsanlar Afrika kıtasından çıkıp buraya ve Mezopotamya, İran ve ötesine dünyanın geri kalanına doğru yayıldılar. Derinlerde bir yerde hepimizin bu bölgeyle genetik bir bağımız olduğunu düşünüyorum ve buradayken bir şekilde uzak atalarımla bir olduğumu hissediyorum.
– Doğu İmparatorluklarının da en önemli sanat üretimi olan (12. Yüzyıl) Minyatür sanatı sizin sanatsal çalışmalarınızında odak noktasını oluşturmaktadır. Yaklaşık 200 yıldır aktif olarak üretilmeyen bir sanat dalını çalışmalarınızın merkezine koyma fikri nasıl oluştu? Minyatür sanatıyla nasıl tanıştınız?
R.B.: Minyatür resimle ilk olarak 2005 Kraliyet Akademisi Sergisi: Türkler 1000 Yıllık Bir Yolculuk’ta tanıştım. Eski Osmanlı kütüphanesindeki yazma eserler arasında türün çarpıcı örnekleri bulunuyordu. Ancak beni en çok Mehmet Siyah Kalem’in eserleri etkiledi. Daha sonra konaklamam sırasında daha fazlasını keşfettikçe Siyah Kalem’in karakterlerinin ve olayların hala bulunduğum şehirde yaşadıklarını, yaşandıklarını fark ettim. Siyah Kalem’in işleri neredeyse 20 yıldır benim çalışmalarıma ilham kaynağı oldu. Daha sonra Siyah Kalem üzerine olan araştırmamdan sıkılmaya başlarken diğer nakkaşlara, onların eserlerine olan ilgim büyümeye başladı. Bu nedenle şehrin hikayesini anlatacak bir yöntem ararken bu eserlerin kendi kendine yeten doğası ve hikaye anlatımları mantıklı bir araç gibi göründü.
– Günümüzde birçok sanatçının eserlerinde minyatür kullandığını biliyoruz. Çağdaş sanatta minyatüre olan ilgiyi neye bağlıyorsunuz?
R.B.: Burada sadece kendim için konuşabilirim. Çağdaş sanatta açıklayıcı ve resimsel (görsel) olanla uğraşmak kurumsal bakış açısıyla olasılık olan pek çok sorun yaratıyor ki benim genellikle açıklayıcı veya resimsel (görsel) bir sanatçı olmadığım düşünülürse bu kolay değildi. Araştırmaya devam edince minyatür sanatçılarının eserlerinin tek bir yazar tarafından yapılan kendine özgü parçalar olmaktan ziyade ebru ustalarından çizgi çizenlere, renkçilere ve altın varak uygulayanlara kadar bir takım çalışmasının zirvesi olduğunu keşfettim. Bu sınır kavramı, çalışırken uyguladığım sürecin temeli oldu ve üretimin her aşaması bileşimi oluşturan şekiller ve dokuların keşif macerasına dönüştü.
– Minyatür aynı zamanda bir anlatım biçimi, sizin bu sergideki eserlerinizle iletmek istediğiniz mesaj nedir?
R.B.: Ben her zaman biraz hikaye anlatıcısı oldum, bana bir kaç kadeh rakı verin ve saatlerce iplik eğirmek için oturayım! Yine de eserlerimde bu daha az anlatısal daha çok şehrin şifrelerini çözmekle alakalı. Eserlerim bir hikaye anlatmıyor, kültürel referans bollukları ve şekil (figür) eksikliği izleyicinin zihnini meşgul ediyor ve onlara kendi hikayelerini hayal ettiriyor.
– Eserlerinizde ne tür malzemeler kullanıyorsunuz?
R.B.: Eserim için elverişli olan her şeyi kullanırım, ancak hızlı kuruduğu, şekil verilebildiği ve zımparalanabildiği için akrilikle çalışmaktan her zaman keyif aldım. Sürecinde uzmanlaştığım ve on yıllardır kullandığım bir başka teknikse görüntü aktarımı. Fotoğrafla ilgili bir unsuru eserlere aktarmak için iyi bir yöntem ve bulduğum görselleri ve kendi fotoğraflarımı kullanıyorum.
Ayrıca heykellerimde sıklıkla bulunmuş nesneleri kullanıyorum. Philip K. Dick, bir zamanlar birilerinin hayatının değerli anları olan ancak öykülerini kaybetmiş fotoğraf ve nesneler olan “Kipple” fikri üzerine sıklıkla yazar. Bulunmuş objeler kendi hikayemi anlatmak için manipüle ettiğim bir şeyler.
– Türkiye’de uzun yıllar yaşamış bir sanatçı olarak buradaki sanat ortamını nasıl yorumluyorsunuz?
R.B.: İstanbul’a gelmeye başladığım zamanlarda benim ülkem video, led teknolojisi ve kavramsal sanatın norm olduğu bir dönemden geçiyordu. Aynı zamanda ilişkisel estetik ve maddesellik çevresindeki kavramların da yükselişe geçtiği zamanlardı. Sonuç olarak resim çalışmak istediğim kurumlar tarafından reddedilmiş gibi görünüyordu. İstanbul’da ise pek çok harika ressamın bulunduğu canlı ve çeşitli bir sanat ortamı buldum. Burada olmak inanılmaz özgürleştiriciydi.
– Basın toplantısında Murakami ile ilgili yaptığınız açıklamalar dikkatimi çekti. Sizi çağımızın en üretken yazarlarından biri olan Murakami’ye çeken ne oldu?
R.B.: Murakami ilginç biri, romanlarından keyif alıyorum. Ancak maraton koşmaya başladığımda yarı otobiyografik eseri “ Koşmaktan bahsederken ne hakkında konuşuyorum?” bana en çok ilham veren oldu. Bu kitap antrenman yaparken düşüncelerime arkaplan oldu ve Birleşik Krallık’taki Cornish sahil yollarında koşarken manzaraya ve düşünce sürecimin nasıl işlediğine dair gözlemlerime dayanan bir dizi ortaya çıkardı. Daha sonra bunu Kadıköy sahili boyunca uzanan deniz bariyerlerinde yeniden uyguladım.
– Bütün dünyayı etkileyen pandemi sizin eserlerinizi nasıl etkiledi?
R.B.: Pandemi sırasında herkesin izolasyonda olduğu bir dönemde “Yabancı” olduğum için şanslıydım ve çoğu insana göre biraz daha uzakları dolaşmaya iznim vardı. Başıboş sokaklarda yürümek ya da koşmak, doğa çok daha fazla içten ve canlı gibi geliyordu ve hayvanlar ve ağaçlar insanlar olmadan yeni bir hayata başlamış gibiydi. O zamandan beri yaptığım eserler bu boşluğu ve o dönemde şahit olduğum insani eylemlerin izlerini yansıttı.