Geriye dönüp bakmak, geçmişin muhasebesini yapmak, her şeyin hızlıca yanımızdan geçip gittiği bir zamanda oldukça meşakkatli bir iş. Önümüze gelen her neyse onu tüketmeliyiz bir an önce ki tüketeceğimiz bir sonraki nesneye yetişebilelim. Arada gözümüzden kaçan ve değeri olan bir şeyler varsa da üstüne durup düşünecek zamanımız yok. 90 doğumlu ve yirmili yaşlarını bu hız çağında geçirmiş biri olarak bana durup çevredeki gürültünün gerçeği bastırmadığı bir an bularak olan bitene bakmam gerektiğini hatırlatan biri oldu: Hümeyra. 15 Ekim’de doğum gününde NouvArt’ta yayınlanan mektubumu okuyanlar, Hümeyra’nın benim için ne anlama geldiğini bilirler. Geçtiğimiz on – on beş yıl içinde sinemada, tiyatroda ya da televizyonda canlandırdıkları karakterlerle adını duyuran ve artık işin mutfağında yer almaya da karar veren yeni nesil oyuncularla birlikte rol aldığı yeni filmi Biz Böyleyiz, gerek karakteri, gerek filmin ele aldığı konuyu sade bir dille anlatması, gerek bu konuya yaklaşımı nedeniyle bana derdini bağırmadan, sakin sakin anlatmayı seçen Hümeyra’nın müziğini hatırlattı.
Caner Özyurtlu’nun yönetmenliğini yaptığı Biz Böyleyiz, yalnızca oyuncular açısından değil, hikâye içinde de farklı kuşakları bir araya getiren ama birçok anlatıda tekrarlanan “kuşak çatışması” konusunu bir daha ele almak yerine başka bir şeyi söylemeye çalışan ve kuşaklar arasında başka bir köprü kuran bir film. Gökçe (Engin Öztürk) ve Dolunay’ın (Şebnem Bozoklu) babaannesi Nezihe (Hümeyra), torunları ve onların arkadaşlarıyla didaktik bir biçimde onlara doğru ya da yanlışın ne olduğunu göstererek değil, deneyimlerini paylaşarak kurar bu köprüyü. Farklı kuşaktan insanların ilişkisini ele alan filmlerde, romanlarda genellikle bir jenerasyon, haklı çıkarılıp yüceltilirken diğerinin hataları vurgulanır. Oysa Biz Böyleyiz, iki jenerasyonun da alması gereken dersler ve yollar olduğunu söylüyor. Filmin sevdiğim yönlerinden biri, otuzlu yaşlardaki, bizim kuşaktan insanların kurdukları bir dünyada kendi kuşağının yalpalamalarını, büyüyememiş olmasını, Emre’nin (Berrak Tüzünataç), kazalarını bir metafor olarak alırsak, her defasında aynı yerde, neredeyse göz göre göre yaptığı kazalardan hiçbir ders almamasını savunmasız, olduğu gibi anlatmasıydı. Başka bir deyişle, bir yeni kuşak savunmasına hiç girişmemesiydi.
Filmin ilk sahnelerinde ilkokuldan liseye sıra arkadaşı olan Dolunay ve Efsun’un (Özge Özpirinççi) yaşamlarının ne kadar farklı yönlerde ilerlediğini, birbirlerinden ne kadar uzaklaştıklarını görürüz. Efsun, Nezihe’nin dediği gibi, kendi yolunda giderken; çünkü ne istediğini bilirken huzurludur. Kocası Candaş’la birbirlerini yaşamlarını kabusa çevirmedikleri bir evlilikleri vardır. Dolunay ise çevresindeki insanları sürekli kontrolü altında tutmak ister. Sanki kontrol etmediği anda her şey dağılacak ve kurduğu dünya tuzla buz olduğunda saklamak istediği birtakım şeyler açığa çıkacaktır. Bu yüzden günlük yaşamını da sosyal medyada yarattığı sanal dünyadaki gibi sürdürmeye çalışmaktadır. Dolunay’ın kendisini ilgilendirmeyen konulara, örneğin Gökçe ile Beril’in ilişkisine sürekli müdahale etme çabası, bir süre sonra Efsun’u rahatsız eder. Aralarında belli belirsiz hissedilen gerginlik, filmin sonlarına doğru, Dolunay’ın yıllardır yaratmak istediği imajın zedelenmesine neden olur. Nezihe’nin yapmadığını, Dolunay yapmaya kalkar ve genel geçer ahlaki normlar üzerinden neyin doğru, neyin yanlış olduğuna dair nutuklar vermeye başlar. Kendini mazbut biri gibi gösterip geleneksel aile değerlerini savunduğunu iddia eden Dolunay’a Efsun, “Sen geçmişini unuttun diye geçmişin silinmiyor” diyerek onu zamanında ve haklı bir çıkışla silkeler. Dolunay’ın hikâyesi çözüldüğünde neleri saklamak istediğini, ne gibi dertleri olduğunu öğreniriz ve Nezihe, her ne kadar Gökçe için “Büyümeye üşeniyorsun be oğlum” dese de, Dolunay da büyümeyi, dahası başkalarının değil, kendi yaşamına odaklanıp dürüstçe, o genel geçer değer yargılarını savunanların gözündeki eksiklikleri ya da uyumsuzluklarıyla mutlu olmayı becerememiştir.
“Ne yaparsan yap, asla en yakın arkadaşına âşık olma!” Nezihe, bu kuralların iler tutar yanının olmadığını ağzından bu söz çıktıktan çok sonra anlar. Bunu fark ettiğinde de Emre ve Gökçe ile kendi hikâyesini paylaşır. Emre’yle Gökçe’nin ilişkisi, Nezihe’nin evlenmeden önce Tunç’la olan durumuna benzer. Emre’yle Gökçe’nin lise yıllarında kısa süreli yaşadıkları, sonrasında arkadaşlığa sığınıp kendi duygularını yadsıdıkları o “şey”, hep bir duvara toslamalarına yol açar. Zıtlaşmaları, birbirlerini alt etmeye çalışırken kendi gerçeklerini gizleme çabaları, ikisine de bir şey kazandırmaz. Bir an cesaret edip “Niye denemiyoruz? Neden korkuyoruz, anlamadım. Ben artık denemek istiyorum” diyen ve hemen sonra u dönüş yapan Gökçe, aslında içinden geçenleri söylediği o an, cesaretini koruyabilseydi ikisinin de kazanacakları bir “şey” vardı. Nezihe, geçmişinde başlamadan biten hikâyesini sadece Gökçe ile Emre’ye anlatır: “Ben ona çok âşıktım, o da bana galiba ama birbirimize söyleyemedik. Öyle kendi içinde bitti, gitti… Tunç, “Olsaydı nasıl olurdu?” diye kaldı aklımda”. Nezihe, yıllar sonra bu kadar süssüz ama hedefine varan birkaç tümceyle anlattığı bu hikâyenin izlerini taşır. Emre ve Gökçe’ye de “Siz de yıllar sonra “Olsaydı nasıl olurdu?” diye birbirinizin aklında kalmayın, yaşayın” gibi bir öneride bulunur üstü kapalı biçimde. Film boyunca oyuncularından biri olması nedeniyle de Hümeyra’nın “Unutulduk Bak Sevgilim”, “Canım Yanıyor” gibi şarkıları geldi aklıma ama Nezihe’yle Tunç’un ve Emre’yle Gökçe’nin arasındaki o “şey”i çağrıştıran bir başka şarkı da Sezen Aksu’nun “Dört Günlük Bir Şey”i oldu. İki kişinin yarım bırakmak zorunda kaldığı ya da kendi beceriksizlikleri veya ürkeklikleri nedeniyle yarım kalan o “şey”i filmin sonunda kadehler kalkarken Gökçe’yle Emre’nin gözlerinde görmek mümkündü.
Biz Böyleyiz, gerek derdini lafı dolandırmadan anlatmayı seçmesi, gerek oyuncuların karakterlerle örtüşmesi ve iyi bir performans ortaya koymalarının etkisiyle ana akım içinde vasatlığa teşne olmayan izleyicinin beğenebileceği bir hikâye anlatıyor. Filmde bazı stereotipleştirmelere ilişkin küçük göndermeler ve itirazlar, yerindeydi. Bu, elbette politik söylemi olan bir film olmadığı için daha büyük itirazlar olmazdı ama hikâye, haddini aşanlara gayet usturuplu bir biçimde haddini bildiren ve doğru bildiğini söylemekten çok çekinmeyen Berrak Tüzünataç’a ait olduğu için, Biz Böyleyiz’den emeklerinin karşılığını almalarını ve böylece günlük yaşamdaki itirazlarını sinemada anlattığı bir hikâyeye daha fazla yansıttığı yeni filmler izleyebilmeyi de isterim.