Acaba neden dünyada ki renkleri, şekilleri görsel bir planda beynimize eriştiren organa “göz” adını vermişiz yıllar yıllar öncesinden. Hatta eski Türkçede “köz” olarak yerini almışken zamanla “göz” olarak evrilmiştir. Çemberin sınırına bakınca kafa tasının ön kısmında yer alan iki çukur içinde oluşan, görmek üzere tasarlanan hücrelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir organdır. Çemberin içinden bakınca dünyamızın dışarıya yansımasını bize sunan iki tane projeksiyon. Çemberin dışından bakınca üçüncü boyutu algılamak için tasarlanmış ve sadece üç boyutlu şeyleri dekode edecek bir mekanizma. Bazen de sınırların ötesine eriştiren mış gibi yapan bir cihaz.
“Göz”ün temel ve yan anlamlarıyla birlikte içerdiği derinlik belki bizi aya ulaştıracak uzunlukta olabilir. Türkçe’nin en önemli özelliklerinden biri olan derinliği içinde tüm heybetiyle barındıran yegane niteleyicilerden biri. İlginçtir ki şahitlik gibi bir durumda dahi yardımına başvurulan en önemli eylem “Gördün mü?”. Tüm bunlar şuan için sadece üç boyutlu evreni kapsayan şeyler. Peki ya daha ötesi? Daha ötesine “Göz” ile geçilebilir mi? Hep derler 6. hissim kuvvetli. Bu 6. his dedikleri olgu “göz” ile alakalı mı acaba? Satır aralarında yazılan şeyleri, gölgelere saklanan gizemleri, seslere karışan korkuları, kokulara bürünen duyguları, sessizliği üstüne örten gerçekleri fark ederken insan hissettim der. Ancak hissettim derken tuhaf bir şekilde görüyormuşçasına ifade eder, hatta gördüklerini hislere büründürerek aktarır. Tam da bu yüzden belki de bu organın adı “göz” olmuştur. Yani ışığı yansıtan bir kabarcık gibi. O ışığı yansıtır görme ise içerde karanlık odada meydana gelir. İnsanın karanlık odası ne kadar aydınlıksa o kadar hakikati görür. Bazen bir kelime göz olur, bazen bir ses göz olur, bazen bir his göz olur, bazen sessizlik göz olur, bazen bir bakış göz olur. İşte bu yüzden bedenimizden dış dünyaya açılan iki pencerenin adı “göz” dür de, gören onlar değildir. Sonra o gözlerden süzülenler dünyamızda yoğrulur. Yoğrulan şeyler sahneye çıktıkça kalıplarımızın bize biçtiği rolleri oynarız kendi ürünümüzmüş gibi. Dünyamızın toprakları kurak, kirli, çolak, verimsiz, susuz olduğu sürece kalıplar hep başrolde olur. Ve topraklar görmez sadece yansımadan gözünü kamaştırır o kadar. Her kamaşan göz söner ama kaybolmaz, yük olarak kalır orda ta ki ışıl ışıl parladığında görmeyen biz, sönmüş halleriyle onları görene kadar.
Vel-hasılı kelam madalyonun iki yüzü olduğu gibi vücut evimizin de iki yönü vardır. Biri zahiri, biri batınidir. Batında olan zahiri de görünür, zahir de olan batıni besler. Her geçtiğimiz eşikte bilgiler değişir, aşikar olan meçhul olur, meçhul olan hiç olur, hiç olan huzura gark olup yerini alır. Bundandır ki sakladığını sandığın şeyler gözler önünde dans eder de, gözleri gören ancak fark eder.
İlknur Kayacan