Aile; kişiyi tamamen sınırlayan, hapseden, dayattıkları şekillenmeye uzun bir müddet boyun eğmek zorunda kaldığımız, kalın duvarları olan bir kafes, bir fanus. Ailemizi seçemediğimiz için, içerisine dahil olacağımız topluluğu, kabileyi, ülkeyi, milleti…, hangi dine mensup olacağımızı da seçemiyoruz. Doğumumuzla birlikte paket olarak geliyorlar ve üzerimize/sistemimize yükleniyorlar. Aile de, bütün bu iç/dış etmenlerin oluşturduğu paketin kurulumunu yapan bir kurum. Kimse bize ‘Bu “paketi” kabul ediyor musun?’ diye sormuyor. Ait olduğumuz aile bireyleri; ister eğitimli, ister eğitimsiz olsunlar; kişi olana kadar-habersizce- mecbur bırakıldığımız, ama iyi-ama kötü, ama doğru-ama yanlış, iskeletimize şekil verilen bu tam dayatmacı kafesimiz içinde yaşayıp gidiyoruz. Kimi aile bireyleri; ayağımıza bağlı olan zincirini bol bırakırken, kimileri de adım atmaya bile imkan vermiyor. Sadece daha dar ya da daha geniş alanlarda nefes alıyor olduğumuz gerçeği değişiyor.
Düşünene, fark edene, anlayana kadarki sürecimizde bizi yönlendirerek, oynatacak baş karakterlerimizdir: ebeveynlerimiz.
Bu ebeveynler; bizlere bazı ufak seçenekler sunarak: “aynısının laciverti”ni tercih edebilecek bir alan sağlayarak; gazımızı alırlar. Böylece kişi, herhangi bir tercihte bulunduğunu düşünür, ama zaten gerçek seçeneklerimiz; onların süzgecinden geçirilip, kendi istedikleri düzeyde elenip, önümüze koyulmuştur. Yani bize sadece onların ‘iyi’lerine göre; kötünün iyisini ya da iyinin daha iyisini seçmek kalmıştır. Bedenlerimizi, tercihlerimizi kontrol ediyorlar, düşünme biçimimizi şekillendiriyorlar!.. derken kabın şeklini alıyoruz. Böyle tamamen izole bir hayatta nasıl ‘sen’ olabilirsin ki? Ama bir gün -umarım ki herkes için geçerlidir- o “maymun” açar gözünü. Açar ve gerçek dünyayı görüp, kendi hayatını seçmeye, seçtiği hayatı yaşamaya başlar. İçine hapsedildiği duvarları kırar, kırıp çıkar!
Kukla yaşantısını ardında bırakıp, yavaş yavaş ‘kendi’ olur insan. Kendi seçimleriyle, kendi doğruları/yanlışlarıyla, kendi hayatını yaşamaya başladı mı; işte o zaman Kişi olur insan yavrusu.Geçtiğimiz haftalarda Jeanette Winterson ile tanıştım ve böylece hayatıma yeni bir iyi ki! katmış oldum. Yaşamış olduğu “kukla hayat”ından beslenerek, kitaplarını/yazılarını yazan Winterson; deneyimlediği bu dönemi/hayatı samimi bir şekilde paylaşarak, bizleri de geçmiş yaşantısına misafir ediyor. Bu misafirlikle birlikte, bizi kendi içerisine de dahil ediyor.
- JEANETTE WINTERSON, 1959’da Manchester, İngiltere’de doğdu. Pentekostal Kilise’ye mensup ebeveynler tarafından 1960’ta evlat edinilip misyoner olmak üzere yetiştirildi. Kitapların gücünü erken keşfeden ve kendini bir lezbiyen olarak tanımlayan Winterson 16 yaşında evden ayrılıp küçük bir arabada yaşamaya başladı. Bu süre içinde eğitimini devam ettirdi ve Oxford Üniversitesi İngilizce bölümünde okurken ek işler yaparak geçimini sağladı. Mezun olduktan sonra bir süre tiyatro alanında çalıştı. 25 yaşındayken yayımlanan ilk romanı Tek Meyve Portakal Değildir, 1985’te En İyi İlk Roman dalında Whitbread Ödülü’ne layık görüldü. Yetişkinler için on romanın yanı sıra çocuk kitapları, öyküler, denemeler, senaryolar ve bir anı kitabı yazdı. Ağırlıklı olarak fizikselliğin ve hayal gücünün sınırlarını, cinsiyet kutuplaşmalarını ve cinsel kimlikleri işleyen eserleriyle, John Llewellyn Rhys Ödülü’ne, E.M. Forster Ödülü’ne ve Cannes Film Festivali’nde Gümüş Ödül’e layık görüldü. 2006 yılında ise edebiyata hizmetleri için kendisine Britanya Kraliyet Onur Nişanı verildi. Düzenli olarak The Guardian gazetesine yazan Winterson, Manchester Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazarlık profesörü olarak görev yapmaktadır.1
- “Büyüme çağındayken, o her şeyin karmakarışık olduğu dönemde yüzümü kitaplara gömerdim, oksijen maskesi niyetine. Kendi hava kaynağımdan emin olmak için yazarlığı seçtim.”2
Jeanette Winterson, 1985 yılında ilk kitabı Tek Meyve Portakal Değildir‘i yazar. 2014 yılında, kitabına eklemiş olduğu önsözde de bahsetmiş olduğu gibi; kendi yaşadıklarıyla kitabın iskeletini oluşturmuştur, bu bağlamda otobiyografik bir roman olduğu düşünülebilir. Bu otobiyografiklik hususunda; “Bunun olağandışı bir yanı yok. Mesele, kendi hayatını deneyimleri seninkine hiç benzemeyen insanlar için anlam taşıyacak bir şeye dönüştürmekte. Bildiğini yaz demek makul bir tavsiye. Bilmediğini oku demek ise daha da iyi.”, “…Oysa aslında bizi anlatan: hikayelerdir(ya da şiir). Kitaplar bizi gerisin geri, kendimize okur. Hikayenin bize öğrettiği şeylerden biri de şudur: Kendini hem kurmaca, hem gerçek olarak oku.”3 demiştir. Romanın ana karakterinin adı da Jeanette olmasını da şöyle izah etmiştir: “İnsanlar bana çoğu kez, roman olduğu halde niçin Tek Meyve‘de kendi adımı kullandığımı sorar. Başka bir isim düşünemediğim, ya da Tek Meyve‘nin anı kitabı olduğunu ima etmek için değildi; kendimi icat etmekle ilgili bir şeydi. Kendimi kurmaca bir karakter -genişletilmiş bir “ben”- olarak kullanmak istiyordum. Evlat edinilmiş çocuklar kendi kendilerini icat eder, çünkü böyle yapmamız gerekir; hikâyemizin ilk sayfaları yırtılmış olarak geliriz. Yazarlar da kendini icat edenlerdir -böyle olmamız gerekir-.”4
Kitabın ana karakteri olan Jeanette; küçük yaşta misyoner bir aile tarafından evlat edinilmiş bir çocuktur. Ailesi onu tamamen misyoner bir çocuk olarak yetiştirir. Giyim-kuşamı, dinledikleri, oynadıkları, düşündükleri, konuştukları… ve hatta yedikleri bile ‘Efendi’sinin izin verdiği, doğru bulduğu şeylerdir. Hayatı ev-kilise arasında geçmektedir. Oturduğu mahallenin büyük bir çoğunluğu da ailesi gibi misyoner insanlardır. Misyoner olmayanları ise kesinlikle kabul etmeyen, mümkün olduğunca onlardan uzak duran bir topluluğun içinde yaşayanJeanette için tabii ki de “normal” olmak, misyoner olmaktır. Bir-iki istisna dışında, kendilerinden farklı şekilde yaşayan insanlar tanımadığı için, ailesinin ve akabinde çevresinin yaşadığı bu hayatı özümsemiştir. Hem nasıl özümsemesin ki? Sonuç itibariyle onun “fanus”u da buydu.
Bütün o “hayat”ı okurken daralıp, ‘Hadi dışarıyı gör, fark et!’ diye bağırmak istiyorsunuz, içiniz şişiyor! (Ve -belki de- bir çok kere kendi içinize dönüyorsunuz, kendi yaşadıklarınızı hatırlıyorsunuz. Eğer ki bu yaşanılan hayat size birazcık da olsa tanıdık geliyorsa işte o anda içselleştirmeye, öznelleştirmeye başlıyorsunuz.) Ta ki o kırılma an’ını yaşanana kadar. Jeanette, kiliseden bir kıza karşı ilgi duymaya başlamasıyla birlikte, zincirlerini/prangalarını fark ediyor. Onun için zor bir deneyim olsa da bu “hayat”tan kurtulduğu için seviniyorsunuz. Bir kadını sevdi diye ailesinden, kilisesinden, topluluğundan aforoz edilen Jeanette‘in gerçek hayatı on altı yaşında başlamış oluyor ve işte o zaman anlıyor “tek meyve”nin portakal olmadığını!
Hepimiz, hayatımızdaki o “kırılma an”larıyla gerçekten kendimiz oluyoruz. Ama acı, ama tatlı bir deneyimle; “ben”e yönelip, kabuğumuzu kırıyoruz ve böylece yeni hayatımıza bir selam çakıyoruz.
Herkesin kendisini bulması, kendisini fark etmesi dileğiyle…
1 Sel Yayıncılık, http://www.selyayincilik.com/yazar/jeanette-winterson-361 (SGT: 29.06. 2017)
2 Jeanette Winterson, Vişnenin Cinsiyeti, çev. Pınar Kür (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2016, 5.
3 Jeanette Winterson, Tek Meyve Portakal Değildir, çev. Sevin Okyay (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2016), 7-8.
4 Jeanette Winterson, Tek Meyve Portakal Değildir, çev. Sevin Okyay (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2016), 9 .