‘Kendine ait bir oda’ tanımı bir kadının kadınlar için söylediği en anlamlı, en kayda değer söylemlerden biri. Bu tanım belki de bu yüzden, çoğu zaman Virginia Woolf’un yazar olarak tanımlanan isminin önüne bile geçiyor, geçebiliyor. Kadınlarla ilgili meseleleri en içten, içerden hissedebilecek bir yazar ile ağır depresyon içinde yaşamak zorunda kalarak, delirme nöbetleri geçiren Virginia’nın aynı beden içinde yaşamak zorunda kalması kendine ait bir oda dileğini ortaya çıkarmakta ister istemez. Zorunlu birliktelikten kaynaklanan böyle bir cümlenin ortaya çıkışı, yazılması ve yıllar geçtikçe insanları (sadece kadınları değil) daha da fazla etkilemesi tesadüf olamayacak kadar gerçek.
Sahnesiyle, ses ve ışık tasarımıyla, konusuyla ve oyunculuklarıyla çok güzel bir oyundan bahsedeceğim. Bundan önceki oyunları Ophelia’yı seyretmiş ve bu oyunu da yazmış, bahsetmiş biri olmanın mutluluğuyla, hiçbir güzel şeyin tesadüf olmadığını bir kez daha görerek, topluluğun seyretmiş olduğum ikinci oyununun daha da güzel bir şekilde karşıma çıkmış olmasının şaşkınlığıyla biraz da yazacağım.
4 Oda
Tayf Kolektif tiyatro topluluğu tarafından sahnelenen Virginia Woolf 4 Oda oyunu yıl boyunca İstanbul Tiyatro sahnelerindeki yerini aldı. Bu sezon son olarak 16 Mayıs tarihinde sahnelenecek olan 4 Oda’yı sondan bir önceki oyununu izleme şansını yakalamanın mutluluğunu yaşıyorum. Topluluğun daha önce Ophelia oyununu seyretmiş olmama rağmen böyle bir oyunla karşılaşacağım, oyun bittiğinde dimağımda eşsiz bir lezzetle tiyatrodan ayrılacağım aklıma gelmezdi.
Virginia masasında, intihar etmeden önce kocası Leonard Woolf’a yazdığı intihar mektubu ile karşılıyor bizleri. Bir dış ses (Virginia’nın sesi) mektubu okuyor. Sahnedeki Virginia’nın üstünde beyaz bir gömlek var. Gri, uzun bir etek giymiş. Kurşuni renkteki sahne mavi bir ışıkla aydınlanıyor. Virginia’nın oturduğu masa dışında üç beyaz masa daha var ve mektup bitip de dış ses sustuğunda Virginia masasından kalkıyor. Sahneye sırasıyla ellerindeki iri taşları yere bırakarak dört kadın giriyor. Siyah gömlekleri, gri uzun etekleriyle bu dört kadın masalarına oturuyor.
Böylelikle az önce; “Sevgilim, yine aklımı kaybediyorum. Bu korkunç dönemi bir kez daha kaldıramam. Kaldıramayız, biliyorum.” diye yazan Virginia’nın kafasının içine giriyoruz. Biraz önce masasında sakince intihar mektubu yazan Virginia’nın kafasının içi hiç de dışarıdan göründüğü gibi değil. Orada korkunç şeyler oluyor. Korkunç sesler ve gürültüler var orada. Sahne koyu kırmızı artık. Kontrol dışı, kontrol edilemez bir şekilde delirme nöbetiyle gelen, şizofrenik bölünmenin dört kadın tarafından sembolize edilişini ses tasarımı sayesinde tek bir yerden algılamamız gerçekten harika.
Kurşuni griden maviye, yeşile, kırmızıya, sarıya dönen renk tayflarının tasarımı Virginia’nın içinde bulunduğu ruh halini, geçişleri, parçalanışları, bölünmeleri duygu bakımından eksiksiz bir şekilde seyirciye geçiriyor. Dış ses bize sadece Virginia’nın intihar mektubunu okumuyor, günlüğüne yazdığı diğer metinlerini de okuyor. Sadece Türkçe değil. Aynı anda İngilizce olarak. Böylelikle kafasının içinde yaşadığı atakları, krizleri, bölünmeleri biz de hissetmeye başlıyoruz ve sahnedeki altıncı kişi biz, (yani oyunu seyredenler) oluyoruz. Diller arasındaki geçişten ziyade, insan ve acıları söz konusu olduğunda, bir de üstüne üstlük yazarsanız eğer dildeki iç içeliği, evrenselliği gösteren bu durum anlatımı kuvvetlendiriyor. Seyirciyi yaratım süreçlerindeki bilinç akışının içine sokuyor adeta.
Ceplere Dolan Taşlar
15 Ağustos 1924’de güncesine şu cümleleri yazmış bir yazarın ceplerine taşları doldurup nehre girerek intihar ettiğine inanmak veya korkunç karanlıklar içinde olduğunu seyretmek gerçekten çok güç. “Bir odadan diğerine geçmeyi severim. Beynim benim için öyledir. Aydınlık odalar.”
Tayf Kolektif seyirciyi Virginia Woolf gibi çok iyi ve aynı zamanda zorlanarak yaşamış bir yazarın evreni içine sokmayı başarıyor. Böylesine depresif gerçek bir yaşam hikayesinden, beyaz masalar harici kurşuni gri olan sahne rengine, oyuncuların hiç birinin konuşmuyor oluşuna (Ophelia’da da bu böyleydi) ve ses tasarımıyla 50 dakika süren oyundan hiç tahmin edemeyeceğiniz bir şekilde ayrılıyorsunuz.
Ki sahnede tek bir kadınmışçasına hareket eden beş kadından, beş oyuncudan da bahsetmek isterim. Oyun bittiğinde, çok iyi bir oyun seyrettik hissini bize yaşatan Burcu Çelik, Enise Kurbaş, Gizem Ünlü, Gülşah Büktür ve Güneş Gürpınar’a ayrıca teşekkür etmek isterim. Beş oyuncu sahnede tek bir kadın (kafasının içinde bölünmüş ve parçalanmış Virginia’yı canlandırmalarına rağmen) olduğu algısını harika bir şekilde yaratıyorlar. Bunu Ophelia oyununda da yaparak kendilerine hayran bırakmışlardı zaten.
Tayf Kolektif’te sahnelenen oyunların yazarı ve yönetmeni ile ilgili, sahne tasarımlarını, sahne renk ve ses tasarımlarını yaparken çok titiz bir çalışma ortaya koyan Umut Kırcalı ile ilgili daha fazla oyun yazıp, sahnelemesini dilemekten başka bir şey söylememe gerek olduğunu düşünmüyorum.
Tam da buraya, Virginia Woolf 4 Oda oyunu öncesi yapmış olduğum söyleşiyi koyuyorum. Okuyup bitirdiğinizde Umut Kırcalı ile ilgili neden daha fazla oyun sergilemesi gerektiği tespitimi daha iyi anlayacaksınız. Bu yazıyı ve söyleşiyi okuduktan sonra Ophelia ve 4 Oda oyunlarını da izleyin lütfen. Çok memnun kalacaksınız.
– Tayf adı nereden geliyor?
Umut Kırcalı: Tınısı sebebiyle öncelikle. Görsel olarak yazım grafiği nedeniyle. Anlamsal olarak da bir iş üzerinden birçok farklı proje geliştirmek. Bir işin birçok alana ve dala yayılması. Tiyatro oyunları yapıyoruz ama aslında çalıştığımız besteciler ile tüm oyun beste olarak tasarlanıyor. Aynı zamanda çalıştığımız bestecilerle bir müzik albümleri oluşuyor yani. Hatta Ophelia müzik albümü olarak da çıkacak. Bununla ilgili ileriye yönelik bazı video ve kısa film projeleri ve fotoğraf albümleri de var. Ophelia’da Alper Maral ile çalıştık mesela. Ses kurgusunu ben yaptım. Yani merkezine tiyatroyu koyduğumuz bu işlerin çok alana ayrılıyor olması ve sanatın diğer dallarını da kapsaması en baştan itibaren yapmak istediğim önemli bir şeydi.
– Sahnelenen oyunlarda müziğin, ses kurgusunun öneminden bahsetmişken Ophelia’da erkek ve kadın dış sesleri vardı. Bu sesler sahnedeki beş kadın dışında ayrı birer karakter olarak karşımıza çıkıyordu sanki. Ne söylemek istersiniz bu konuda? İzleyicinin sesleri ayrı birer karakter olarak algılaması doğru bir algı mı?
U.K.: Oyunlarda dış ses olarak konuşmayı da bir müzik olarak ele aldığım için o da bestenin bir parçası oluyor. O yüzden aslında oyunun provası dışında benim tamamen kapandığım ve ses tasarımına oturduğum bir süreç var. Önemsiyorum bu konuyu, ses tasarımını, müziği, tınıları… Sese dair olabilecek her şeyi aslında. Sizin de dediğiniz gibi oyunun içinde ayrı bir parça, ayrı bir karakter şeklinde oyunun bütünlüğünün oluşmasında önemli sesler ve müzikler.
– Yine Opelia’da sahnedeki beş kadının hiç konuşmuyor olması, dış seslerin devreye girmesi oyun ile ilgili en hoşuma giden şeydi.
U.K.: Virginia Wolf’un Dört Oda oyununu da ses kaydı üzerine tasarlanmış bir oyun. Aslında Tayf Kolektif’in oyunları bu mantık üzerinden yürüyor. Ses kayıtları temelde dilini oluşturuyor sahnelenen oyunların.
– Tayf’ın oyunlarındaki ışık etkisinden de bahsetmek istiyorum. Çünkü en az müzikler ve ses kayıtları kadar kullanılan ışıkların da Tayf Kolektif’in oyunlarında çok etkili olduğunu düşünüyorum. Her sahnenin ışıkları var. Kırmızı, mor, sarı, gri. Sahnedeki kadınların psikolojisini, içinde bulundukları durumları belli eden ışık tayfları var. Bu da çok dikkat çekici.
U.K.: Çok önemsiyorum ışık tasarımını da. Ustalarla çalışma imkanı buluyorum bu konuda. Ophelia’da Murat Ersan’la, Dört Oda’da Yakup Çartık ile çalışıyoruz. Çünkü benim işlerim tasarımı ön planda olan işler. Işık da bu tasarımın bir parçası, aynı ses tasarımın da olduğu gibi. Tüm bu tasarımları iyi yapıyor olmak oyun metnini de besleyen, hatta oyun metninin daha güçlü ortaya çıkmasını sağlayan sebeplerin başında gelmekte. Işığın ve sesin metni çok sağlamlaştırdığına inanıyorum.
– Tasarım demişken Ophelia’da algıladığım hareketli platform algısından bahsetmek istiyorum. Hareketli bir platform yokken izleyenin bunu böyle algılıyor olması sahnedeki beş oyuncunun başarısından kaynaklanıyor . Çünkü böyle bir algıyı yaratmak hiç de kolay değil. Oyuncuların çok zor olan böyle bir algıyı yakalamaları harika.
U.K.: Seyircinin yüzde doksanında böyle bir algılama var. Hatta oyun bittikten sonra platformun arkasına bakan seyircilerimiz var. gerçekten de oyuncularımızın becerisi, başarısı.
– Sahnede platform algısı yaratan kadınların yaşadıkları şeyler de kadın algısını ön plana çıkaran, dış dünya ile kadının yaşadığı ilişki, aşk ilişkileri vs… platform algısı çok anlam ifade ediyor. Bunu bilerek mi yaptınız?
U.K.: Açıkçası gösteri başlayana kadar böyle bir platform algısı yoktu kafamda. Böyle bir algı yaratma düşüncesi yoktu. Ama bunun bu şekilde algılanması çok güzel aynı zamanda. Çünkü gizli bir dünya var arka tarafta. Ve bu dünyayı keşfetme, bu ilizyonu görebilme açısından izleyicinin kendi algısının bu anlamda şekil alıyor oluşu çok güzel.
– Sanat göstermeme sanatıdır. Siz kendi dünyanızda herhangi bir şeyi nasıl algılarsanız onu o şekle sokarsınız aslında. Kötü adamı hep kötü adam olarak algılamak ve sokakta o kişiye saldırmak algı oyunundan kaynaklıdır.
U.K.: Tayf’ın işlerinde açık alan bu anlamda çoktur mesela. Seyirciye bırakmayı seviyorum. Sahnede her şeyi söylemeyi sevmiyorum bu anlamda. Boş alanlar bırakıp bunu seyircinin okuması, seyircinin anlamlandırması, konumlaması, doldurmasını tercih ediyorum. O yüzden ışığı ayrı, sesi ayrı, platform algısı ayrı herkese bambaşka okumalar yaptırabiliyor durumla alakalı.
– Peki Tayf’ın kadın oyunları üzerinden gidiyor olması tesadüf mü? Yoksa bilerek mi seçiyorsunuz?
U.K.: Aslında tesadüf. Bilerek gelişmedi. Kendiliğinden oldu bu şekilde. Ama kadın dünyasını önemseyen bir yönetmenim aynı zamanda. Onun belki bir ibaresi bilmiyorum. Ki ben herhangi bir meseleyi ya da şununla ilgili bir oyun yapacağım diye yola çıkmıyorum genellikle. Daha çok işitsel veya görsel bir tasarım bir estetik düşünceyle yola çıkıyorum. Sonra oyun kendiliğinden oluşuyor. Ophelia oyununun fikri, ilk başta, en son sahnelendiği şekliyle çıkmamıştı.. Benim işitsel bir hayalim vardı. Onun üzerine çok uzun bir ses tasarım çalışması içine girmiştim. Bazı taslaklar çıkarmıştım ortaya. Bir yıl sürmüştü. Oyun ortaya çıktığı son haliyle bana şunu dedirtti: “A bir dakika Benim Opheliam işte bu” dedim. Sonra Ophelia üzerine odaklanıp onun metnini yazdım. Virginia dört oda oyunu da benzer bir şekilde. O da görsel bir hayalle ortaya çıktı. Beni Virginia Woolf’a götürdü. Fakat şunu da söyleyeyim bir yönetmen olarak sahnede kadın oyuncu görmeyi çok seven bir yönetmenim. Özellikle bizim tarzda sahneye konan metinlerde, bu kadar teslimiyeti yüksek işlerde kadın oyuncuların varlık durumunun çok güçlü olduğunu düşünüyorum.
– Kesinlikle doğru. Bu metinlerde sahnedeki beş kadının varlığı harikaydı. Harika oynuyorlar. Keşke ikinci perdesi de olsaydı diye düşündüm açıkçası. Ophelia’da seyrettiğimiz beş kadınla, Dört Oda’da seyredeceğimiz beş kadın aynı oyuncular mı?
U.K.: Hepsi benim eski öğrencilerim. Stüdyo Oyuncuları çıkışlılar hepsi. Stüdyo Oyuncuları ders verdiğim dönemde derslerine girdiğim öğrencilerimdi hepsi de. Açık Pencere işinde de beraber çalıştık. 2006-2007 yıllarından beri tanıdığım, çalıştığım öğrencilerim. Bir yönetmen için bu çok güzel bir lükstür. Kafamın içini çok iyi biliyorlar. Ben demeden ne yapmak istediğimi çok iyi anlıyorlar. Çok hızlı ve güzel ilerliyoruz bir de çok uyumlu bir ekiptir. Sorunsuz, güle oynaya hazırlık dönemleri, prova dönemleri geçiriyoruz hep beraber. İşi yapmaktan çok nasıl yaptığınız önemlidir benim için. Kırmadan, dökmeden, yaratarak ve bırakarak yapmak. Zaten bu iş çok meşakkatli. Bunu yaparken ayrıca başka şeylerle uğraşmanın hayattan çok şey götürdüğüne inanıyorum. Bu anlamda çok şanslıyım.
– Şu konuya da değinmek istiyorum. Hem Ophelia hem de Dört Oda iki İngiliz yazardan Shakespeare ve Virginia Woolf’dan yola çıkılarak veya yolu oraya çıkaracak şekilde yazılmış oyunlar. Temelde İngiliz yazarlar olmasını bilerek mi seçtiniz? Yoksa tesadüf müydü?
U.K.: Bu da tesadüftü. (Gülüyoruz.)
– Aslında şu tesadüf değil. Tiyatronun ana damarının olduğu yerden iş yapıyorsunuz. Kendinize de çok haksızlık etmeyin bu anlamda.
U.K.: Mutlaka böyle bir nedensellik vardır tabii. Bilinçaltı seviyesinde vardır.
– Hangi okuldan mezunsun? Dramaturgluktan mı geliyorsun?
U.K.: Yok hiç değil. Benim tiyatro eğitimim Stüdyo Oyuncuları ile başladı. Onun dışında Lisanslı Endüstri Mühendisliği mezunuyum.
– Mühendislerin sanata düşkün oluşu hep var.
U.K.: Evet öyle. Matematiğe olan yatkınlık, Stüdyo Oyuncuları ile de çok birleşen bir şey o. Belirgin bir sahne grameri üzerine düşünmek, sahneyi öyle hayal etmeye de çok yatkındım, matematiğe olan yatkınlığımdan. Sahnelerimde de belirgindir o. Geometri ve matematiksel kurgu.
– Kesinlikle. Çok net çizgiler var. Her şey o kadar milimetrik ki.. Mühendislerin obsesyonu bu aslında…
U.K.: Bu benim şahsi obsesyonum aslında.
– Önümüzdeki yıl neler yapacak Tayf Kolektif?
U.K.: İki oyunumuz Ophelia ve Virginia Wolf 4 Oda devam edecek önümüzdeki sezon. Yanı sıra şu an birkaç yeni hayal üzerinde geziniyorum yeni bir oyun için de.
– Ben, Off İstanbul sayesinde tanıştım Tayf Tiyatro ile. Ne düşünüyorsunuz bu festivallerle ilgili? Katkı sağladığını düşünüyor musunuz bu tür festivaller, hareketlendiriyor mu tiyatroya olan ilgiyi?
U.K.: Tabii ki var. Festival henüz çok yeni. İlerleyen süreçlerde etkisi ve katkısı da mutlaka daha da artacaktır eminim bundan . Bu anlamda festivallerin sürdürülebilir olması çok önemli. Keşke daha çok festival yapılsa. Hep beraber herkes birbirine destek verse. Bunun olması çok değerli kılıyor festivalleri bu anlamda.
– Türkiye’de bu sene 600 oyun sahneleniyor. Bir yandan da Türkiye’de Kültür Sanat ortamının ortalamanın altında olduğu konuşuluyor hep.
U.K.: Ciddi bir potansiyel var. Bağımsız birçok tiyatro topluluğu var. Ben aslında seyircinin de olduğunu düşünüyorum. Özellikle İstanbul’da. Yeni toplulukları takip eden önemli bir kitle var. Ama yeterli mi? Yetmez. Seyirci hareketliliği anlamında ne olursa olsun iyi yerlere gidiyor. Umutluyum bu anlamda. Bizim de üzerimize düşen görevler var. Seyircinin merakını cezbedip , ulaşmayı bilmeliyiz tiyatro yapan kişiler olarak. Hadi beni gör demek yerine biraz tırmalamak, çalışmak gerekiyor.
– Türkiye’de potansiyeli olan genç nesil her gün bir paket sigara alabiliyorken bir tiyatro oyununa gitmeyi tercih etmiyor. Dediğiniz gibi bu gençlerin dikkatini çekmek gerekiyor biraz da.
U.K.: Bizlerin de üzerimize görevler düşüyor derken bunu demek istiyorum. Mesele para problemi değil aslında. Çok büyük paralara ihtiyacınız yok tiyatro seyircisi olmanız için ya da bir kitap alıp okumanız için. Böyle çok büyük bir genç kitle var Türkiye’de. Bu gençlere ulaşabilmemiz ve ilgilerini bir şekilde çekmemiz, gençleri yargılayıp bir kenara atmak yerine, onlara ulaşabilmemiz gerekiyor. Herkese ulaşabilmek için doğru stratejiler oluşturmak çok önemli
– Bu anlamda, iletişim kurmak ve yaptığınız işten haberdar etmek adına iletişim kanallarını ve sosyal medyayı iyi kullanmamız gerektiğini düşünüyor musunuz?
U.K.: Seyircimizin büyük çoğunluğu instagram üzerinden geliyor. Etkileşim instagram üzerinde çok yüksek. Bunun üzerinde 2 yıldır özen göstermeye çalışıyorum. Ve işe yarıyor. İnstagram dünyasındayız. Yok saymak çok da mantıklı değil. teknolojinin getirdiği şeyler korkunç şeyler değil. Nasıl kullandığına bağlı.
– Siz sahneye çıkıyor musunuz Oynadığınız bir oyun var mı?
U.K.: Çok uzun yıllar oyunculuk yaptım ama şu dönem çıkmıyorum. İşin mutfak tarafı beni cezbediyor son dönemlerde. Aynı zamanda da eğitmenlik yapıyorum, oyuncu koçluğu yapıyorum. On beş yıldır. İstanbul Film Akademisi’nde İFA’da ve ASİ Film’de. Ama kendime bir oyun yapacağım galiba.