Edebiyat serüveninde uzun yılları geride bıraktınız. İlk yazma eğiliminizi keşfetmenizden itibaren geldiğiniz noktayı değerlendirirsek yazmaktan ne zaman vazgeçemeyeceğinizi anladınız?
Vazgeçememe meselesi kurulan ilişkinin nasıl olduğuyla ilgili. Ben yazarak dünyaya daha kolay katlanabiliyorum. Sürdürebilme gücü veriyor, yazıyla yaşamak iyi geliyor bana. Bunu da yirmili yaşlarımın sonuna doğru fark ettim. O zamandan beri böyle diyebilirim.
Öykülerinizde toplumsal olaylar ve coğrafi meseleleri ele aldığınız gibi karakterlerin bireysel derinliklerini de oluşturmayı ihmal etmiyorsunuz. Bu dengeyi kurarken nelere dikkat ediyorsunuz?
Öyküden öyküye bireysel ya da toplumsal çatışmalar değişse de, kahramanlar kurmaca olsa da, onlara birer gerçek insan muamelesi yapıyorum. Sahici kılmak ve derinlikli anlatabilmek için de öyküdeki olayın ya da durumun karakterde yarattığı etkiyi, iç dünyasında olup bitenleri, iç tepkilerini mutlaka okura açıyorum. Bir başka deyişle yaşananların oluşturduğu ruh hallerini mutlaka gösteriyorum.
Hem toplumsal olayları hem de insan psikolojisini öykülerinde ustalıkla işleyen bir yazar olarak son dönemlerde toplumun iç dünyasını ve psikolojisini nasıl görüyorsunuz? Bu konudaki gözlemleriniz nelerdir?
Hepimiz için ayan beyan durum. Öfke, sinir harbi ve düşmanlık. Nefret ve kutuplaşma. Öteki meselesi de dorukta tabi. Direnenler, mücadele edenler, her şeye rağmen göze alanlar, çözüm üretmeye çalışanlar olmadığını söyleyemeyiz elbette, ne var ki toplumun yarısında başat duygular korku, umutsuzluk, yarından endişe, diğer yarısına ise bir hoşnutluk hali var, hatta zafer sarhoşluğu. Keşke bunların tam tersini söyleyebilseydim.
Aynı zamanda Galapera Kültür ve Sanat Derneği’nin başkanlığını sürdürüyorsunuz. Aslında çok yoğun bir temponuz var. Bir hikayeyi yahut bir karakteri yakalamak, gözlemlemek bu tempo içerisinde zor oluyor mu? Hiç yoğun çalışmalarınızın arasında gözden kaçırdıklarınız olduğunu düşündünüz mü?
Hayır, yoğunluk olsa bile, her durumda insana, hayata bakabilir, görebiliriz. Başka şeylerle uğraşırken de yazıyla ilişki sürer. Öteki alanlar yazma zamanını daraltabilir, bu biraz can sıkıcı tabi, ne var ki karşılaşmaları ya da gündüz düşlerini engellemez. Zihinde kalır, birikir, çoğalır. Orada saklar, sonra üretiriz. Ben bu konuda bir zorluk yaşamadım, tam tersine dışarısı, sokak, insan kalabalığı, ilişkiler bana katkı yaptı.
Resme olan ilginiz ve çalışmalarınız da takdire şayan. Peki bu alandaki çalışmalarınızın edebiyatınıza etkisi oldu mu?
Bir dönem suluboya resim çalışmıştım, keyifli ama amatörce çalışmalardı. Bu alanda kayda değer bir verimim yok. Sonra da zamansızlıktan bırakmak zorunda kaldım. Resimden çok çizimden söz edebiliriz belki. Uzun yıllar boyunca tekstil sektöründe moda tasarımcısı olarak çalıştım. Bu da yaratıcılık gerektirse bile sanat değil, bir işti. Resim daha çok bu biçimde yer aldı hayatımda.
TRT tarafından birçok çalışmanız radyo ve televizyon üzerinden yayınlandı. Yazılı olarak ortaya konulan bir eserin görsel olarak izleyicilerle buluşmasının ne gibi zorlukları var. Yazdıklarınızı izlerken neler hissediyorsunuz?
Epeyce radyo oyunu yazdım, radyolarda oynandı. Bir öyküm tv filmi olarak çekildi ve TRT’de yayınlandı, daha sonra da gene TRT’de uzun süreli bir programda metin yazarlığı ve danışmanlık yaptım. İçlerinden en çok radyo oyunu yazmayı severim. Öykümün film hali, iyi niyetli bir çalışma olsa bile beni düş kırıklığına uğratmıştı, çünkü edebiyat eserini sinemaya veya bu tür başka bir şeye uyarlamak gerçekten kolay değil, çoğu zaman da başarısız oluyor, tatsız bir şeye dönüşüyor. İyi olanları çok az. Anlatma araçları, dilleri farklı iki türün yarattığı bir durum bu. Romandan, öyküden bence film yapılmamalı.
Son kitabınız “Belki Yarın” Hep Kitap etiketi ile okuyucularla buluştu. Belli bir noktadan sonra kitabınızda “yarın” olgusunun varlığından söz etmiştiniz. Gelecek çalışmalarınızda da bunun izlerini görecek miyiz?
Şimdi bir roman yazıyorum, onda yarından çok bugün var. Bu günün halleri ve onları yaratan olgular. Belki Yarın’ı yazarken ise yarın meselesi kafamı kurcalıyordu. Duruma ve yaşananlara göre yarın ve bazılarına göre yarın nedir. Yarın herkes için umut anlamına mı gelir sorusu. Böyle olunca da klişe bir yarın değil, yarın gerçekliği üzerine yazmak istedim.
“Belki Yarın” kitabınızda eşyaları kişiselleştirme ve anlam yükleme oldukça göze çarpıyordu. Eşyalara anlam kazandırmanın çalışmalarınıza katkılarından bahsedebilir misiniz Jale Sancak’ın hayatında anlam yüklediği bir eşyası var mı?
Söylediğiniz gibi yazınsal metnin içinde, kurmacanın verdiği özgürlükle anlam yükleyerek göstermek, farklı biçimlerde anlatma olanağı yaratmak için yaptığım bir şey bu. Nesne-kahraman ilişkisi, nesne ve diğer şeyler ilişkisi üzerinden göstermek de söylemenin bir başka biçimi. Yazarken gerçekliği yeniden kurar, dönüştürürüz, düşsel gerçeklik girer devreye, çok boyutlu anlatım için de edebi metin buna ihtiyaç duyar düşüncesindeyim. Eşya değil ama ağaçlara bu tür bir anlam yüklediğimi söyleyebilirim.
Bugüne dek birbirinden farklı birçok yayınevi ile çalıştınız. Günümüzdeki yayınevleri ve yayıncılık kültürünü nasıl değerlendiriyorsunuz. Geçmişten günümüze ele aldığımızda ne gibi farklılıklar göze çarpıyor?
Evet birçok yayınevi ile çalıştım ve hepsi Türkiye’nin iyi, nitelikli yayınevleriydi. Benim çalıştıklarım yazarın hakkını koruyan, yazarına ve yayınladığı kitaba değer veren yayınevleriydi. Şimdi Hep Kitap’la yolculuğa devam ediyoruz. Yeni, ama kurucuları ve çalışanları deneyimli, alanında başarılı, titiz yayıncılar. Profesyonel bir yayınevi. Deniz Yüce Başarır yayın dünyasının en iyi genel yayın yönetmenlerinden biri. Onunla çalışmak benim için kıvanç. Genel manzaraya bakarsak çok yayınevi var, bunların bir kısmı belirttiğim niteliklerden uzak, salt paraya odaklı yerler. Para karşılığı kötü yazılmış, yayımlanmaması gereken kitaplar yayımlıyorlar ya da bedelsiz yayımlasalar bile yazanı sömürüyorlar ve ortalığa çöp saçıyorlar. Her şeyde olduğu gibi bu alanda da yozlaşma var.
Çok satanlar listesi… Popüler kültürün edebiyata ve edebiyat dergilerine hatta kapaklarına sıçraması söz konusu. Hem okuyucu hem de yazar açısından ele alırsak edebiyat dünyasında bir tektipleşme söz konusu mu?
Kuşkusuz, evet, tektipleşme. Özellikle çok satan dergiler, baktığınızda sunuş, sayfa sayısı, boyut, kapak ve içerik neredeyse tıpatıp. Avcı bir sektör, okur da av. Kitaplar, yazılanlar da öyle. Kendi olma, özgünlük, yaratıcılık çok az. Edebiyat eser miktarda bu tür yapıtlarda. Hepimizin bildiği gibi ne satıyor onu yönelelim hikâyesi. Yeni okurlar ne yazık ki böyle yetişiyor. Tam da sistemin istediği şey. Böylece edebiyat belasını savuşturmuş oluyor kapitalizm. Bunları söyleyince de dinazor, eski kafalı ya da kötü kişi oluyorsunuz.
Günümüzde edebiyat yarışmalarının sayısı giderek arttı. Bunu neye bağlıyorsunuz? Sizce bu yazarların çalışmalarını nasıl etkiliyor. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Edebiyat yarışmalarına, ödüllere karşı değilim, neden çoğaldıklarını bilmiyorum ama çoğalmaları sevindirici. Öte yandan kimsenin ödül alayım, şu ödüle göre hazırlanayım diye yazdığını, bunu hedeflediğini sanmıyorum. Yazarın yaratma macerasında ödülün, yarışmaların itici güç olduğuna, yazma nedeni olduğuna da inanmıyorum. Hayatı boyunca hiçbir yarışmaya katılmamış yazarlar var, katılmak en doğal hakkı olduğu halde. Önemli olan bu ödüllerin, ayırma kayırma yapılmadan, yazara değil, hak eden yapıta verilmesi, verilme gerekçesinin de sağlam bir nedeninin olması gerekli.
Sinemaya olan derin ilginizi biliyoruz. Sizi derinden etkileyen filmler nelerdir? Çalışmalarını takip ettiğiniz yönetmenler var mı?
Tabi birçok film var, saymaya kalkışırsam uzun bir liste olur. Ettore Scola’nın ‘Özel Bir Gün’, Angelopoulos’un ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’, İngmar Bergman’ın ‘Utanç’ filmlerini anmadan geçemeyeceğim gene de. Özetle İtalyan yönetmenleri, onların filmlerini daha çok sevdiğimi söyleyeyim. Bizden de Zeki Demirkubuz sineması. Tolga Karaçelik, Özcan Alper de izlediğim yönetmenler arasında.
Son olarak genç ve yazmaya eğilimli olan arkadaşlara önerileriniz nelerdir?
Buradan öğüt verir gibi konuşmak istemem, ama yazmak için öncelikle dünden bugüne dünya edebiyatını da, bizim edebiyatımızı da okumaları, bilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Sanatın diğer dallarıyla da, hayatla da ilişkileri diri olmalı. Sabırsız olmamaları, uzun uğraşmaları göze almaları, denemekten korkmamaları gerekiyor. Yazmaya diğer şeylerden fazla zaman ayırmaları, devamlılık ise bu konuda gelişmelerini sağlayacaktır.
Vakit ayırdığınız için teşekkürler…
Uğur Hakan Hacıoğlu