Henüz 4 yaşındayken kilise korosunda piyano çalan bir kadın hayal edin. Annesinin piyano virtüözü olmasını istediği, Bach’ın baş döndürücü zenginliğiyle tanıştırılmış ve bunu henüz 4 yaşındayken geliştirmiş bir kadın.
Eunice Kathleen Woyman. Anne ve babasının ona hitap ettiği ismi buydu. Daha o yaşlarda aldığı eğitimin etkisiyle Bach’tan etkilenmiş Miss Woyman. Kütüphanede verdiği ilk piyano resitalinde anne ve babasının en önde oturdukları yerden kalkması gerektiği söylendiğinde, “Arkada oturmaları gerekiyorsa çalmam!” demiştir. Anne ve babasına yapılanın ayrımcılık olduğunu ve ayrımcılığın ne demek olduğunu ilk fark ettiği gün olarak anlatacaktır daha sonra bu anısını ve böyle bir şeyden dehşet duyduğunu söyler. Kimi çok iyi dinleyicileri, tarzını Bach’a benzetir. Zira Bach’tan etkilendiği yadsınamaz bir gerçek. Tıpkı kütüphanede gördüğü ilk ayrımcılıktan etkilenip yıllar sonra politik bir sanat anlayışını benimsemesi gibi.
19 yaşındayken başvurduğu konservatuvardan ret yanıtı alır. Bunun nedeninin ten rengi olduğunu herkes bilir.
20’li yaşlarda para kazanabilmek için New Jersey’de bir İrlanda barında çalmaya başlayan Woyman, aynı zamanda şarkı söylemek zorunda da kalır. Bu da onun yeni bir sahne ismi yaratmasına sebep olur. Nina! Küçük kız. Soyadını da en sevdiği Fransız aktris Simone Signoret’ten alır.
Sen benim musikimsin, o güzel ellerin
Kutlu tahta tuşlarda nağmeler yaratınca
Ve coşup durmasıyla ahenk dolu tellerin
Can kulağıma o hoş ezgiler can katınca,
Çevik sıçrayışlarla yumuşacık avcunu
Öpüp duran o tuşlar beni kıskandırıyor,
Zavallı dudaklarım hasat sanıyor bunu,
Tahtadaki cürete bakıp duruyor mosmor.
Ne eşsiz zevk: dans eden tuşlar gibi olmayı
Özlemek, parmakların dolaşırken kayarak
O tuşların üstünde coşmak cansız tahtayı
Yaşayan dudaklardan daha çok kutsayarak.
Arsız tuşlar sevinsin: uzat parmaklarını
Ve öpeyim diye ver bana dudaklarını.
William Shakespeare’in bu dizelerini okuyunca Nina’nın varlığından daha önce haberdar olduğunu düşünmüyor değilim. O İrlanda barında Shakespeare’in bir iki “ayrlınd beer” içmediğini kimse bana anlatmaya kalkmasın. Sanki hiçbir parmak ya da hiçbir dudak bu kadar güzel olamaz gibi, sanki yıllar önceye gidip Shakespeare ile tanışmış gibi nahif bir kadın. Ben Shakespeare’in geldiği kanaatindeyim de neyse.
Yıllar ilerledikçe müziği ile inanılmaz bir kitleye ulaşan Nina, aynı zamanda New York’ta klasik müzik piyanisti olarak sahneye çıkan ilk siyah kadındır. Siyahlara yapılan zulümden rahatsızlığını sürekli dile getirmekten çekinmeyen bu asi kadın, hiç kimsenin cesaret edemediği şeyleri söylemekten de çekinmemiştir. Her toplumsal olaya müziğiyle etki etmeye çalıştığını “Yaşadığım zamanı ve durumları yansıtmayı seçiyorum. Bana göre bu benim görevim” sözleriyle açıklayan Nina, “Zamanını yansıtmadan nasıl sanatçı olabilirsin ki?” diyor bir röportajında.
Varoluş mücadelesi veren arkadaşlarının, demiryolundaki ağaçlarda idam edildiği gün “Strange Fruit” adlı şarkıyı yazıyor.
Güney ağaçları bir garip meyve barındırıyor.
Kan akmakta ve kan kökte,
Siyahi vücutlar sallanıyor güney esintisinde
Garip meyve kavak ağaçlarında asılı vaziyette
Heybetli güneyin pastoral manzarası
Kabarmış gözler ve buruk ağız.
O dönemler insanların kendi arasında bile bundan bahsetmeye çekindiği günlerdi. Ta ki Nina konserlerinde bunlardan bahsetmeye başlayana dek. Nina artık müziği dışında yeni politik kimliğini giyinmiş ve siyah, beyaz, bej ve kahverengi olmanın herhangi bir fark yaratmadığını anlatmaya başlamıştır.
15 Eylül 1963 – Birmingham Kilise Bombalanması.
Birmingham’da bir zenci kilisesi beyaz teröristler tarafından bombalandığında, bütün siyahlar ayağa kalkıp bunu protesto etti. Nina da bunu bir sonraki nesillere aktarabilecek güçte bir müzisyendi ve bu olayı da konu alan bir şarkı yaptı.
Mississippi Goddam. Bu şarkıyı yazarken şiddet dolu hissettim diyen Nina’nın şiddete karşı olmadığını biliyor olduğunuzu var sayıyorum. Çünkü Küçük kızımız, şiddete şiddet, silaha silahla karşılık vermeyi savunan bir kadındı. Kocasından silah kullanmayı öğrenmek için yardım istediği de bilinir. Fakat eşi beyefendiler, -aynı zamanda menajerliğini de yapardı- bunun sandığı kadar kolay olmadığını, para kazanmaya odaklanması gerektiğini ve bu tarz politik olaylardan uzak durması gerektiğini söyleyen bir ticaret üstadı idi. Sanatla ve sanatçıyla tek bağı para olan bu adam; -ki ismini kullanmamamın sebebi tamamen kendilerinden hazzetmiyor olmamdır- Nina’yı hemen hemen her gün döven, sürekli tecavüz eden bir adamdır. Umarım ismini kullanmama sebeplerime saygı duyuyorsunuzdur.
Mississippi Goddam ve şiddet dolu hisseden Nina’nın eserini bir de ünlü Fransız opera bestecisi Andre-Ernst-Modeste Gretry’nin tonalite yaklaşımı ile inceledim. Gretry, Jean-Jacques Rousseau ve birçok hatırı sayılır düşünür, bazı tonalitelerin anlatıma etkisi hakkında düşüncelerini paylaşmışlardır. Hepsinin ortak noktası, Do majör (C) gamının soylu bir anlatıma sahip olduğu, Sol majör (G) gamının ise savaşı anlattığı fakat Do majördeki soyluluğu barındırmadığını söylemeleridir. İlginçtir ki Nina’nın bu bombalama için yazdığı şarkının orijinal notasını kontrol ettiğimde, eserin Sol majör (G) olduğunu fark ettim. Tam da düşünürlerimizin anlattığı gibi. Bu bir savaşı anlatıyordu. Yalnız pek de asil olmayan bir savaş. Beyazların siyahlara karşı olan savaşı. Elbette ki Nina şarkıyı yazarken buna riayet edip tonunu Sol majör olarak seçmemiştir. Hissettiği ton bu olduğu için, bu tonda bestelemiştir. Bu yüzden kendisini deha olarak kabul ediyorum. Üstelik sadece ben değil, birçok müzisyen de kendilerinin deha olduğunu kabul etmiştir. Ünlü caz üstadı Miles Davis, piyanoyla başka şarkı çalıp aynı anda başka şarkı söylerken dinlediği Nina hakkında “Bunu nasıl yaptığını anlayamıyorum” deyip tekrar tekrar dinlemiştir kaydı.
Malcolm X’ten çok etkilendiğini saklamayan Nina, entelektüel bir alt yapısının olmadığından şikayet edip evini Malcolm X’in yanına taşıyarak hemen her gün sohbetlere katılıyordu. Malcolm X’in ona Karl Marx, Lenin ve felsefe hakkında çok şey kattığını da söylemekten kendini alamamış bir kadın Nina. Bu arada hayranlık duyduğu toplumsal barışı savunmak için aktivistlik de yapmaya başlamış ve yaptığı konserleri mitinge çevirmeye başlamıştır bir zaman sonra.
Bu müzik kariyerini tepetaklak eden bir hareketti ve bundan şikayet eden tek kişi tahmin edersiniz ki menajeri ve aynı zamanda kocası olan beyefendiydi. Günlüğünün hemen her sayfasında yediği dayakları anlatan Nina artık dayanamayıp kocasına alyansını bırakıp ona küçük bir mektup yazar. “Konuşmaya bile takatim yok” yazıyor mektupta. “Sen kendi yoluna bak, ben kendi yoluma” diye ekliyor. Amerika Birleşik Yılanları dediği ülkeyi terk edip Afrika’ya Liberya’ya yerleşiyor. Nina, kimsenin kimseyi rahatsız etmediği bir dünyada yaşamak istediğini anlattı hep bize. Ta ki parasızlıktan tekrar sanat hayatına dönmek zorunda kaldığı zamana kadar. Önce Paris’e gidip pislik içinde ve çok küçük paralara çaldığı zamanlar oldu. Hatta sahneye çıktığı küçük barın afişine bakıp, Nina gibi bir değerin bu kadar ucuz bir barda sahneye çıktığına inanmayan insanların olduğu Paris’ten de taşınmak zorunda kaldı. Sonra İsviçre’ye eski dostlarının yanına gittiğinde ise tamamen çıldırmak üzere olduğu ve dönemin etkili anti-depresanlarını kullanmak zorunda olduğu bir döneme girdi. Doktorların ilacı kullandığında hem piyano hem de şarkı söyleme yetisini yavaşça kaybedeceğini söylemesine rağmen ilaç kullanmayı kabul eden Nina yeniden konserlere başladı ve eski formunu yakaladı.
Bunları anlatırken klişe romantizmden uzak durmamın sebebi bu hallerini gözümün önüne getirmemden kaynaklanıyor. Hoş beğenip beğenmemenizle de keşke ilgileniyor gibi olmasaydım. Ölümünden iki gün önce kendisine onur diploması veriliyor. Bilin bakalım nerden? 19 yaşındayken reddedildiği konservatuvardan. Ayrıca 15 kez Grammy’e aday gösteriliyor ve 2000 yılında Grammy ödülünü alıyor. Bu ödüllerin onun için herhangi bir şey ifade ettiğini sanmıyorum. 1933 yılında doğan Nina’yı 2003’te kaybettik. Tam kaybettik de denemez aslında. Konserlerinden birinde, “Sizinle başka bir düzlemde görüşeceğiz yine” diyor. Umarım görüşürüz.
İbrahim Tüzer