SEDEF KAŞIKLAR
İstanbulluluk, çocuk dünyama sihirli yolculuk!
Çocukluk günlerimden hatırladığım ilk lezzet anneannemin yaptığı, kokusu burnumda tüten, rengi rüyalarımı süsleyen, gül reçeli. Şimdi, ne zaman bir gül koklasam, bu rayihayı arar ve her seferinde bir gülde buldum sanır, anneannemden ve dedemden dinlediğim, fakat hiç görmediğim Eyüp’teki konağımızın bahçesindeymişçesine sevinirim… Yaz geldiğinde ne zaman Erenköy sokaklarında yürüsem, şimdi apartman vaktiyle köşk-konak bahçelerde, ağaç gölgelerinde, çardak altında serinlemiş hissine kapılırım; dinlenir, serinler, ferahlarım… Ermeni, Musevi, Rum komşularımızdan öğrenilen yemekler, anneannemin, tam karnının ortasına bir midye yerleştirdiği zeytinyağlı lahana dolması, kabak çiçeği kızartması, babamın taraması, kahveli portakal likörü… Hepsi de damağımızı şenlendirmeye, sofralarımızı süslemeye devam ediyor.
Ben İstanbul hikayelerinde büyüdüm. Topluca gidilen Karagöz oyunlarına yetişemedim. Yetişmedim ama annemin babası Akif Dede’min, Mühürdar’da kış akşamlarımızı ısıtan tefinin sesi eşliğinde Karagöz ile Hacivat’ın “Yar bana bir eğlence, yar bir eğlence”sine yetiştim; küçük yaşım için kocaman deve derisi Karagöz takımının kolunu, bacağını oynatarak, onları konuşturarak dedemden duyduklarımı taklit etmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Akif Dede’min babası ressam Mahmud Kemaleddin Bey, Çanakkale’de şehit düşmüş. Dedem, Eyüplü Sakıp Efendi’nin torunu. 13 kuşak Eyüplü benim için, Eyüp İstanbul’un tam merkezine yerleşir. Eyüp deyince aklıma, eski Eyüp oyuncaklarından kırmızı testiler, bayramlarda Eyüp Sultan ziyaretleri ve topal leylekleri gelir. Ah o aynalı kırmızı testiler! Testileri birer sırlı mağara, aynaları çocuk dimağında harikalar diyarına yolculuklara çıkaran tılsımlar…
Mühürdar’da anneannemlerin evinde bir sandık odası vardı… O sandık odası, içinde tel dolap, annemin küçüklük oyuncakları ile benim oyun evimdi. Sanırım, Peter Pan misali ben orada kaldım ve hâlâ orada bulduklarına şaşırarak, meraklı, heyecanlı ve mutlu yaşmaya devam ediyorum. Tevekkeli değil, geçen sene kaybettiğim, eski bir İstanbul Beyefendisi Ercüment Hocam (1922-2018), “Sen bu devre ait değilsin evladım, 19.yy hatta 18.yy hanımlarındansın… Piyanonu çal, resmini yap, goblen işle, güllerin ile ilgilen. Çamlıca’da bir konakta doğmuş annem gibi” derdi.
Küçüklüğümden beri kutuları, dolapları karıştırmayı severim. Dünyaya ilk söylediğim kelime bu nedenle “aç” oldu. Kutuları açmaya da, gizleri araştırmaya da doyamadım. Anneannemin sandık odasında, bana Eyüp’ten alınan testinin bir eşini bulunca önce çok şaşırmıştım. Anneme küçükken o testiden alınmış, dedeme de. Şimdi eski İstanbullu, Merkez Efendili arkadaşımla konuşuyorum, evlerinde bu testiden olduğunu söylüyor bana. Oyuncaklarda buluşmak da İstanbulluluğa dair diye düşünmeden edemiyorum.
Dolaplar ve çekmecelerin içinde keşfedilen her biri büyüleyiciyi eşyacıklar, eski harflerle yazılmış küçücük defterler, üzeri Fransızca yazılı, pastel renklerde çiçekler ile bezeli pudriyerler, eski paralar, tramvay biletleri, büyükbabamın kalem kutuları, hem anne hem de baba tarafıma ait iki ayrı kartpostal albümü. Arkaları kâh Fransızca kâh eski harflerle yazılmış, cumhuriyet öncesinde yurtdışına gezmeye, okumaya gitmiş akrabalardan gelen, buket buket çiçekli, kedili, kar manzaralı kartpostallar.
Her meraklı şey, ben küçükken dolaplardan, çekmecelerden çıkardı. Hepsinin bir İstanbul hatırası vardı. Sadece dolaplar, çekmeceler mi! Ya duvarlar!
Ben şimdi seramikler yapıyorum, taşlar boyuyorum. İçimden akan gelen bir İstanbul’un izleri var hepsinde, Boğaziçi var, çamlar var, İstanbul çiçekleri var.
Evimizin duvarlarını süsleyen Hoca Ali Rıza tablolarındaki fıstık çamlarını gösterirdi babam, Çamlıca’dan aşağı doğru indiğimizde. Beylerbeyi’nde büyükbabamın doğduğu konaktan bahsederdi. Amcam, büyükdedem Serveznedar Mehmed Halid Bey’in konağının bahçesindeki adada “kaptancılık” oynarmış. Bu ada hâlâ duruyor. Bu ada aynı zamanda, büyükbabamın bir iddiayı kaybetmesi üzerine küçükken kendini kış ortasında suyuna atıp, hasta ettiği ada. Babamın aynı konağın selamlık kısmında fotoğrafları var. Erenköy’deki o konak artık bize ait değil. Harem kısmı yıkılmış, selamlık kısmı bir sanat galerisi olarak yaşıyor. Konak hayatı, bahçede meyve ağaçları, bayramlar, ramazanlar, şuruplar, şerbetler, hamamlar, mangallar, ince kilerler, atlar… 40 atı olan bir ahır. Büyükbabam ile babası, biri midilli, diğeri de at üzerinde konaktan çıkıp Çamlıca’ya doğru giderlermiş, yan konaklarda yaşayanlar da bu hoş manzarayı seyretmek için sokaklara çıkarlarmış. İşte artık biz, ailemizin konak hayatını büyükbabam Refik Halid’in yazılarında okuyor, aile büyüklerimizin hatıralarından dinliyor, gördüğümüz fotoğraflar, resimler ile birleştirip, zihnimizde canlandırmaya çalıyoruz.
İstanbulluluk, manevi değerleri davranışlarımızda tembihlerle, “ayıp olmasın, emrivaki yapmamalı, yemeğe doğru eğilmemeli, paradan bahsetmemeli, özel soru sormamalı, büyüklerin yanında bacak bacak üstüne atmamalı, sokakta önce hanımlar beylere selam verirler” ve daha nicesi ile büyütüldüğümüz, kitap olacak kadar çok, ancak çoğu kitapta yazmayan çeşitli adab-ı muaşeret kurallarını, dilimizde kullanılacak kelimeleri, kalbimizde de her daim bu hissiyatı korumak olsa da, İstanbul’a dair pek çok şeyi artık hatıralarda yaşamak, yaşatmaya çalışmak demek.
Kitaplarda okuduğumuz İstanbul, eski Yeşilçam filmlerindeki yemyeşil tepeler, küçüklüğümde pırıl pırıl denizine girdiğim Büyük Liman artık sadece ismen var. İstanbulluluk, biraz da Boğaz’da yüzmeyi öğrenmiş olmak olamlı bence.. Ercüment Bey’in anneannesi yazları Anadolu Hisarı civarında kiraladıkları yalının üst katından denize atlarmış. Ben annem ve babamın kullandığı teknemizle gittiğimiz Poyrazköy’de öğrendim yüzmeyi. Babaannem ve büyükbabam Caddebostan’da plaja giderlermiş, annemler Florya’ya…
Hocamın yalının üst katından denize atlayan anneannesi, insanları zarif, nazik, kibar olarak üçe ayırırmış. “Zarafet içten geldiği için en değerlisidir, diğerleri sonradan öğrenilir” dermiş. Ercüment Hocam, “sen zarifsin” der, beni sevindirirdi. Bir İstanbul hayal edelim, insanlarının hepsinin ya zarif ya nazik ya da kibar olduğu… Hayal edelim ve Beylerbeyi’nin teşrifatını rüyaya dalar gibi yâd edelim.
Bir perde kapandı ve bir başka perde açıldı. Bizler de bir taraftan o yeni açılan perdeye elimizden geldiğince ayak uydurmaya çalışıyoruz, bir taraftan da kimliğimizi korumaya çabalıyoruz.
Büyükbabam mercan, sedef, bağa kaşıklardan oluşan kaşık koleksiyonunu çok severmiş. Koyu renklerde evde koyu renk kompostolar, hoşaflar içilirmiş ve açık renkli olanlarla da açık renk olanlar. Dinlediğim, beraber büyüdüğüm bu inceliklere, zarafete, itina ve eşyaya, mimariye, yemeklere verilen emeğe, inci İstanbul’a, ayakta kalmış konaklara, çeşmelere, ağaçlara iyi bakalım istiyorum. Bu elimizdekileri de kaybetmeyelim, kitaplardan öğrenmeyelim, filmlerde aramayalım. İncelikler, isimleriyle müsemma çok hassastırlar.
İstanbulluluk, benim için günümüzde kabaca tutulsa da kırılmaz, eğilip bükülmez, kaybolsa gidip bir yenisi kolaylıkla alınabilecek çelik kaşığın varlığına karşı, biraz itinasız davransak elimizde un ufak olacak, avucumuzda bir daha birleştirilmez parçaları kalacak sedeften ve mercandan yapılmış, geçmiş günlerle efsunlanmış bir kaşığı muhafaza etmeye çalışmak gibi.
Bu hassas uğraş ve vazifede, el birliği ile başarılı olmak ümidiyle.
* Bu anı yazısı Şalom Dergi’nin Temmuz sayısında yayımlandı.
Aslıhan Karay Özdaş