Şimdi bunu bir de ben size anlatayım. Kim bu Freud? Sigmund Freud’un torunu, malum günümüzde psiko analizin ilk kez bilim haline getiren kişidir Sigmund Freud. Aslında Freud, günümüzde pek çok eğitim metodunun temelini atması ile de bilinir. Özellikle zihinsel özürlü çocukların eğitiminde kullanılan modern eğitimin temelini atan kişidir. Freud adını duymayan çok azdır sanırım psikoloji konusunda özellikle. Doğrusu Ressam Freud’un dedesi için yüzlerce kitap yazılsa da zor açıklanabilecek birisi bence. Şimdi diyoruz modern eğitimin belki de en baş temelini aslında bu adam atmış olsa da!!! Ben kendi adıma onun yöntemlerini hiç sevmiyorum. Her ne kadar dünyada kabul edilirse edilsin… Her ne kadar başarılı olursa olsun. Ben kendi adıma hoşlanmıyorum onun yöntemlerinden. Bu özellikle onun hakkında izlediğim bir belgeselden sonra tamamen perçinleşti. Çalışma yöntemlerini de hiç tasvip etmedim. Günümüzde yaşasaydı yaptığı çalışmalar çok eleştiri alırdı orası kesin. Hatta hiçbir metoduna izin bile verilmezdi büyük ihtimal. Gerçi yaşadığı dönemde o ve diğerleri bu çalışmaları yapmasaydı bilim de bugünkü seviyesine hiçbir zaman ulaşamazdı belki. Tek bir kişiyi de suçlamamak gerek. Brunel, İngiltere’de teknoloji reformunu gerçekleştirirken işçi sağlığı/güvenliği konusunda son derece kötüydü hatta çok kişi de öldü ama Brunel olmasaydı sanırım bugünkü modern İngiltere hatta Avrupa olmazdı.
Neyse yaşananları ve yöntemleri kendi zamanlarında bırakayım ve ben yeniden yazı konuma döneyim; Lucian’in ailesi, Lucian daha çocuk yaşlarındayken İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’dan İngiltere’ye iltica etmişler savaş sırasında, İngiltere’ye yerleşmiş ve daha sonra Amerika’ya gitmişler. Bu yolculuk ve son durak Amerika olmasına rağmen Lucian Michael Freud hep İngiliz ressam olarak tanınıyor. Bu sanırım İngilizlerin daha çok hoşuna gidiyor, hatta bence gerçekte İngiliz bile değilken… Neyse kimliğinin çok da önemi yok. Ailesi aslında varlıklıymış ve Lucian’ı İngiltere’nin en iyi okullarına göndermişler, Ama o hiç parlak ve başarılı bir öğrenci olamamış. Çünkü aklında hep resim varmış.
(Bu paragraf, İkinci Dünya Savaşı sırasında topraklarından göç eden binlerce insanı düşünüp bir de günümüzde yine aynı nedenle topraklarından göçen binlerce mülteciyi düşündürdü bana… Zaman ilerledikçe teknoloji ve bilim de ilerliyor belki ama insanların günümüz mültecilerine bakış şekli bence giderek daha da geriye gidiyor. Bilemedim belki bu karşılaştırmayı yapmak icin henüz çok erken. Çünkü ben de bu zaman diliminin içinde yaşıyorum ve bu benden sonra gelecek neslin işi bu belki. Bunu da onlara bırakalım.)
Neden Ressam Freud için bu yazıyı yazıyorum önce onu belirtmeliyim: Lucian Freud’un bu yazıyı yazdığım tarihlerde Portraits National Gallery (London)’de bir sergisi vardı. Ben genelde sergiye gitmeden önce o sergi üzerine elimden geldiğince çalışırım. Çok iddialı oldu bu belki biraz ama bunu sergi öncesinde yapamasam bile sonrasında mutlaka yapmaya çalışırım. Çünkü ben bir sanat eğitimi almadım, bu merak sonradan başladı. Eğer tamamen hiçbir bilgim olmadan bir sergiye gidip de anlamaya çalıştığımda doğaldır ki zorlanabilirim. Gerçi artık az da olsa biraz bilgi sahibiyim, ucundan kıyısından anlıyor gibiyim de ama sanatçı üzerine okuyup bilgi sahibi olunca olay çok daha farklı bir boyuta gidiyor. Çünkü bir sanatçının yaşadığı ve anlattığı şeyi hissetmemiz için az buçuk onu tanımamız ve anlamamız gerek bence. Eğer biraz dahi olsa tanırsak, eserlerini daha doğru yorumlayabilir ve sergiden de daha fazla keyif alırız. Ben bu düşüncemi sadece resim sanatçıları için de düşünmüyorum. Yani bir piyanist, bir tiyatrocu ya da bir dansçı… Eğer izlemeyi düşündüğümüz kişiyi biraz tanırsak, hayatını öğrenirsek; onu farklı kılan o noktaları da öğreniriz. Yaptığı sanat bize daha bir anlamlı gelir. Kuşkusuz anlamlandırmalarımız da daha farklı bir boyuta gidecektir. İşte ben bahsettiğim görüşüm nedeniyle ressam Freud için de çalışmamı yaptım lakin sergiye gidemedim. Gitmek isteyip de gidemediğim o kadar çok sergi var ki, her ne kadar arada işimden izin alıp sergi görmek için Londra’ya gittiğim oluyorsa bile, o kadar çok sayıda güzel organizasyonlar yapılıyor ki, her istediğimi izleme imkanımın olmayışını anlamak hiç de zor bir şey değil.
Her ne kadar sergiye gidememiş olsam da Lucian’ın bir eserini görünce imzaya bakıp acaba bu Lucian mı diyecek kadar onun resimlerine baktığımı ifade etmeliyim gitme amaçlı yaptığım bu hazırlık için ve doğrusu sergiye gidememiş olsam dahi buna değer birisi. Bu yazıyı ilk yazdığımda, ilk satırlarda buna henüz karar vermemişim. Emin değilim henüz diye yazmışım. Ama sanırım zaman icinde anlıyorum ki gerçekten görülmeye değerdi onun sergisi. Kaçırdığım en iyi sergilerden birisi maalesef.
Yukarıda gördüğünüz “Fat Sue” isimli resmi dünya tarihinde, yaşarken bir sanatçının yaptığı tablo için ödenen rekor paraya sahip; $33.6 milyon dolara satılmış. Çok ilginç geldi bana, açık artırmadan önce gelip müzayedenin başlamasından önce oraya gitmiş Freud, başka bir odaya girip orada beklemiş müzayede sonunu. İzlememiş direkt olarak artırma bittikten sonra da ne kadar diye sorup öğrenip çıkmış. İnanılır gibi bir rakam değil ama gerçek. Bu esere kimin $33 milyon verdiğini bilmiyorum ama kimin verdiği de önemli değil zaten. Önemli olan bir ressamın yaşarken bunu başarmış olması bence.
Yukarıdaki tablonun modeli ilk karısı, aşağıdaki de öyle… Aşağıdakini evliliğinin sonlarına doğru yapmış, yorumu size bırakıyorum…
Freud’un resim anlayışı genelde portre çizme üzerine olmuş ve genelde nü. İlk eşinden boşandıktan sonra ikinci evliliğini çok varlıklı Londra’nın sosyetik bir ailesinin kızı ile yapan Freud için varlıklı günler de başlamış; Bol bol Paris’e gidip geliyor, resimlerine daha çok model bulabiliyormuş. Bu da daha çok nü resim çizebilmesine neden oluyor ve belki de daha kolayca…
Kadınları olduğu kadar erkek modeleri de çiziyor, evinin penceresinden bakıp yaptığı da pek çok resim var aslında ve incelediğimizde çok da etkileyici resimler. Haftanın yedi günü sürekli resim yapması ile de biliniyor. Bu kadar çıplak modelle birlikte çalışınca sanırım çalışmalarının içine bolca seks de karışıyor, resim yapmasının ötesinde. Kabul ettiği 19, iddia edilen 40’a yakın cocuğu olduğu. Şimdi aslında buraya onun cinsel yanının değil resimsel yanını anlatmak gerekir diye çalışıyorum ama bu kadar çıplak resim yapması ile tanınan birisinin diğer resimlerini ve o yönünü anlatmak benim gibi bu işin uzmanı olmayan birisi için bile zor bir iş. Bu konuda benim fikrimi sorarsanız bence Freud resimlerinde pek çok şey anlatıyor.
Çok ilginç ama üç kızının da çıplak resimlerini yapmış. Kızlarıyla yapılan bir röportajı dinledim. Kızları da ilk başta bunu yadırgamış ama babalarının işi çıplak resim yapmak olduğu için, bir süre sonra bunu yadırgamadıklarını söylediler. Kızlarından biri şöyle dedi: “Aslında çok minyon bir tip olmama rağmen beni çizerken olduğumun ötesinde iri vücutlu çizmesi beni karakter olarak çok güçlü bulmasından kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Yani Freud birinin resmini yaparken hiçbir zaman göründüğü gibi yapmamış, resmini yaptığı kişi için ne düşündüğünü anlatmış. Maalesef yazıma daha fazla tablosunu ekleyemeyeceğim ama Google’da aratırsanız göreceksiniz ki kendisine has bir tekniği ve anlatım tarzı var. Böyle bir tarzı oluşturmak bile bence çok ciddi bir başarı tabii.
Aklıma çok uzun zaman önce bir ablamın söylediği sözler geldi, “Sanatçıyı uzaktan seveceksin çok yakın olmak iyi değil” demişti, üstelik bunu Orhan Veli için demişti. Olmaz ki böyle de yatılmaz ki dizelerini okuduktan sonra. Sana ne el alemin karısından, istediği gibi yatar niye bakıyorsun demişti hiç unutmam. Hep kulağıma küpe olmuştur bu “uzaktan sevme” kısmı. Ben Freud için de böyle düşünüyorum. Bence çok etkileyici birisi, bir sanatçı. Zaten yakın olmak gibi bir durum söz konusu olmadığına göre gidip de resimlerini görmenin hiçbir zararı olmaz kimseye üstelik çokça getirisi olacaktır eminim… Umarım bir başka sergide yakalarım ben de bu şansı. Ama bir sanatçıyı uzaktan sevme fikri, bunu da belki sanatçılara bırakmak lazım.
Bu yazının sonuna bir rastlantı sonucu bir radyo programında dinlediğim bir de hikaye ekleyeyim:
Lucian öldükten sonra ailesine ve çocuklarına çok yüklü miktarda bir vergi borcu çıkmış, veraset vergisinden dolayı. (Kısaca not düşeyim veraset vergisi ne diye önce: Bedelsiz veya karşılıksız olarak elde edilen servet unsurlarından alınan bir tür servet vergisidir. Yani servet üzerinden alınan vergidir. Kişi miras, vasiyet, vb. sebeplerle servete sahip olduğunda veraset ve intikal vergisi; bağış veya başka yollardan servet sahip oluyorsa intikal vergisi ödemek zorundadır.)
Lakin ailesinin elinde vergi borcunu verecek nakit parası olmayınca vergi dairesi demiş ki babanızın tablolarının büyük bir değeri var ve ödemeniz gereken bedel X miktar Pounds. Ailesi ise babalarından kendilerine kalan hiçbir tabloyu satmak da istemiyor. Çünkü bu gerçekten paha biçilemeyecek kıymette ve özellikle hepsi bir aradayken. Aile çok ilginç bir çözüm buluyor; Lucian yaşarken dönemin pek çok ünlü ressamı ile de çok yakın arkadaş olmasından dolayı, pek çok arkadaşının resmini almış kendisi ya da ona hediye olarak verilmiş bazıları. Ailesi de vergi dairesine Lucian’ın resimlerini vermek yerine onun koleksiyonundaki diğer ünlü ressamların resimlerini vergi borcuna karşılık verebileceklerini söylüyor. Vergi dairesi de bu öneriyi kabul ediyor. Hatta eserleri satmak yerine vergi dairesine ait bir binada sergilemek üzere envanterlerine kayıt ediyorlar. Hiç unutmuyorum bu hadiseyi dinlediğimde arabada gidiyordum. Ne kadar şaşırdım kendi kendime, vergi dairesi bile sanatın değerini biliyor dedim içimden. Eserleri satmak yerine ellerinde tutarak aslında onlar da değerinin artacağının farkında ve kendi sanatlarına sahip çıkıyorlar. Ve bunu çok etkileyici buldum ne diyeyim. Vergi dairesi sadece para odaklı bir yer olmadığını ve bilinçli-duyarlı davranmanın ne demek olduğunun çok güzel bir örneğini sergilemiş bu tavrıyla. Ne diyebilirim ki, bravo onlara. Bence ders alınacak çok hoş bir davranış.
Lucian gercekten çok ilham alınabilecek birisi, yaptığı şeyin iki boyutlu olmasının ötesinde psikolojik analizi yapıp onu da tabloya bakan kişiye anlatma yeteneğine sahip birisi iyi hoş lakin benim içinse tablodan çok günlük hayatta karşımıza çıkan her insanın aslında farklı bir iç dünyası olduğunu düşündürdü. Bu iç dünyası her kişide de farklı. Öyle birkaç grup kurmakla hepsini sınıflandırabilmek kesinlikle mümkün değil.
Diyecek, yazacak çok şey var ama gerçekten inanılmaz bir deha bence o da büyükbabası gibi….
Ali İhsan Api