Edebiyat dünyasının Kurdeşen ve Ari Erk Cetveli ile tanıdığı yazar Kaya Tanış ile son kitabı Burası Orası Değil (Hayalet Oğuz Kitabı) odağında bir söyleşi gerçekleştirdik. Kaya Tanış’ın, 50 Kuşağının önemli temsilcilerinden hem çok sevilen hem kızılan Oğuz Halûk Alplâçin’in yaşamını, yapıtlarını derlediği kitabı Burası Orası Değil (Hayalet Oğuz) kitabı Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı. Hayalet Oğuz, yaşadığı dönem görünmeyen Oğuz Halûk Alplâçin’in günümüzde önemli dokümental çalışmayla görünür kılma amacını taşıyor.
– 58 kitap yazan, 113 kitap çeviren, yüzlerce senaryoya imza atan, dergilerde birçok hikâye, şiir yazan, çeviren Hayalet Oğuz’u canlandırıyorsunuz kitabınızda. İlk olarak şunu sormak istiyorum. Hayalet Oğuz ile yolunuz nasıl kesişti?
Kaya Tanış: Kurmaca bir karakter olarak tanıdım Hayalet Oğuz’u. Tezer Özlü’nün “Hayalet Oğuz” hikâyesi ile oldu bu. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra ise tesadüf eseri kurmaca değil de gerçek bir karakter olduğunun bilgisiyle karşılaşıp bu kez Sezer-Orhan Duru’nun hazırladıkları O Pera’daki Hayalet’e yöneldim. Böylelikle belleğimdeki kurmaca karakter bu kez “ilginç” ama gerçek bir kişi olarak çıktı karşıma. Sonrasında içimde uyanan merak bu ilginç kişinin yaşamına sokulmak gibi bir zorunluluğa taşıdı beni.
– 50 Kuşağının farklı alanlarda çok sayıda yapıta imza atan, farklı bir kişiliğe sahip Hayalet Oğuz nam üzerine kitap yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
K.T.: O Pera’daki Hayalet’te anlatılan kişi her ne kadar gerçek de olsa eksik bir şeyler vardı. Aslında epey demeliyim. Bir hatırlatma, dahası unutturmama hadisesi gerçekleşmişti bu kitapla. Ancak bu kez de bu hatırlatma isteği gerçeğinden ziyade derinden ilerleyen bir mit yaratımına dönüşmüştü. Meraklanmıştım ben, bunu gidermek için de efsaneden, Hayalet’ten uzaklaşıp Oğuz Halûk’u görmek istedim ve bu nedenle arşivlerden, sahaflardan onun kitaplarını, metinlerini toplamaya, okumaya başladım. Böyle böyle zihnimde bir kimlik yaratıyordum ama kitap değil elbette. O sonra. Okuduklarımın bende düşündürdüğü şey, bir başka ifadeyle beni soktuğu yol, esasında epey gerçek bir karakterin görmezden gelindiği sonucuydu. Bu sorgulamayı yaptıktan sonra kitap fikri çatılmaya başladı. Gerekli malzeme toplanacak ve böylelikle kitap bitecekti. Olmadı. Bu kez de topladığım malzeme yeterli gelmedi, daha içlerde bir yerde Hayalet’in yaşamı vardı ve o yaşam sadece durmuyor, beni de çekmeye devam ediyordu. Yazdıklarını ortaya getireceksem, o vakit bu yazılarda işaret ettiği, ama daima gizlediği yaşamını da görmem, göstermem gerekiyordu. Nihayet kitabın son hâli de bu düşünceyle yer etti zihnimde. Birbirine eklemlenmiş bir yaşam ve yaratım süreci vardı Hayalet’te, o zaman bir arada olması gerekiyordu. Bir arada bulunması, artık birinin diğerinden koparılmaması… Nihayetinde kabul etmek gerekiyordu, Oğuz Halûk sadece yaşamadı, aynı zamanda yazdı da. Kitap bu görmezden gelmeye bir itiraz olarak çıktı, bunu söylemek isterim.
– Kitabı okurken, edebiyat ve kültür hayatımızın taşlarından birini oluşturan 50 Kuşağının atmosferi her sayfasında hissediliyor. Nasıl bir yazım süreciydi, neler okudunuz, kimlerle görüştünüz? Bize biraz bu derinlikli kazı döneminizden bahseder misiniz?
K.T.: Dönem yazar ve sanatçılarının kitaplarından iz sürdüğüm bir okuma oldu. Ama öncesinde elbette Hayalet’in külliyatı ön plandaydı. Yapıyı görmem gerekiyordu ve bu yapı sadece yazdığı şiir ve hikâyelerle sınırlı kalmamış, çoğu zaman çevirdiği kitaplara da sirayet etmişti. İlk okuma buradan başladı, Hayalet’i birinci ağızdan, kendi ağzından dinlemekle başladım işe. Sonrasında dönem yazarlarının metinleri geldi. Hayalet Oğuz içinde bulunduğu tüm zamanlara geniş bir yerden değdiği için okumalar da genişlemek zorunda kaldı. Çünkü çok kişiyle irtibat kurmuş, bir noktada onlara sokulmuş bir karakterdi karşımdaki. Ama bu genişlik içinde elbette daha temel metinler vardı: O Pera’daki Hayalet’i bir kılavuz gibi kullandım, Tezer Özlü’nün ve Leyla Erbil’in metinleri içeri girmeme imkân sağladı, Ahmet Oktay’ın Gizli Çekmece’si, Demirtaş Ceyhun’un Entelektüel’den Entel’e’si öncelikli saydığım kaynaklardır. Ama şunu demek gerekiyor, bu okumalar hızlı bir kabul ediş üzerinden yürümedi, aksine sürekli karşılaştırma ile ilerledi. Çünkü bu sürede Hayalet’e dair bilgilerin kimi aktarımlarda tutarsızlık gösterdiğini gördüm. Bu nedenle okuduğum tüm metinlere uzak bir mesafeden, yükseltirsem, biraz da şüpheyle yaklaştım. Ayrıca süreli yayınlara yoğunlaştığım okumalar da yönümü sağlama almamda yardımcı oldu. Misal Ahmet Oktay’ın bir kitabında aktardığı bir anlatımı hemen kabul etmiş olsaydım, yıllar sonra süreli bir yayında ilkinden farklı bir anlatıma yaslandığını görmez, Hayalet’i koruyamazdım. Tabii bu okumaların/kaynakların en büyük faydası benim zihnimdeki kitap “meselesini” çatabilmemde ortaya çıktı. Evet, birebir aktarımlar aldığım kaynaklardı bunlar. Ama öncesinde kafa yorduğum ve soru sorduğum kaynaklardı. Soru basitti: “Hayalet’i nasıl bilirdiniz?” İşte bu sorunun yanıtı neredeyse her yerde aynıydı. Hayalet günümüzde biraz da bu aktarımlar nedeniyle efsaneye dönüştü. Benim bununla, bu efsane yaratma gayretiyle derdim vardı. Okumalar bu derdi iyi besledi, onları inkâr etmek yerine, onların karşısına gerçeği koymak istedim. Okumalara dair son olarak şunu diyebilirim; her okuma bir başka yeri işaret etti. Bu Hayalet’in dağınık yaşamından kaynaklıydı elbette. Görüştüğüm kişilere gelirsem, öncesinde çok konuşmamış kişilerle görüşmeyi tercih ettim. Ergin Ertem, Duygu Sağıroğlu, Feyzi Tuna, Can Kolukısa, Fatma Oran bu kişilerin başında gelir. Aslında şöyle de denebilir elbette, sadece konuşmayan değil, konuşulmayan insanlar, bu kişiler aynı zamanda. Büyük aktarımlarda bulundular, haklarını ödeyemem.
– Hayalet Oğuz’un yaşamını, eserlerini derlerken zorlandığınız konular, sizi heyecanlandıran meseleler neler oldu bunu merak ediyorum.
K.T.: Derlemedeki zorluk bu tür işleri yapan herkesin karşılaştığı gibi, kütüphanelerdeki kaynakların dağınıklığıydı. Baktığınızda 60 yıl öncesinin bir dergisi dahi tam takım olarak bir devlet kütüphanesinde bulunamıyor, hatta daha acısı bölük pörçük olarak toplansa bile yine de eksik bir şeyler çıkıyordu. Bu nedenle bir ayağım sürekli Ankara’da Milli Kütüphane’de oldu. Ama bu da zorluğun bir başka ayağıydı. Ben sadece süreli yayınları değil, Hayalet’in yazdığı ve çevirdiği kitapları da topluyordum. Esasında ilk bunları toplayarak başladım işe. Ama kimi kitaplar sahaflarda ve İstanbul kütüphanelerinde olmadığı gibi Milli Kütüphane’de dahi yoktu. Bu çok şaşırtıcı bir şeydi, çünkü o zamanlar çıkan her yayının mutlaka Milli Kütüphane kaydının olması gerekiyordu. Şimdi baktığımda sahaflardan bulup koleksiyonuma aldığım birçok kitabın Milli Kütüphane’de olmadığını görüyorum. Bunu şunu işaret ettiği için söylüyorum, eğer kütüphane kataloglarına şüpheyle yaklaşmasam bu “kayıt dışı” kitapları arayıp bulamazdım ve çalışma da eksik kalırdı. Bunlar beni en çok zorlayan şeylerdi. Ama işin bir de diğer kısmı var, Hayalet’in geçmişini aydınlatma kısmı. Buradaki zorluk muazzam dağınık bir yaşam ve Hayalet’in bu yaşamın izlerini sürekli silmesi. Bunları ortaya çıkarmak için metinlerini kazıdım ve bu sefer de geçmişle kurduğu hasarlı bağı gördüm. Bunu görmek benim için zorlayıcı oldu, sadece bir keder duyma değil bu, bir kişinin bunca şeyin altından kalkarken kendi yaşamını bambaşka bir uca çekme cesareti, kendini yok etmeye meyilli yapısıydı mesele. Bununla çarpışmak sertti. Heyecana gelirsek, her zaman söylerim, yaşamımda Hayalet’in peşinde olduğum kadar heyecanla geçen bir dilim olmamıştır. Her anıyla mükemmeldi, her anıyla beni canlı tuttu. İçeri aldı, ama orada sakinleştirmedi, yükselttikçe yükseltti.
– Hayalet Oğuz mülkiyeti yadsıyan bir kişiliğe sahip, bunu travmatik sayılabilecek anne-oğul ilişkisine bağlamak mümkün. Gazi Mustafa Kemal’in hastalığı dönemindeki doktorlardan, aynı zamanda Cumhuriyet’in ilk ilk Dışişleri Bakanlarından Tevfik Rüştü Aras, yine dönemin önemli gazetecilerinden Latife Hanım’ın hayatını yazan Nezihe Araz aile fertleri arasında yer alıyor. Onun kişiliğini etkileyen aile yapısı hakkında neler söylemek istersiniz?
K.T.: Önce şunu demem gerek, mülkiyeti yadsıması anne ile olan ilişkisine değil, sonradan üvey çocuk olarak yerleştiği evdeki yaşamına dayanıyor. Bu ev Nezihe Araz’ın aile evi. Araz Hayalet’in üvey teyzesi. Tevfik Rüştü Aras Hayalet’in annesinin bir akrabası. Ama bu akrabalığa dair Hayalet’in yaşamında kalıcı bir iz yoktur. Anne ufak bir yaştayken babadan ayrılıp kayboluyor. Bunun izleri elbette Hayalet’in yaşamına sızıyor ve neredeyse sonuna kadar da aynı sızıyla kalıyor. Ama eğer bir travmadan bahsedeceksek asıl travma Ankara’daki bu ev ve evin içindeki insanların yaşamlarının üzerinde yer eden baskıcı yapısı. Bu baskı herkesi kapsar demek ileri gitmek olur, bunu diyemem. Ama Hayalet’i kapsadığı aşikâr. Oğuz Halûk Alplâçin’i Hayalet yapan nedenlerin izleri bu evde beliriyor. Bireyselliğin asla mümkün kılınmadığı bir yapısı var evin, kurallar var. En baştaki kural bağımsız bir birey olarak var olunamayacağı gerçeği. Bir diğer yandan eşyaya karşı her zaman bir bağlılık, bir hürmet isteği, biraz yükselelim; dayatma var evde. Bütün bunların üzerine eğer üvey evlat olarak sonradan dahil olmuşsanız bu yapıya, bu dayatmalar elbette kalıcı hasarlar bırakacaktır zihinde. Hayalet hasarı alıyor, burada alıyor. Mülkiyetle ve ilişki biçimleriyle olan meselesi de böylece belirginleşiyor. Herhangi bir ilişki yapısına da bir mülkiyet zorunluluğu üzerinden bakıyor ve reddediyor. Eşya teferruat, asıl mesele burası, bağımsızlığı. Buna şerh düşülen bir zamandan çıkarıyor kendini, kaçıyor. Geri kalan tüm yaşamında da bunun hakkını veriyor. Tüm bu teferruatlardan zihnini arındırıyor, aşıyor oraları.
– 1954’ten ölümüne dek İstanbul’da yaşadığı süre boyunca şiirle başladığı yazın hayatında, polisiye çeviriler, yüzlerce senaryo, mizah dergilerdeki işleriyle oldukça üretken olduğunu söyleyebiliriz. 50 Kuşağının da önemli bir özelliğidir, sanatçılar pek çok alanda yapıt verirler. Sizce bu araştırmalar sonunda da görüldüğü gibi, bunca üretkenliğe rağmen, bugünün okuru için Oğuz Halûk Alplâçin neden ‘Hayalet’ olarak bilinir?
K.T.: Başta kendi dönemindeki algıdan kaynaklı. Hayalet Oğuz’a yaşamının uçarı yapısı nedeniyle onun dışında, bu yaşamın dışında bir gözle pek bakılmamış. Üretimleri ile kabul görmemiş. Bu kabul görmeyiş onu günümüze bir efsane, bir kurmaca karakter gibi getirmiş ve şimdiki gözün gören yapısını da belirlemiş. Kimi zaman tutarsız yapısı, yaşamının zorluğu ve dağınıklığı bu üretimleri çoğu zaman bir disiplinden yoksun kılmış. Bu da gayri ciddi bir yapıda görülmesine neden olmuş. Belki şunu da demeli, o kadar önemli işler yapan bir kuşak bu işleri nedense önemli görmemiş. Olsa olsa kimi zaman bir heves olarak görülmüş işleri, kimi zaman da küçümser bir tavırla yaklaşılmış ona. Buna Hayalet bir itirazda bulunmamış, ama içten içe dönemindeki herkesi küçümser bir tavrı o da kendi içinde geliştirmiş. Hatta bunu içte tutmak yerine, yer yer acımasızca sunmaktan geri durmamış. Şu da var, eğer işlerini görmek isterseniz o işlere kafa yormanız gerekir. Ama o dönemde eğer yaşamınız böyle dağınık ve uçlardaysa size kafa yormazlar. Tenezzül de etmezler esasında bir yerde. Ara ara yaşamınızı kolaylaştırmak isterler, vefa, dostluk gösterirler. Ama yerini bilmek şartıyla. O yer, Hayalet dışında bir kimlikle dolaşmanın imkânsızlığıdır. Bunu yaptığınızda, şair, çevirmen ya da yazar olarak ortaya çıktığınızda karşılık hemen verilir: “hadi canım sen de!” Çünkü gerçek ötesi bir yaşamı, yapısı olduğundan, bu sanki bir üretimi kapsayamaz nitelikte görülür. Oysa bohem sanatçıların yapılarına bakıldığında onların sanatını besleyen temel yapı bu yaşam hâlleridir. Ama 1950 kuşağı bunu sadece ressamlara reva görmüştür, bir edebiyatçıya gelirsek, hele de ele avuca sığmaz ve nedenlerini de asla söylemez bir edebiyatçıya gelirsek, buna izin verilmek şöyle dursun, kafa dahi yorulmamıştır. Ama Leylâ Erbil iyi demiştir, “yazmak istediğimiz bir karakter gibiydi” diye. Evet öyleydi, öyle izlendi çoğu zaman. Ama yazmak istedikleri bu karakter esasında kendi de yazdı! Siz yazıyı ondan sıyırırsanız elbette geriye sadece Hayalet kalır. Siz inanılmaz deseniz de, esasında inanılır bir kişidir Oğuz Halûk Alplâçin. Bugünden bakacaksak, şimdi pekâlâ inanabiliriz, artık görülüyor çünkü.
– Görsel Sanatlar, edebiyat alanında özel bir devir 50 Kuşağı. Yaşamını Paris’te sürdüren Utku Varlık geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiğiniz sohbette Beyoğlu ve 50 Kuşağı’na da değindi, siz de ayrı bir bölümde ele alıyorsunuz. Büyük bir entelektüel zenginlik, kendi içinde bambaşka edebi akımlar doğuran. Biraz devrin önemli simalarıyla Hayalet Oğuz’un ilişkisinden bahsedebilir miyiz? Tezer Özlü, Hilmi Yavuz, Ömer Uluç, Demir Özlü, Demirtaş Ceyhun sadece birkaçı.
K.T.: Hayalet Oğuz gibi bir karakterle o istemediği sürece ilişki kurmak mümkün değildir. Mümkün olduysa da bunun sınırlarını kendi çizer. Mehmet H. Doğan bu ilişkinin anlık olabileceğini, sonu olamayacağını dile getirir. Kısmen doğru, ama çoğunluk yargı dolu bir düşüncedir. Derinine inebilecek cesaretiniz varsa Hayalet sizi sarmaktan çekinmez. Bu nedenle Tezer Özlü ve Leylâ Erbil ile olan ilişkisi daha yakın, daha güçlüdür. Buna Demir Özlü’yü de katmam gerek. Elbette diğer sanatçı ve yazarlarla da ilişkisi daima devam etmiştir. Ahmet Oktay’la Ankara’da yakınlaşmış, Demirtaş Ceyhun’la İstanbul’da epey dolanmış, ressam kuşağı ile bohem yaşamın hareketi içinde bir akış tutturmuştur. Ama son noktada şu var, Hayalet bu ilişkilere kimi zaman mecburiyet üzerinden yaklaşmaktan çekinmeyecek bir karakter. Bundan sakınmaz bir zihin yapısı var. Tezer Özlü daima derin görmüştür Hayalet’i, doğru da söylemiştir: “Dostlarına aldıklarından fazlasını verdi.” Ama rahatlıkla söyleyebilirim, dostları elbette ölümü sonrası ona sahip çıkmış, kimsesiz bırakmamış, bir yere yatırmıştır. Ancak şu var, biraz da öldükten sonra daha bir görülmüştür göze. Demirtaş Ceyhun boşa demez, “meğer ne de çok severmişim Hayalet’i” diye. Ölümüyle kendini daha bir hatırlanır, gösterir kılmıştır dersem sanmıyorum birisi de desin ki, hayır, ileri gidiyorsun. Saydığınız diğer isimlerden gidersem, Hilmi Yavuz düzeyli bir yerden, ama hakkını teslim ederek yaklaşmıştır Hayalet’e bunu söylemek gerek. Ömer Uluç’la o bohem yaşamın akışı içinde epey yakınlaşmışlardır evet, ama bu derin paylaşımlardan ziyade, çoğunluk eğlenceli ve bol içkili şamataları kapsar. Karşılıklı bir çarpışma olmuştur hep, ama elbette eğlence sınırları içinde bu çarpışmalar. Utku Varlık daha ufak. Yani şöyle söyleyebilirim, Hayalet Beyoğlu’na çıktığı vakit Varlık henüz 12 yaşında. O yüzden onların yakınlaşmaları için biraz zaman gerekli. Sonradan bir dönem ev arkadaşlığına da evrilen bir ilişkileri olmuştur. Ama bu ilişkinin köklü ve içeriden beslenen duygusal bir yapısı olduğunu sanmıyorum. Bunda elbette yaş farkının yahut Hayalet’in büyüklüğünden kaynaklı bir kibrin neden olacağını söyleyemem. Zira Tezer Özlü ile de epey yaş farkları olmasına rağmen ilişkileri her zaman güçlü olmuştur. Daha çok biraz önce belirttiğim ressam kuşağının bohem hayatının içindeki bir başka akış vardır Utku Varlık’la ilişkisinde de. Zaten 1970 yılında Varlık Fransa’ya gidiyor. Artık oradan gördüğü için “burasını” bu görüşten Hayalet de çok sıyrılamaz. Tüm bu ilişkilere dair son olarak şunu söyleyebilirim. Yazarlarla kurduğu ilişkiler ressamlarla kurduğu ilişkilerden daha derindir. Ressamlar boyanın rengini tutturmak isterken Hayalet’teki renkleri o zaman da biraz kaçırmışlardır.
– Geçimini sağlamak için yaptığı ucuz çevirilerin dışında Agatha Christie, Vladimir Nabokov, Tennessee Williams, Mario Puzo, Georges Simenon kitaplarının bazılarını da çevirmenin yanı sıra şiir çevirileri de var. Mesela Pablo Neruda çeviriyor. Çeviri Hayalet’in yaşamında nasıl bir yer tutuyor?
K.T.: Sadece bir iş olarak bakıyor çeviriye. Kalem dışında bir mesleği yok. Bunun en cevval kısmını çeviri kaplıyor. İyi İngilizce bildiği ve hızlı çeviri yaptığı için rağbet gören bir çevirmen. Ama o zamanın şartlarına baktığımızda geçinmesi için bu yeterli değil elbette. Gerçi şimdi de pek farklı değil. Kitap çevirilerine 1950’lerin ortalarında başlıyor. Ucuz polisiye kitapları daha yoğun çeviriyor. İlerleyen zamanlarda sizin de saydığınız isimlerin daha “ciddi” kitaplarını çeviriyor. Aynı zamanda dergilere de sürekli hikâye çeviriyor. Bunları kitabın bibliyografya kısmında belirttim. Epey bir yoğunluk var dergi çevirilerinde de. Hem kitapların yapısından hem de Hayalet’in çevirmek yerine kimi zamanlar “söylemesinden” kaynaklı çevirmen kimliği çok ciddiye alınmıyor. Ama bugün baktığımızda bu çeviriler salt o “söylemelerin” sayesinde bile daima özgün bir yapıdadır.
– Külliyatının önemli bir kısmını oluşturan Dünya Sallanıyor / Rock’n Roll şahane bir sürpriz olarak eklenmiş durumda. Müzik yazarı Murat Meriç’in de kitabınız ve özelde bu metin üzerine yazdığı yazıdan hareketle, Hayalet ‘in, eşsiz merak duygusu, her şeyden haberdar olma halini nasıl değerlendiriyorsunuz? Okurken duyduğumuz o heyecan duygusunu eminim siz de araştırırken, yazarken hissettiniz.
K.T.: Rock’n Roll belli başına bir hadise. Henüz dünyada bile karşılığını bulmamış bir hareketin kokusunu alıp özgün bir kitap yazıyor. Ben çalışmanın içine dahil ederken kitaptaki özgün resimleri ve bunlara dair yazıları da ekledim, eksik olmamalıydı. Bunlar neden alınmamış O Pera’daki Hayalet’e bilmiyorum. Belki Rock’n Roll’un günümüzdeki durumuna aykırı olduğu için. Bilemem. Ama olması gerekiyordu. Bu kitap her ne kadar büyük bir olaysa da şunu demem gerek Hayalet bu kitapta hadiseye kısır bir yerden bakmış, bu müziği, doğrusu hareketi muzır görmüştür. Çuvallamıştır yani. Yapmasaydı daha efsane olurdu. Ama asıl iş elbette bunu nasıl görebildiği. Kuşkusuz aşkın bir zekanın işi bu. Kokuyu iyi alıyor, peşinden gidiyor, üstüne kitap yazıyor, durmayıp bir de dönemin sanatçılarını, yazarlarını Rock’n Roll için konuşturuyor. Muazzam bir iş. Evet, çok doğru eşsiz bir merak duygusu, eşsiz genişlikte bir görü yapısı var. Bu beni hâlâ çok şaşırtır ve heyecanlandırır elbette. Biraz da bu yüzden araştırma yaparken de bu genişlikten bakmaya çabaladım. Karşımdaki kişi sınırlanamayan bir “cinsti.”
– Ahmet Oktay, Hayalet’in ölümünden yaklaşık on yıl sonra Milliyet’teki köşesinde ”Türk boheminin hem sevilen, hem kızılan kişisi Oğuz Haluk yalnızlık içinde, hastane köşesinde öldü.” diye yazacaktır. Son günlerinde hayatında Tezer Özlü mühim rol oynuyor.
K.T.: Neden bilmiyorum ama Oktay bu kızgınlığı daima dile getirme gereği duymuştur. Bunu yaparken kimi yerlerde Hayalet’i hırpalama gayretkeşliğine de vardırmıştır işi. Gazetedeki bu yazısı da aslında buna dayanır. Evet, yalnızlık içinde öldü. Peki ne olacaktı? Her zaman yalnızdı, iyi ki öyle öldü derim daima. Ölürken kalabalıklaşması sahte bir son olurdu. Ama “hastane köşesinde” işareti bana biraz acıma uyandırma gayreti gibi gelir. Buna gerek olduğunu düşünmüyorum. Ahmet Oktay belki acımak istemiştir Hayalet’e bilemeyiz, o da öldü, yanıt veremez. Belki insanlarda da böyle bir şey yaratmak, bundan Hayalet’e yersiz bir şefkat devşirmek istemiştir. Bilemeyiz. Ama gerek olduğunu düşünmüyorum. Hayalet’in ölürken bir şeye gerek duyacağını düşünmüyorum. Düz bir ölüm, tek başına, tertemiz! Evet Tezer Özlü son günlerinde de daima yanında. Ama sahte değil, asla! İstanbul’daki son geceyi Demir Özlü’nün Çinili Han’daki dairesinde geçiriyor, Tezer Özlü oraya yerleştiriyor. Ama Hayalet gibi o da biliyor bu gidişin son olduğunu. Ama yinelemek gerek, acımıyor, sadece canı acıyor. Dostluk böyle bir şeydir zaten.
– Son olarak bir okur olarak teşekkür ederim böyle derinlikli, bir edebi kazı faaliyeti sonucu Hayalet’i canlandırdığınız için. İz sürme devam ediyor mu, yoksa Hayalet’e dair her şeyi biliyor muyuz?
K.T.: İz sürme bitti artık, bana da yazık olur sanki bir yerde! Ama Hayalet’e dair başka işler var kafamda, onları zamanla açıklayacağım, ortaya getireceğim. O zaman biraz daha yakından görülecektir Hayalet, belki de daha hızlı kabul edilecektir. Ama elbette şunu rahatlıkla söylerim, sevinerek söylerim hem de, benim Hayalet’le ilişkim öyle kolay kolay sonlanamaz. Sanıyorum ikimizin de en tutarlı ilişkisi oldu, kopamayız. Zor! Başka yerlerde de olsa daha çok dolaşacağız, bunu söyleyebilirim. Hem başka Beyoğlu yok, gidemeyiz bir yere.
İlginiz ve sorularınız için teşekkür ederim.
Yazar | Kaya Tanış |
Yayınevi | Kırmızı Kedi Yayınevi |
Yayın Tarihi | Nisan 2021 |
Türü | Biyografi |
Sayfa Sayısı | 568 |