Bu kitap için pek çok farklı temadan bahsedebilir, anahtar kelime söyleyebiliriz. Ben, bir inan(ma)mak ve anlat(ma)mak diyeceğim. Bir anlam arayışında duyulmak veya duyulamamak.
Bilge Karasu’nun ilk kez bir kitabını okudum, okumak için geç kaldığım bir yazar ama bir yandan da tam vaktinde elimi attığım bir kitap gibi hissettirdi bana.
Kitabın altmetnini okuduğunuzda; Bizansta başlamış olan ‘resim-kırıcılık’ hareketinden ve bu baskı döneminden etkilenen iki keşişten bahsedildiği yazıyor. Böyle okunduğunda, çok kolaylıkla tarihi bir yazım okuyacağınız izlenimine kapılmak mümkün. Sonra ilk sayfa, ikici sayfa, üç, dört…
Bir insan neye inanır, neye inanmaktan vazgeçer? Neden kaçar, ve neden geri döner? Hiç inandığınız bir şey oldu mu, savunduğunuz, anlattığınız? Neden anlaşılmaya ihtiyaç duydunuz ki, neden anlatmak ister insan kendini, hangi kelimeler anlamlı kılar?
Bu kitap için pek çok farklı temadan bahsedebilir, anahtar kelime söyleyebiliriz. Ben, bir inan(ma)mak ve anlat(ma)mak diyeceğim. Bir anlam arayışında duyulmak veya duyulamamak.
Bu yazıda kitapla ilgili dikkat çekmek istediğim iki şey var; Yazarın dili ve bahsettiğim ‘inanç, anlatma ve duyulma’ meselesi.
İlk olarak; tüm kitap tanrısal bir bakış açısıyla yazılmış: yani üçüncü kişi ağızından. “Ada” ve “Tepe” bölümlerinde Andronikos ve İoakim’in hisleri ve düşüncelerini okuyoruz. Ama öyle zekice ve öyle etkili ki yazarın dili, üçüncü kişi bakış açısından yazıldığı halde adeta karakterlerin zihninin içinde onlarla birlikte düşünüyoruz. Bazı paragraflar yarım bırakılmış, aniden değişen onlarca fikir var. Karakterleri okurken isteseniz de istemeseniz de kendi ‘inanç’ kavramınızı sorgulamanıza sebep olan bir yazım var bu kitapta.
“Ama onu aklına hiç getirmemeli şimdi. Birçok şey onun yüzünden olmuş gibi, oluyor gibi. Oysa kendini aldatmak boşuna bundan böyle. (…) Sanki başkalarını suçlu bulmak… Neye yarar başkalarını suçlu bulmak? Hele bugün…
Kendi kısırlığına dönüyor.”
Sadece bence, böyle bir yazım tarzı, bu kitabı okuduğunuz anda zihninizin sakin olması gerekliliğini de beraberinde getiriyor gibi. Bence kişi, kendi inanç sistemini, kendi düşüncelerini, hayatını sorguluyorsa genelde ya uzaklara dalar ya da kendiyle geçireceği bir vakte ihtiyaç duyar. Benim Bilge Karasu okuma deneyimimde, yazar da benden bu vakti talep etti..
‘Ada’ bölümü Andronikos’un kaçışını konu alıyor. Bunun ardından gelen “Tepe” bölümü ise yolculuğu İoakim’in düşünce akışında tamamlıyor.
Bir karakter düşünün: Ömrünü bir inanca vermiş ve bu inançla ilgili değişen bir şey, kaçmasına sebep oluyor. Kahramanlık mı peki kimseye haber vermeden çıktığı yol?
“Oysa Andronikos, bu yolculuğa yalnız çıkmak istemiştir. Ardından kimseyi sürüklemek istememiştir.”
Hayatını verdiği inancın, ‘yapılması gerektiği için yapılan işler’ e dönüşmesi sonucu kaçıyor Andronikos.
“Kendini de aldatmayacağı, başkalarını da aldatmayacağı, aldatmak zorunda kalmayacağı bir yere kaçmak, bir yere gitmek.”
Bu kaçışın bedelini ödeyip ödemediğine bile emin olamayan başka bir karakterimiz daha var. Bu ise; bir kaçışı bitirmenin hikayesi. Yine bir inanç ancak sonu aynı biten bir başka yol var bu bölümde..
“Yaşayışında kaç bininci olduğunu şaşırdığı kaçışların bu en sonuncusunu, bu en yenisinin artık durdurması gerekiyor.”
İncelemenin bundan sonrası hikayenin detaylarını içerecek. /Spoiler.
İnancından kaçan Andronikos, geri dönüyor Bizans’a. Bana sorarsanız bence kahramanlık için değil. Andronikos, o adada bir hayat kurabileceğinden bahsediyor. Ama bütün bunlar boş geliyor. Adaya yaptığı her şey sadece bir ‘ekleme’ oluyor onun gözünde. Adada ördüğü duvarların ötesine geçmesi için geri dönmesi şarttı onun için. Kaçmayı bırakmak için değil. Kaçmaya devam etmek için. Anlatmak için.
Bence Karasu, tüm kitabı, tam da burası için yazmış. Anlatmak ve cezasını çekerek kaçmak… Böylece kaçışına bir anlam katmak istiyor Andronikos.
Bence değindiği bu fikir öyle evrensel, öyle zamansız ki. İnsan, her zaman bir şeye inanır. Ve kimse, sizi ve inancınızı bilmezken bir şeye inanmak kolay mıdır sahiden?
Bu yüzden kimsesiz kaçmanın bile anlamı, belki de sadece geri dönüp ‘tercih’ ettiği bir yalnızlığın içinde ceza çekerek olabilir. İnsan belki de inancına anlatarak anlam yükleyebilir ve bu, ceza çekmeye değerdir…?
Andronikos geri döndüğünde, Bizans’ın ona verdiği ceza, her şeyi daha da anlamlı kılıyor: Duyulmamak.
Anlatıyor, 8 gün, yanında İoakim varken ve ona cevap vermeden öylece dururken, uyutulmadan, nefes almadan konuşturuluyor. Adayı anlatıyor, kendini anlatıyor öyle ki anlatacak hiçbir şeyi kalmayana kadar anlatıyor. Öleceğini bildiği o odada, ölene kadar, kendisini duymayan kulaklara konuşturuluyor. Kendi kendine konuşuyor bile sayılmayana kadar, yemek yemek bile acı çektirene kadar. Konuşuyor.. Duyulmamak üzere..
“Bundan sonrası tükenesiye tükenmez sözler
Tükenmez sözler tükenesiye
Söylemek olacak.
Oldu da, Olan buydu. Olmuştu.
Sözlerden ördüğü tükenmez bir ipi boğazına dolaya dolaya tükenmişti Andronikos.”
Bilge Karasu; ilk bölümde anlattığı Ada hikayesinin üzerine Tepe’yi yazarak tüm döngüyü tamamlıyor. Bunun yanı sıra, tüm bu susma, konuşma ve inanç meselesinin içinize daha çok işlemesini sağlayacak ‘tilki’ ve ‘duvar ustası’ motiflerini kullanıyor. Bu iki ögeyse kitabın akışında, zihin akışınızın içinde okunduğunda taşların yerine oturmasını sağlayacak kısımlar, bu sebeple bunlardan burada bahsetmeyeceğim.
İki karakter de, ölümü düşündü. İki karakter de aynı soruları farklı şekillerde sordu. İki karakter de anlam aradı ve iki karakterin de hikayesi birlikte tamamlandı.
“Kendini seviyordu.. Kendini de öldürmesi gerekiyordu…
Önce tilkiyi, sonra kendini.”
Bence insan, hep içinde bir yerde buna benzer bir düşünce akışıyla savaşıyor, anlam arıyor. İnandıklarımızı anlatıyoruz. Bazen bağırarak bazen susarak ama hep aynı döngüde kendimizi var etmeye çalışıyoruz. Belki de hepimiz, bir yerde ölümü düşünüyor, farklı bedeller ödüyoruz..
“Sanıyor…
Bilmiyor.”