I. Isırılamayanlar
Bizler, “Ana Rahmine Ulaşamayanlar ve Diğerleri” diye adlandırılan spermler olarak bugün şunu fark ettik ki, siz dünyaya gelenlerden çok daha mutlu bir yaşam formu sürüyoruz ve bunu hiç gocunmadan ifade ediyoruz. Yaşam, üzerimize giymediğimiz en büyük ironi çünkü.
“Sperm dediğin nedir ki, elinin kirinden başka?” diye bizleri aşağılayanlara, daha önce hiç fırsatımız olmadığından, şu an cevap verebiliyoruz ancak: “Ulan, biz çıktığımız yeri inkâr mı ediyoruz da ana rahmine ulaşamadık diye salt böyle aşağılanıyoruz? Hem kim dedi size, bizi bi’ yerlere ulaştırın ve saçma sapan yaşam gayeleriyle doldurun diye? Hastasınız lan hepiniz de! Sizler “Ahle de ohle!” diye sesler çıkara çıkara nara atarken, bizler orgazmın ne demek olduğunu sizlerden çok daha iyi biliyorduk. Ve bunda gocunacak ya da gururlanacak hiçbir şey de göremedik açıkçası.
Bizler sizlerin gözünde enikonu bir yaşam formu olmaya aday birer fıskiyeyiz ne de olsa. Marksist, feminist, hümanist ve daha ne kadar hastalıklı bakış açısı varsa göz çukurlarınızı doldurup doldurup bizlere bakıyor ve eleştirdikçe eleştiriyorsunuz. Yetmiyor, üzerine bir de aynı isimlerle anılan gözlükler takıyorsunuz. Hastasınız, hastalığınıza riyakârsınız çünkü.
Bizleri birer hiçlik yumağı olarak görmeye devam edin bakalım. Hatta o yumakları, bilgeleştirdiğiniz kedilerinizin önüne atıp bizlere hayatın patisini yedirmekten de çekinmeyin. Bizler en olmadık kedilerin şeyini görüp şey sandığı en kızarık organlarında birer atık olarak seğirtmeye razıyız oysa. Yeter ki sıvılarla kutsanmış varoluşlarınız bizlerden ırak olsun. Bir yere gelme derdimiz hiç olmadı ki, sürekli babalara gelen sizin gibi salaklar bunu anlayabilsin. Bizler en olmadık anda ve hiç hesapta yokken ortaya çıkma cesareti gösteren bir büyük kara delik et yığını sarmalı olmanın çok ötesinde bir hiçlik oluşumuyuz. Bunu iddia etmemize ya da kanıtlamamıza da gerek yok. Yokuz lan, daha ne olalım?
Sistem diye oluşturduğunuz hilkat garibesinin gözeneklerine yerleştirdiğiniz yozlaşmış toplumlarınızı, bugüne kadar kapladığınız tüm dogma, din ve öğreti sarmallarında oradan oraya sürüklediniz de ne oldu? Hâlâ savaşıyor, hâlâ birbirinizi yiyorsunuz; üstelik de aynı Tanrı uğruna. Bir inanabilseniz, nelere inanamadığınızı?
Tıkandınız ve gidecek bir yeriniz de kalmadı. Nereye gittiğini bilmeden, yolun bundan sonrasını katırlarla devam etmeniz gerekiyor. Hep tek düze, hep sıkıcıydınız ve hep öyle kalacaksınız.
Yolun bir yere gittiği falan yok. Bizim için bunun bir önemi de yok. Hiçbir zaman da olmadı. Deliğe ulaştığınız an, bittiğiniz andı. Ne demişti zamanın birinde Bir’i size: “Sizi gidi şanslı azınlıklar sizi!
Ve sorarız şimdi size: Tıpkı kopya olmak ve bunu milyarlarca kez tekrarlamak, nasıl olur da bir şans olarak görülebilir? Şanslı azınlıklar değil, dünyaya gelen boktan çoğunluklarsınız hepiniz de!
II. Oluşun
“Varsaydığın bir eşik var, öngördüğün bir hâl. Mesela bir beden sıkışmış üzerine ve koymuşsun kendine Ruh diye bir ad. İşte her şeyin bu geçirgenlik üzerine kurulu.
Ruhum hasta diyorsun, anında matlaşıyor cam kırıkları. Ve saydamlık sana kalıyor, büyüklük bende kalsın der gibi. Saat başı çalıyor sonra, bir bağıntıya kurulu hayatın.
Tepene üşüşüyor öngördüklerin. Eşikte durmuş bakıyorsun; sağ yanın varsaydıkların, sol yanın ruhun ve asla eşitlenmiyor varoluşun.”
“Kendi kuyumu kazdım; kendi ipimle de iniyorum.” diyerek geçseydi hayat, tüm sorumluluklarını üzerine alarak ve yalnız kendi ayakları üzerinde durarak…
Geçmiyor, geçemiyor…
15 yaşıma girerken yediğim tokadı ben değil, annem yedi. İlk kez duyduğum tutkusuz yargılamayı annem yargıladı. Şartlı tahliyeyi annem oldu. Babam taze bir göçer olduğu için, o da en az benim kadar masumdu.
Edilgendik…
Hepimiz sütten çıkmış ak kaşağıyız ve aynı kır atın aynı aptal kör noktalarını kaşıyıp duruyoruz. Hiçbir yerimiz kirlenmiyor; çünkü benliğimiz de dâhil hiçbir şey bize ait değil. Kendimizi aldatmak dışında yaptığımız tek şey, buna seyirci kalmak.
Duşa girip örtünün arkasından bıçaklı adamlara direktifler yağdırıyoruz: Açı şöyle olmalı, bıçak böyle durmalı, memur maaşıyla o bıçak alınmamalı, bıçağa kötü bir şey söylemişiz gibi bıçak buna alınmamalı, suyla kan birleşince samanlık seyran olmamalı, insan su ve kanla kendini sevişir bir vaziyette bulmamalı, eli bıçaklı bıçağı bırakıp saç kurutma makinesi gibi ilkel yöntemlere sarılmamalı, perde yeterince kalınsa ve bıçak perdeyi yırtamıyorsa, diğer taraf darbeyi yemiş gibi salınmamalı (nevi kendine direktif), bıçakla bıçak olunmamalı, sular kesilirse, kesilen sular bıçağa değil paniğe adanmalı, perde aralanıp mahremiyetle taşak geçilmemeli…
Hay bıçağınıza bir, size ikiydi!
Tüm direktiflere aynı anda baş sallayan bıçaklılar, doyumsuz ölümsüzlüğünüz üzerine başsağlığına gelemezken de sizi değil, annenizi sorumlu tuttular.
Hayat akıp gidiyordu…
Sabah kalktığınızda, kahvaltıdaki eksikliklerden de siz sorumlu değildiniz. Yitip giden bazı yiyecekler yerlerine yenisinin alınmasını bekliyor, ancak çok geçmeden avucunu yalıyordu. İnsanı gereksiz yere harekete geçiren şeyin gereksiz sorumluluklar olduğunu masadakilerle birlikte aynı anda kavrıyor, masa başına düşen fazlalıklara nüfus pırtlaması muamelesi yapmak istiyordunuz. Birbirini hiç dinlemeyen insanların söylediklerinin de hiçbir önemi yoktu ve bunu yine hep birlikte, aynı anda haykırıyordunuz:
Ve adam masaya kafa koydu ütüsünü mütüsünü omurlarını koydu edip’ini edebini koydu sonsuzluk koydu masaya ebet yardı odun yardı koydu masaya pipi çıkardı dil çıkardı koydu masaya damına koyarım dedi koydu masaya bana mısın var mısın dana mısın demedi koydu masaya yemedi içmedi içirtti sarhoş etti koydu masaya bacakları titredi doğurdu baktı koydu masaya minik masa büyüdü emekli ikramiye aldı koydu masaya yaşlılık bunaklık torun takım taklavat minik minik masa üstüne masa koydu masaya son bir nefes çek üfle oh mis kafa koydu masaya azrail izrail one point munite ajda ajdar tayyip alzheimer palastin askı cola şişe koydu masaya uhrevi dünya öteki ilelebet ilel ebet ulan ebet ulan ebet dünya transandantal yükseldi çaktı koydu masaya masa da kalça malça ne masaymış ha ha ha dedi güldürmedi koydu masaya…
Duşa dönelim. Siz hayatta olduğunuza göre, olası ve de meçhul katil adayınız utancından bıçağını götüne sokup kaçmış olmalıydı. Zira aday da, olayın tek tanığı bıçak da ortalıkta görünmüyordu. Sizse ıslaktınız ve ıslak hamburgerden daha iğrenç kokuyor, duşun alınma amacına hiç de uygun olmayan bir durum teşkil ediyordunuz. Kokmak bile yapay duruyordu üzerinizde ve ne size ne de benliğinize ait bir durumdu bu.
Hadi o zaman, biraz sarımsak, biraz da çemen sürün koltukaltlarınıza, yapış aralarınıza da, apışsın kalsın altlarınız!
Ve direktifler dinmek bilmiyordu…
Altı üstü duş arkası konu mankenisin lan; nedir bu kendini önemsemelerin, afra tafraların?! Sorumlulukların bile, alınmış bademciklerin gibiler; edilgensin çünkü. Bunlar alnında ve götünde yazdığından, göremiyorsun da. Alınyazın ve ardılı götünyazın, enikonu hepsi de birer taşak malzemesi sonuçta.
Kendinize kızıyordunuz ve yine başa dönmüştünüz.
III. İnanmıyoruz
Tak tak…
Sonrası, içeri girme ve dırdıra başlama durumu:
– Kendimi iyi hissetmiyorum doktor. Bana Prozac, kendinize de bir kadeh şarap koyun, lütfen doktor.
– Sen deminki hasta değil misin?
– Ben sizin hastanızım; hastayım size doktor. Deminki hastayı aldı da bir yağmur doktor.
– Tamam tamam, şöyle uzan geliyorum ben.
– Geldiniz mi doktor? İyileşecek miyim peki?
– İyileşeceksin. Leşin çıkacak, leşin!
– Oynaksınız doktor. Oynak ve kararsız. Ne zaman? Hemen mi, peki?
– Nereden bileyim be?
– Siz bilmezseniz, o bilmezse, bizler bilmezsek…
– Ee?
– Ee’si; çok tedirginim doktor.
– Neden?
– Çünkü siz bana gül bahçesi vaat etmiyorsunuz, çin çin gülüyorsunuz doktor…
– İ’lerinin ayarı kaçmış lan senin!
– Biliyorum doktor, biliyorum… Ufak bir açılıma ne dersiniz peki şimdi?
– Ne açılımı?
– Daha olurken öyküleştirme; bi’ nevi geçmişten şimdiye boyut aralama ve tabii sürekli açık tutma.
– Çenen misali yani.
– Evet evet, kesinlikle!
– E hadi o zaman…
“Kendimi iyi hissetmiyorum” deyip girdim içeri. “Hatta hissetmiyorum bile!” diye devam ettim ardından. Duyan olmadı söylediklerimi ve emindim buna. Derken içeri aldılar beni; “buyurun!” dediler. Buyurdum; diretmedim fazla. Sonrası, sorular, sorular…
“Daha önce önemli bir rahatsızlığım olmuş muymuş?”, “Su içerken hırlıyor muymuşum?”, “Yalnız mı uyuyor; uyurken horluyor muymuşum?”, “Evden çıkarken, insanlıktan da çıkıyor muymuşum?” “Sakin mizaçlı ya da durgun biri miymişim?” “Kafama vurulup, ağzımdaki takma dişler alınabilir miymiş?” “Eşim benzerlerim ortalıkta cirit atıyor muymuş?” … Bir an susmayacak sanıp paniğe kapıldım. Dedim, “Hasta olan benim, size n’oluyor?” “N’oldu ki?” diye karşılık verdi. “Delirmiş bir hâldesiniz ve hiç susmuyorsunuz!” deyip devam ettim: “Bana iyi gelecek bir şeyler yazın da gideyim. Uyutsa da olur, uyandırsa da. Ama arada derede bırakmasın lütfen! Hadi hadi; yazın da gideyim hemen!” …
“Sana yazan yazmış zaten” demeseydi, çekip gidecektim belki. Aniden çark ettim ve tüm gücümle mücadele etmeye karar verdim. Önce psikiyatrist bozuntusunu ve psikiyatri bilimini alt edecek, ardından da “Kıçımın bilimi ve onun ucuz yaftası!” diye alay edecektim kendisiyle. Kararlıydım, tamdım ve donanımlıydım. İkimiz de hazır gibi görünüyorduk ve işte başlasındı:
Kafasına bir iş eldiveni geçirdi ve “Uzan” dedi bana; “Uzan, geliyorum”. Gösterdiği kanepenin bitimine, “Son” yazan bir tabela koydu. “Ayak tarafınız buraya gelecek,” dedi ardından. “Kafa tarafım anlatmaya başlayacak, gövdem geliştirecek, ayaklarım da düğümlendirip sonlandıracak, öyle mi?” diye karşılık verdim. “Evet de, nerden anladın?” diye sordu. “Lan angut!” dedim, “Her tarafın doğrudanlık kokuyor. Ne bir çelişki, ne bir ironi ne de bir döngüsellik görebiliyorum sende. Başladığın gibi devam ediyorsun lan! Zaman nerde, sen ordasın. İnsan arada bir geriye döner, oradan geleceğe sıçrar, gelir şimdiye konar. Hiç, hak getire! Dümdüz oğlu dümdüzsün işte! Sen mi iyileştireceksin beni, kıçımın doktoru!” Gayet sakin görünüyordu. Uzun bir süre gözlerimden ayırmadı gözlerini. Belli ki, göz temasını seviyor, çocukluktan kalma güdülerle oyun oynamaya bayılıyordu. O beni tanımlamaya çalıştıkça, ben ondaki tanımlamanın ırzına geçiyordum adeta. Sessizliği bozan yine kendisi oldu. Cebinden köstekli bir saat çıkarıp, “Boşa kösteklenme, köstek değilsin karam!” deseydi anlardım belki. “Evet, şimdi her şeyi bir yana bırakıp çocukluğuna dönüyoruz” dedi ve ben bundan hiçbir şey anlamadım. “Çocuk istismarının kaç yıldan başladığını biliyor musun sen?” diyebildim sadece. Aradan tik taklar geçmiş olmalıydı…
“SAÇMALAMA! SAÇMALAMA!!!” diye gürledi birden. Saatcağız bir o yana, bir bu yana salınıyor, salınmayan yanları zamanı göstere göstere bir hâl oluyordu. Üstelik göz bebeciklerimi takip etmekten gebermek üzereydi. Kendisine, “Otur, dinlen biraz lütfen! İki soluklan, helak olup gideceksin! Hem bak, göz kapakların da kapanmak üzere.” deyip hemen doktorun eline odaklandım. “Yakışıyor mu ha? Yakışıyor mu sana” dedim; “Senin gibi bir elin kuklasını böyle kullanması, hor görmesi?” Sallamaktan içini dışına çıkardın sabinin!” Elin üst tarafından gelen sesle irkildim ve kendime geldim birden. Sesin sahibi, doktorun ağzı olmalıydı. “Taşak geçme lan elimle, piç! Ve bana bakıp söyle, ne söyleyeceksen! Madem uyumayacaksın, hipnoz falan da olmayacaksın; ne bok yemeye geldin buraya?” diyordu bana. Ve demeye devam ediyordu: “O kanepeye ana rahmini oturtur, iki dakikada öttürürüm, görürsün o zaman! Senle mi uğraşacağım lan? Oramızı buramızı kıvırtır, hipnoz olmazsın. Çocukluğuna dön deriz, dönmezsin. Anlat deriz, anlatmazsın. İçerdeki sekreteri kaç kez yatırdım o kanepeye, haberin var mı senin? Bir kere bile gıkı çıkmadı, GIKI!” Sesi giderek yükselmeye ve havayı döven işaret parmağı giderek yalpalamaya başlamıştı…
Sonrasını hiç anlatmayayım daha iyi. Bir süre sakinleştirmeye çalıştım, derdime derman olacak uzmanı. Kıçımın uzmanı! Uzmanmış! İnsanlıktan çıkma ve çıkarma azmanı olabilirdi olsa olsa, onun öylesi. “Sen mi iyileştireceksin lan beni? Güya ayarı kaçan ruhumun ilacı sen mi olacak, yeni diyarlara yelken açmamı sen mi sağlayacaksın? İnanmıyorum lan bilimine de, sana da. İki dakika sakin kalamadın, rayında bile gidemedin! Anti olsan depreşin kadar yer yakarsın. Som altından taç olsan, beyin kimyamda ilaç olsan, karaborsada lityum olsan, gofretmem asla seni!
Kenan Yaşar