Günlerden bir gün diye hikaye başladı. Önceleri anne kucağında sonra ilkokulun tozlu sıralarında sonra hayatın sert örsünde çelik misali dövüldü insan. Herkesin kendine ait hikayesinde mutluluğun en büyüğü de acının en onulmazı da insanın kendisinde…
Zaman olgusu her nesilde yeniden doğup yeniden yazılmaya başladı. Mekanın değişikliği ise zamanın akışını kolaylaştırdı. İşte tam burada dünden bugüne geçmeyen acıların ve yaşanamayan mutlulukların hikayesini sizlere aktarmaya çalışacağım.
“Yaşamak dolanır içimde, kıvrak ve küheylan” diye başlardı İsmet Özel sözlerine modern çağın insanı her zaman en büyük mutluluk ve sevinçleri istese de aşırı tüketimin insanları bunalıma sürüklediği biz zamanda biliyorum duyguları kucaklayıp yola revan olacak kişilerin az sayıda olduğunu. Sürekli bir disiplin sürekli bir nizam isteniyor toplumdan tıpkı bir saatin çarklarının birbiri ile uyumlu olduğu gibi. Birilerinin belirlediği yaşam kısıtları içinde yapmamız gerekenler ve yapmamamız gerekenler sıralanmış önümüze. Oysa sorulmamış sevdiğimiz renkler, nefretlerimiz, zevkler ve hobilerimiz ya da tutkularımız ya da hayallerimiz…
Alnınızda seneler devriye edince beliren o çizgiye dikkat edin, artık daha yavaş çıktığınız bir yokuşun başına daha iyi bakın; amacım bir tavsiye vermeye çalışmak ve haddimi aşmak değil tabi ki lakin zaman akıp giderken başkalarının elimizde olan özgürlüğümüzü nasıl kaybettik sorusunu sadece ben mi soruyorum…
“Özgürlük yoluna girmezsen,
Bu yolda koşmazsan var gücünle,
Yıkamazsan yüzünü yüreğinin kanında,
Yarın avucunu yalarsın.”
Ömer Hayyam da sorgulamışta duvarların çatlaması yeterli olmuş anlam arayışının son bulmasına. Yarım kalan türküler, şarkılar var sonra geçmez pişmanlıklar durağında beklemek. “Hani nerede o eski günler” diye başlayınca işte o yokuşun çıkılması daha da zorlaşıyor.
Bir zamanlar yürüdüğümüz taşlı yollar değişince eski yıllanmış binalar yıkılıp yerine yenileri gelince değişimin etkisi işlemeye başlıyor insanı. Oysa özledim demek isterdim Sadri Alışık misali “Bayram sabahlarını, tren istasyonlarında yürümeyi, Burunbahçe dalyanında İstanbul’un denizini çekmeyi”. Semtin birinde doğduk işte adını söylesek ne fayda…
Güzel günleri umuttan yana bekleyerek “Merhaba” dedim Yaşar Kemal misali:
“Dünyanın ucunda bir gül açılmış
Efil efil esen yele merhaba
Karanlığın sonu bir ulu şafak
Sarp kayadan geçen yola merhaba
Gün be gün yüreğim ulu yalımda
Engel tuzak kurmuş bekler yolumda
Zulümlerde işkencede ölümde
Bükülmeyen güce kola merhaba
Acıda kahırda çekmiş geliyor
Güneşten boşanmış kopmuş geliyor
Bir ışık selidir sökmüş geliyor
Nazım usta coşkun sele merhaba
Alınacak Anadolu’nun öcü
Yerde kalmıyacak çekilen acı
Açıldı geliyor şafağın ucu
Şu doğdu doğacak güne merhaba
Selam olsun dört bir yana merhaba
Akan kana düşen cana merhaba
Hesap sorulacak güne merhaba
Türküler söyleyen dile merhaba
Merhaba, başlangıcın sonuna merhaba… Sonra anlıyoruz bir şeylerin değiştiğini dün, bugün ve yarın arasında terazi misali gidiyoruz bir boşluğa…
Laf aramızda kalsın bazı mecmualarda var ki çiçekler böcekler, cahil kalmışların aklını dolduracak olan çürük ümitlerle dolduruyorlar ne yapalım aşağılık diziler, pis filmler ah! ihtiyar medeniyet çocuklarına sağlam yeni bir dünya kurmaktan bu kadar aciz misin bizleri yabancı diyarlardan getirdiğin süslü masallarla mı yaşatmak peşindesin. Sonra gel gerçekleri konuşalım işte. Analım eski günleri büyük babalarımızın Kuvayi Milliye hikayelerini, komşu teyzelerin ikramlarını, çocukluğumuzun anılarını sonra anarız kaybettikten sonra belki, belki yıkıldıktan savaştan sonra…
Lafı fazla uzatmayalım “hani nerede o günler” …
Esenlikler,
Talha Tarık Taşören