3.5 C
İstanbul
Pazar, Aralık 22, 2024
Ana SayfaSöyleşilerSinemaGizem Şimşek: “Sinema, en kanlı soğuk meydan savaşı”

Gizem Şimşek: “Sinema, en kanlı soğuk meydan savaşı”

NouvArt adına Gizem Şimşek ile keyifli ve bir o kadar da verimli bir röportaj gerçekleştirdik. “Sinemada Korku ve Din” ile “Türk Korku Sineması Kronolojisi” isimli iki adet kitabı bulunan Şimşek ayrıca halen Popüler Sinema web sitesinde Türk korku filmlerine ait eleştiriler ve dosyalar hazırlamaktadır. İFSAK, Atlas Tarih, Godfather gibi dergilerde yazıları yayınlanan Şimşek, Türk korku sinemasıyla ilgili derlediği bilgileri paylaşmak üzere facebook üzerinde kurduğu Türk Korku Sineması Postası sayfasını da yönetmektedir. Korku Sineması ile ilgili önemli çalışmaları bulunan Şimşek sorularımıza büyük bir içtenlikle cevap verdi. Kendisine röportaj teklifimizi kabul ettiği için ayrıca teşekkürlerimizi de sunuyoruz.

– Klasik fakat basit bir soru ile başlamak istiyorum. İlk çalışmalarınızı meydana getirdiğiniz yıllara dönersek neden korku sinemasını incelemeyi tercih ettiniz?

Çocukluğumdan itibaren korku sineması hep ilgimi çekmiştir. Korktuğum halde cuma ve cumartesi akşamları yayınlanacak korku filmlerini sabırsızlıkla beklerdim. Haftanın diğer günlerinde ise derslerden vakit buldukça Stephen King ya da Dean Koontz’un kitaplarını okurdum. 2004 yılında “Büyü” filminin gösterime girmesi beni çok heyecanlandırmıştı. Yükseklisans tezimi, danışmanımın teklifi doğrultusunda 2004 yapımı “Büyü” filmi üzerine yaptım. Bu süreç sonrasında doktora dersleri alırken, Japon Sineması’na yönelmeyi düşünerek Türkiye’de düzenlenen Japon kültür etkinliklerini takip etmeye, incelemeler yapmaya başladım. Ancak Japonca bilmemem doktora tezim konusunda Japon Sineması’nı seçmeme engel oldu. Bu arada Türk Korku Sineması’nda “Musallat”, “Üç Harfliler: Marid” gibi filmler gösterime girmeye başlamıştı. Bu filmlerle birlikte devreye giren Anadolu inançları Türk korku sinemasını seçmemde etkili oldu. Diğer yandan arkeolojiyi sevmem nedeniyle okuduğum mitoloji; araştırdığım Antik Mısır ezoterizmi, büyü ve parapsikoloji gibi konuları Anadolu inançları üzerinden incelemeye başladım.

– Korku sineması üzerine konuşmak gerekirse Türkiye sizce bu konuda ne durumda? Sizce başarılı mıyız?

Türk korku sineması 2004’te “Büyü” ve 2005’te “Dabbe”nin etkisiyle cin konusuna yöneldi. Daha önce yabancı korku örneklerinin yeniden çekimi olan filmlerle istediği başarıyı sağlayamayan Türk korku sineması, özgün konularını Kur’an ayetlerini referans alan İslami korku unsurları olan büyü ve cin alanında aradı. Anadolu’da birçok köy ve kasabada yüzyıllardır anlatılagelen cinli hikâye, efsane, inanç ve memoratlardan derlenen senaryolar sinemamızda yer almaya başladı. Özellikle 2014 yılıyla birlikte yılda yirmiye yakın Türk korku filmi gösterime girdi. Birçoğu düşük bütçeli, amatör yapımlar olmasına rağmen Hasan Karacadağ, Alper Mestçi, Doğa Can Anafarta, Teoman Gündüz, Özgür Bakar, Özkan Aksular, Can Evrenol, Ahmet Can Kasap gibi başarılı yönetmenler; kaliteli araştırma, iyi bir senaryo, mekân tasarımı ve makyajlarla başarılı olmanın da mümkün olduğunu gösterdiler.

– 2000’li yıllar itibariyle korku filmleri sayısındaki artışı neye bağlıyorsunuz?

Türkiye farklı kültürlerin, farklı inançların buluştuğu topraklara ve insanlara sahip bir ülke. 2000’li yıllara değin inançlar tanrı ile kul arasında kalan, gösterişten uzak ibadet biçimleri şeklindeyken; günümüzde bir övünç kaynağı, zorunlu tercih durumuna getirildi. Toplumuz giderek muhafazakârlaşıyor ve maalesef insanların farklılıklara tahammülü gitgide azalıyor. Korku sineması hâlihazırda insanların inançları doğrultusunda oluşturulan muhafazakâr bir yapıya sahip. Batı ülkelerinde de bu yönde kullanılıyor ve dini inanç korku yoluyla gençlere empoze edilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda inanç farklılıklarının giderilmesi, aynı inanca korkunun etkisiyle sığınma amacıyla korku türünün ülkemizde artış göstermeye başladığını söyleyebiliriz. Bununla beraber teknik ve teknolojik ilerleme, bilgiye ulaşmanın kolaylaşması gibi unsurlar film çekme olanaklarını arttırmış, verilen ürünlerin sayısının çoğalmasında etkili olmuştur.

– Ülkemizde genel hatlarıyla korku sineması “Kutsal Korkular” üzerine temellerini oturtmuş durumda. Aslında korkunun birçok çeşidi ve kolu var. Diğerlerinin arasından kutsal korkuların sıyrılmasını neye bağlıyorsunuz? Sizce sektördekiler neden daha çok bu konu üzerine eğilim gösteriyor?

Ülkemizde farklı inanç ve kültürler olsa da, çoğunluğun birleştiği inanç sistemi İslam. İslam öncesi Türk inançlarında vampirden kurtadama değin birçok varlığa dair efsaneye inanılıyordu ancak İslam’a geçişle birlikte bu durum değişti. Batı’da kurtadamdan vampire, köpekbalıklarından zombilere değin birçok farklı korku unsuru bulunmasına rağmen İslam inancında korkulması gereken tek unsur olarak “Allah” gösteriliyor. Allah’tan başka korku yok. Başka bir varlıktan korkmak Allah’a şirk koşma olarak görülüyor. Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde geçen korunulması gereken diğer korku unsurları ise kötülük, büyü ve cin. Bu bağlamda ülkemizde cin korkusunun üzerine gidilmesi gayet doğal bir tutum. Ülkemizde kurtadam, vampir parodileri yapılıyor, bunun başlıca nedeni de bu tür hybrid yaratıklardan korkmamamız. Gulyabani hâlihazırda cinin bir türü. Cadı birçok ülke sinemasında parodileştirilerek komedi malzemesi haline dönüştürüldüğünden korkutmuyor. Uzun yıllar kayıp film statüsünde olan ve 2010 yılında bulunan 1970 yapımı “Ölüler Konuşmaz Ki” başarılı olamamış bir hortlak filmi. 2016 yılında hortlak inancı bir filmde daha görselleştirildi, ancak tek başına bu film bile hortlaktan neden korku malzemesi olamayacağına güzel bir örnek olabilir. İslam inancındaki ölü gömme ritüeli yıkanmış çıplak bedenin kefenlenerek defnedilmesi şeklindedir, ancak filmde kefenini yırtarak canlanan hortlak çıplaklığını kapatmak için ilk bulduğu pantolonu üzerine geçiriyor. Dolayısıyla hortlak o anda korku nesnesi olmaktan hızla uzaklaşmakta. Korku nesnesi olacak hortlağın kefene sarılarak dolaşması ya da üzerine bir şeyler giymesi durumu söz konusu olmaksızın çıplak gezinmesine de henüz toplumumuz hazır değil. Böylelikle geriye yalnızca Anadolu köylerinde sıklıkla rastlanan cin hikâyeleri kalıyor. Ülkemizde insanlara musallat olabilecek köpekbalığı, piranha gibi yırtıcı hayvanlar da fazla bulunmadığı gibi nükleer bir tehditle mücadele ya da çılgın bir bilimadamının yaptığı deneyler bizim için uzak bir ihtimal. Geçmişte haberlere konu olan UFO’ları taşlayan bir toplumuz sonuçta. Bir virüs yoluyla zombiye dönüşmemiz de “Ada: Zombilerin Düğünü” filmiyle parodileştirildi. Tüm bunlar düşünüldüğünde elimizde korku unsuru olarak sadece Alkarısı, Gulyabani, Şahmeran, Şahrennar, Pirabok, Çarşamba Karısı, Karabasan gibi farklı adlarla anılan ve aslında birer cin olan yaratıklar kalıyor. Aslında incelendiğinde İstanbul’da ve Anadolu topraklarında birçok efsane bulunuyor. İstanbul’un yeraltı tünellerinde yaşadığı düşünülen yaratıklar, geceleri at seslerinin geldiğine inanılan türbeler, başka boyutlara açıldığına inanılan geçitler, yılda bir kez kaybolup geri geldiğine inanılan evler… Ancak bir ev ve birkaç oyuncuyla sabitlenebilecek film bütçesinin, bu tarz senaryolarda oldukça artacağı düşünülerek tercih edilmiyor muhtemelen.

– Dünyada ne zaman sıcak çatışma ve savaşların sayısı artsa korku filmlerinde bir artış meydana geliyor. Özellikle de Oryantalist tarzda korku filmleri bu dönemlerde en ciddi artışı ile göze çarpıyor. Sizce bunun sebebi nedir?

Korku filmlerini en çok tercih eden kesim gençler. Dolayısıyla gençlerin bilinçaltında yaratılan korku yüzyıllık bir etki yaratacağından sıcak gelişmeler artık Hollywood üzerinden bilinçaltı yoluyla devam ettiriliyor. Örneğin “Arachnophobia” filminde tropik ormanlardan gelip bir evin ahırında türeyerek Amerika’da tehdit oluşturan tarantula, siyahi ırkın Amerika’daki dağılışının bilinçaltı tepkisini ifade eder. Tropik ormanlar güzeldir ancak çok tehlikelidir, oradan gelebilecek herhangi bir canlı da toplumu tehdit eder. Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda gerilim ve savaşlar fazlalaştıkça hem turistleri bu bölgeden uzaklaştırmaya başlamak, hem de zihinlerde bu bölgelerde yaşayanları ilkel, barbar ve tehlikeli göstermek için başlangıçta mistik, gizemli ve çekici olarak zihinlere empoze edilen Doğu’nun da korkutucu olarak sunulmaya başlanması zekice bir yaklaşım. Hollywood sözde düşmanlarını filmler üzerinden ustalıkla izleyicilerin bilinçaltına yerleştiriyor. Sinema bu açıdan bakıldığında en kanlı ve en sistemli soğuk savaş meydanı.

– Batılı korku filmi yapımcılarının Doğu kaynaklı korku unsurlarına yaklaşımları sizce nasıl?

Cin unsurunun kökenine bakıldığında aslında hemen tüm inanç ve dinlerde bulunduğu görülüyor. Batı’da “Paranormal Activity” gibi filmlere konu olan “demon”lar ile Doğu’daki cin imgesi birbirine benzer nitelikler taşıyor. Biraz derine inerek incelediğinizde “A Nightmare on Elm Street”teki Freddy Krueger’dan “Darkness Falls”daki diş perisine değin birçok doğaüstü varlığın bizim cin dediğimiz varlıkla örtüştüğü fark edilecektir. Doğuya ait cinin ilk kullanıldığı filmlerde cinler, bir eşya yoluyla Batı’ya geliyor ve serbest kalıyor. Sonraki dönemde ise Arap Yarımadası’nda savaşa giden Batı askerlerinin mağlubiyetlerinin nedeni olarak cinler gösteriliyor. Wes Craven’in 1996 yapımı Wishmaster’ının ilk iki bölümünde tasarlanan cin, hem görselliği hem de karakter özellikleri açısından muhteşem bir tasvire sahip. Sonrasında Irak Savaşı’ndaki askerleri yansıtan yapımlar da oldukça başarılı. Cinin “lambadan çıkıp dilekleri gerçekleştiren şirin bir unsur” olmadığının altı çizilerek başlatılan bu filmler için belli ki Doğu’nun inanç sistemi ciddi bir biçimde incelenmiş ve bu doğrultuda senaryoya dönüştürülmüş.

– Türk korku filmlerinde büyü önemli bir konu. Bu yapımlarda en çok gözüme çarpan ise büyü yapılan kişinin genel olarak çocuksuz, inançsız, modern ve varlıklı bir hayat süren kadınlar olması. Filmlerimizde tercihin sürekli bu yönde olmasının sebebi sizce nedir?

Büyü en ilkel inanç sistemlerinden tek tanrılı dinlere değin her inanç ve kültürde ciddi bir yere sahip. Cin-insan etkileşimi Kur’an’da kesin bir dille yasaklanmış ve büyük günah sayılmış olmasına rağmen insanlar büyü yoluyla cinlerle temasa geçmekten geri durmamıştır. Cin ve büyünün birlikte kullanılmasının en önemli nedeni, büyünün cin-insan ilişkisini başlatacak bir neden olması. Dolayısıyla bir filmin senaryosuna cin unsuru eklemek için bir çıkış noktası, bir temas bulunması için büyünün olması gerekiyor. Anadolu inançları doğrultusunda yapılan büyülerde, büyüyü yapan ile büyü yapılan kişi arasındaki etkileşimi yani büyüyü sağlayan unsur cindir. Türk korku sinemasında cin-büyü bağıntısının bu kadar fazla kullanılmasının nedeni henüz daha farklı bir çıkış noktasının bulunamamış ya da keşfedilememiş olması. Filmlerde çocuksuz, insançsız, modern kadınların kullanılması bir anlamda basitçe bilinçaltına “Böyle bir yaşam sürersen başına gelecek budur” mesajını vermektir ki bu filmlere bakıldığında filmin sonunda neredeyse hiç kurtulan olmadığı söylenebilir. Ancak Alper Mestçi “Siccîn” serisiyle bu mesajı yıkarak “çocuklu, inançlı, geleneklere bağlı, normal hayat süren, iyi niyetli” bir insanın yani “toplumdaki herhangi biri”nin dahi başına bunlar gelebilir mesajını vermeye başladı.

– Türk korku filmlerinin yıllarca konuşulması ve kült bir film haline gelmesi için sizce nasıl bir yol izlenmeli?

Kült filmler genellikle özgün ya da farklı senaryoyla yola çıkan ve dönemindeki diğer filmlerden ayrık duran filmler oluyor. Ülkemizde “Drakula İstanbul’da” ya da “Şeytan” çekildikleri dönemlerde yeterli bilinirliğe ve beğeniye sahip olmasalar da zamanla kültleştiler. İlk örnek olmalarından gelen bir durumdu bu. Ayrıca Batı’daki örneklerine göre oldukça amatör bir yapım olan “Dünyayı Kurtaran Adam” filmi de Türk sinemasının kültleri arasında. Farklı denemeler içeren filmler gişede başarısız olsalar da yıllar içerisinde kült haline gelebiliyorlar. Orijinallik, farklı açılar, farklı bakışlar ve diğer örneklerden sıyrılan denemeler gerekiyor kült olmak için. Yani biraz cesaret gerektiriyor. Bu bağlamda ben amatör yapımları da destekliyor, yeni ve başarılı işlerin çıkabilmesi için her Türk korku filmini, fragmanından başarısız olacağını öngörsem dahi izlemeye ve eleştirirken de yapıcı olmaya özen göstermeye çalışıyorum.

– Sizi gerçek anlamda korkutan ve etkileyen bir film var mı? Bahsedebilir misiniz?

Çocukluğumda izlediğim, yıllarca aklımdan çıkmayan film John Schlesinger’in çektiği, 1987 yapımı “The Believers”dır ki bu filmin konusunu oluşturan da Afrika yerlilerine ait voodoo büyüsü ve önüne çıkan engelleri voodoo ile bertaraf eden bir tarikattır. Daha sonra ise John Carpenter’ın 1994 yapımı “In the Mouth of Madness” filminden fazlasıyla etkilenmiştim. Türk korku sinemasını ele alacak olursak, en çok etkilendiğim filmler Karacadağ’ın “Dabbe” ve “El-Cin”; Mestçi’nin “Musallat 2” ve “Siccîn”, Arkın Aktaç’ın “Üç Harfliler: Marid” ve “Şeytan-ı Racim” ile Ahmet Can Kasap’ın “Berzah: Cin Alemi” oldu. Bu filmlerin mekan ve karakter yaratımları, senaryoları, atmosferleri ve gerçekçilikleri oldukça kuvvetliydi.

– Korku sineması üzerine çalışmalarınız ne durumda? Yeni kitaplar ya da projeler var mı?

Korku sineması üzerine halen çeşitli dergilere yazılar gönderiyorum. Popüler Sinema’da da Türk korku filmlerine ait eleştiri yazılarıma devam ediyorum. Yeni kurulan Etki Gazetesi’nde her cuma “Bu Hafta Vizyondakiler” köşesini hazırlıyorum. Türk Korku Sineması Kronolojisi (2016-2017)’nin ikinci cildi tamamlanmak üzere, 2018 yılında basılması için yoğun bir şekilde çalışıyorum. Bunun dışında Türk Gerilim Sineması ile ilgili bir kitap çalışmasına başladım.

Uğur Hakan Hacıoğlu
RELATED ARTICLES
Abone Olun
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Most Popular