Onur Hastürk ve Mathias Hournung’un, “Defragmentology” ve “Asimilasyon” adlı kişisel sergileri “Echos” başlığıyla 28 Ocak tarihinde Anna Laudel İstanbul’da ziyaretçileriyle buluştu.
Türkçe’de yankı anlamına gelen “Echo” kelimesinden ilham alan sergide Mathias Hornung, sergide yer alan rölyefleriyle dijital dünyaya bir bağlantı kurarak, tematik ve yapısal olarak kafa karıştırıcı çağdaş sanata gönderme yapıyor.
Eserlerinde temel malzeme olarak ahşap kullanan Hornung, uyguladığı teknikle izleyicide çoğu zaman teknik tabanlı, bilgisayarda üretilmiş bir çalışma hissi uyandırıyor. Aynı zamanda kullandığı renk katmanlarıyla yeni kompozisyonlara veya farklı kompozisyon vurgularına yol açıyor.
Geleneksel Türk-İslam sanatı tekniğini Batı sanatı formlarıyla yorumlayan minyatür sanatçısı Onur Hastürk’ün “Asimilasyon” sergisi ise Düsseldorf”ta ilgiyle karşılanan ilk kişisel sergisinin ardından şimdi Anna Laudel İstanbul’da sanatseverle buluşuyor
Ay sonuna dek görülebilecek olan “Asimilasyon” sergisi ile ilgili olarak Onur Hastürk ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
– “Asimilasyon” serginizde geleneksel İslam Sanatı ile Batı Sanatı, Doğu-Batı, çağdaş ve modern kavram ve teknikleri yan yana görüyoruz… Sergiye geçmeden evvel, bize biraz sanat eğitiminizden ve minyatüre ilginizden bahsedebilir misiniz?
Onur Hastürk: Selçuk Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü’nde tezhip ve minyatür eğitimi aldım. Ardından Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde yüksek lisansı tamamlayıp, Accademia di Belle Arti di Firenze’de sanat ve tasarım eğitimi gördüm. Türk Minyatür Sanatı’nın klasik uygulama teknikleriyle aldığım eğitimi, güncel ve kavramsal sanat altyapısıyla destekleyen çalışmalarla sürdürdüğüm bir yol izliyorum.
– “Asimilasyon” üç bölümden oluşuyor, “Matisse’e Saygı”, ”Warhol’a Saygı” ve ”Klasik Minyatürler”… Henri Matisse ve Andy Warhol’un temsilcilerinden olduğu güncel sanat ile geleneksel İslam Sanatı’nın yorumlama düşüncesi nasıl gelişti?
O.H.: Sanat, yüzyıllardır Doğu – Batı etkileşimiyle ve kültürlerarası etkisiyle içinde yaşadığımız çağa ulaşmıştır ve tüm bu etkileşimler içerisinde Matisse ve Warhol gibi öncü sanatçılar, sanata ve sanat anlayışına yön veren yeni dünyalar yaratmışlardır. Ben de sanatta yolumun kesiştiği bu sanatçıların eserlerine baktığımda Doğu Minyatür Sanatı arasında ilgimi çeken bağlantıları kendi pratiğimde ifade etmeye çalıştım.
Üretim süreçlerim öncesi yoğun okuma ve araştırma kamplarıyla meşgul olurum. Uzun süredir de Doğu-Batı ve Geleneksel-Çağdaş ikilemleriyle geçmiş ve günümüz arasında bağ kurmaya, onu anlamaya çalışıyorum. Araştırmalarım esnasında karşılaştığım Henri Matisse’in 1910 yılında Münih’te, Ernst Kühnel tarafından düzenlenen “İslam Sanatı’nın Şaheserleri” sergisini ziyaretinin ardından söylediği bu sözler çıkış noktamı oluşturmuştur:
“Doğu Minyatürleri, beni benim için mümkün olan duyu algılamalarının bütün biçimlerinin farkına varmamı sağladılar. […] Bu minyatürlerde kullanılan resim türü ile bu sanat büyük ve gerçekten kendine has bir alanı ifade etmektedir. Bu da benim taklitçi resimden kurtulmama yardımcı olmuştur.”
– Serginin hazırlık aşaması, ne kadar zamandır çalışıyorsunuz “Asimilasyon”a?
O.H.: “Asimilasyon” adını verdiğim bu sergi, çok uzun zamandır üzerinde düşündüğüm, araştırma yaptığım ve eskizlerle şekillendirmeye çalıştığım bir sürecin üretimleri. “Asimilasyon” bir ilhamla harekete geçtiğim, ve sonrasında o ilhamın meydana getirdiği yapıtın kontrolü ele geçirerek kendi kendine şekil aldığı bir sergi oldu.
– “Klasik Minyatür” serisi de hayli etkileyici, biraz buradaki işlerinizde kullandığınız teknikten, malzemeden bahsedebilir misiniz? Kurduğunuz atmosfer oldukça düşündürücü yansımaları olan bir seri… Minyatür sanatının güncel sanatla harmanlanması giderek yaygınlaşıyor, bunu neye bağlıyorsunuz?
O.H.: Klasik minyatürler adını verdiğim bu konseptin oluşturduğu çalışmalara baktığımızda aslında zihnimizde canlanan minyatürün renkli dünyasının ötesinde yine hem malzeme hem de kavramsal olarak daha tinsel çalışmalar görebiliyoruz. “Otoportre” adını verdiğim triptik çalışmanın başlangıç noktası ortalarında konumlandırılan portrelerdir. Aslında burada Sağında ve solunda Maleviç’e kadar uzanan referanslar, iyi-kötü, cennet-cehennem, gece-gündüz, eril-dişil gibi pek çok ikilem arasında kendi suretimizi izlemekteyiz. Transparan kağıt üzerine altın tahrir tekniğiyle gerçekleştirilen bu portrelerde Doğu’nun mistik ve spiritüel enerjisiyle beraber yunan ve batı mitolojisine uzanan imgeler görülebilir. Üzerinde okuyup araştırdığım kavramlarla birlikte zihnimizin kolektif bağlarında zaten orada olan imgelerin de kendine yer bulduğu bu otoportreler aynı zamanda her birimizin yaşam ve yaradılış üzerine izler bulabileceğimiz tasvirler..
– Bugüne dek, Porto, Floransa, Roma gibi pek çok sergiye katıldınız. İlk kişisel serginiz Anna Laudel Düsseldorf’ta açıldı. Anna Laudel ile nasıl bir araya geldiniz?
O.H.: 2017 yılında küratörlüğünü Huma Kabakcı ve Mine Küçük’‘ün yaptığı, “Past Meets Present” sergisiyle Anna Laudel’de sanatseverlerle buluşmamızın ardından galerinin karma sergilerinde yer aldım ve Anna Laudel Artshop’ta farklı çalışmalarım sanatseverlerle buluştu. 2019 baharından itibaren de temsiliyet süreci başlamış oldu.
– Genç sanatçılara verdiği destekle bilinen, güncel sanatın önemli mekânlarından Anna Laudel kadar, sanat yaşamında önemli bir kırılma noktası da 2019 yılında Taner Ceylan mentörlüğünde Sadık Paşa Konağı’nda açılan Olympos serisine dâhil olmanız diyebiliriz. Taner Ceylan ile çalışma sürecine değinebilir misiniz?
O.H.: Taner Ceylan’da, sanatçı kimliği ve yaşanmışlıkların nakış nakış işlenerek bir sanat eserine nasıl dönüşebildiğine şahit oldum. Yaşama ve sanata karşı kimlikli duruşu ve her şartta sanat yapma içgüdüsü beni inanılmaz beslemiştir. Tanıştığımız günden bugüne kendisinin atölyesini ziyaret ettiğimde tavsiyelerini not alarak ve işaret ettiği konuları, kitapları, sanatçıları araştırarak ciddi bir kaynakça edinmiş oldum.
‘Olimpos Sergileri’nde Taner Bey sadece küratör olarak değil sanatçı kimliğiyle de çalışmalarımın her aşamasını titizlikle ve derin bir duyguyla sahiplendi. Benim için tüm bu deneyimlere eşlik etmek muhteşem bir öğreti oldu.
– Söyleşimizin sonuna gelirken şunu sormak isterim. Yaklaşık bir yıldır süren pandemi senin yaşamında neler değiştirdi?
O.H.: Karantina öncesinde de zamanımın çoğunu atölyemde üreterek ya da araştırma yaparak geçiriyordum. Kısıtlamalar dolayısıyla yürüyüş rutinlerimde zaman zaman boşluğa düşsem de karantina süreci benim yaşam ve üretim sürecimde ciddi bir değişikliğe sebep olmadı diyebilirim.
– “Asimilasyon” devam ediyor, öte yandan yeni fikirler, projeler neler?
O.H.: Pandemi sebebiyle belirsizlikler içinde geçirdiğimiz bu zamanlar bana hayata dair umudunu yitirmemeyi ama biz planlar yaparken, hayatın başka planları ve süprizleri de olabileceğini hatırlattı. Dolayısıyla en güzeli okumaya, araştırmaya, denemeye devam etmek sanırım.
Hayalime gelince ise en büyük hayallerimden birinin içindeyim. Önce yurtdışında ve şimdi de yaşadığım şehirde, İstanbul’da, ilk kişisel sergim gerçekleşiyor. Hayallerim her an yenileniyor ama şu an gerçekleşen bu hayallerin keyfini çıkarmak istiyorum.
Onur Hastürk’ün “Echos” kapsamında Anna Laudel İstanbul’da yer alan “Asimilasyon” sergisini görmek için son gün 26 Şubat.
Elif Hopyar