
Mart ayında başlayan tüm yaşananların sarsıcı etkisi, sadece siyasi değil; toplumsal bellekte, sanat ve ifade alanında da çok katmanlı bir dalga yarattı.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve çalışma ekibinin görevden alınması, ardından gelen tutuklamalar… Hukuki mi, siyasi mi olduğu tartışıladursun, sokaktaki insanın duygu durumu çok netti: Bu sadece bir yönetim krizi değil, aynı zamanda bir adalet çıkmazıydı.
Ve sonra sokaklar doldu.
Taş gibi suskun insanların bile kıpırdamaya başladığı, bir günle başlayan ama haftalara yayılan bir dönüşümün başladığı bir döneme girdiğimizi söyleyebilirim. Herkesin sesi aynı yükseklikte başlamasa da, geldiğimiz noktada konuşmayanlar neredeyse kendini resmen yok ediyor; sosyal medya hesaplarını kapatıyor derecesinde bir yaptırımla karşılaşıyor. Bu durumdan en çok etkilenen ise sözümona sanat çevresi oldu. Sosyal medyada tepkisini göstermeyenler, alanını korumaya çalışırken kamuoyu tepkisini üzerine çekti. Öte yandan, konuştuğu için işini kaybeden oyunculara ve yaratıcı sanatçılara da sahip çıkabilmemiz gerekiyor.
Toplumun bir bölümü bu sessizliği eleştirirken, bir bölümü “sanatçının görevi sanat yapmaktır” diyerek bu eleştirileri fazla buldu. Ama şurası unutulmamalı: Bir sanatçı, sahneye çıkıp duygularını paylaşıyorsa, o toplumun aynasına da dokunur. Dokunmuyorsa, o zaman sadece teknik bir icradan söz edebiliriz.
Böyle ortamlarda ‘susma hakkı var mıdır?’ sorusunun yanıtı şudur: Bu suskunluk nötr bir alan yaratmaz; aksine, oluşan boşluğu birileri mutlaka doldurur. Bu yüzden sanatçının sessizliği seçim olsa da, sessizliği de etkisiz değildir.
Basın buradaki en büyük soru işareti aslında, ister yandaş ister muhalif görünümlü(!) olsun, neye hizmet ettiğinin iyi fark edilmesi gerekiyor. Hangi gerçeğin üzerini örtmek için neyi öne sürüyorlar bunları iyi okumak gerekli. Medya okuma yazarlığı önemli alan.
Halk ise yalnızca tepki vererek değil, hafızasını canlı tutarak, kim ne zaman ses verdi ya da geri çekildi, bunu anlamlandırarak kolektif hafızayı kurmalı.
Ama o not defterini, hesap tutmak için değil; aynı hataları yeniden yaşamamak için taşımalı.
Buradaki mesele; herkesin her an siyasal pozisyon almasından çok, kritik zamanlarda “insan” kalabilme cesaretini gösterebilmek. Adalet talebi, bir siyasi parti manifestosu değil; vicdani bir refleks. Ve bazen sadece bir cümle, bir kelime bile yeterli.
Ama bu sokak hareketleri ve çağrılar, bana göre ne yazık ki çok geç kalınmış bir hamle oldu.
Çorlu Tren Kazası’ndan sonra, haksızca tutuklanan siyasi isimler ve basın mensuplarının ardından adalet arayanları yalnız bıraktık, yalnız bırakmadığını düşünenler ise sosyal medyada yazarak toplum bilinci görevini yerine getirdiğini düşündü. Oysa o zamanlarda demokratik haklarımıza sahip çıkmalıydık; belki bugünlerin önünü kesebilir, gençlerimize ferah bir gelecek umudu vermiş olabilirdik.
“Gezi vardı” diyenlere ise gözlemim net:
Gezi’ye katılan biri olarak söyleyebilirim ki, orada toplumsal yapının yalnızca sınırlı bir kesimi temsil ediliyordu; daha geniş halk kesimlerini içine alamamıştı. Ve başka başka siyasi malzemelere vesile kılındığı da oldu. Ve yine Gezi’ye katılanlar arasında, o günlerde cesurca öne çıkan ama daha sonra kaybedecek şeyleri olduğunu düşünerek geri çekilen pek çok kanaat önderi de vardı. Gezi, yolunu kaybetmeden anılarımızdaki yerini aldı ama yazık ki çıkmaz sokakta bitti sonu.
Şimdi yine aynı şekilde olur sanıyor bazıları. Ama unuttukları bir şey var:
Şu an sokakta olan gençler, Gezi zamanı gençlerine göre çok daha umutsuz. Gelecek güvenceleri yok. Hayatları dahil hiçbir şey, haklarını geri almak kadar önemli değil onlar için. Gençlerle ne kadar vakit geçiriyorsunuz bilmiyorum ama çoğunun gözü gerçekten kara.
Gezi’nin gençleri artık şimdinin orta yaşlıları.
O zamanlar parlak başlayan, umut veren kaybetmekten korktukları yolları, şimdi dar boğazlara sıkışmış durumda ve gezi ruhları hala içlerinde alev alev yanıyor.
Yani bu başlayan dönem diner mi?
Yorum sizin.
Tabii bunları dile getirirken bir yandan da şunu unutmamak gerek:
Renk belirtmek, sadece bir vicdan meselesi değil, aynı zamanda bir çıkar alanını da belirleyen bir kavram. Her tür siyasi görüşe saygımız olmalı ucunda çıkarı yoksa…
Bu yüzden belki de mesele, kim hangi rengi tuttu sorusundan çok, o rengin ne zaman ne işe yaradığı. İşler yoluna girdiğinde, herkesin yeniden “nötr” alana dönüş yapmasının ardındaki motivasyonu da bu sorunun içinde düşünmeliyiz.
Ve bir şeyi daha unutmamalıyız:
Yandaş adı altında ne varsa, bunun topluma verdiği zarar derindir, yaygındır ve çoğu zaman fark edilmez kadar içimize işlemiştir. Yandaş medya, yandaş sanat, yandaş ekonomi… Bunlar sadece sistemin değil, gündelik hayatın da dokusunu bozar.
Bu yüzden bu tür ilişkilerin önünü kesmek istiyorsak, önce kendimizden başlamalıyız.
Zira biz yakın çevredeki küçük çıkarları meşrulaştırdıkça, sistemin büyük yapıları kendiliğinden büyüyor.
Çünkü hafıza, sadece unutmamak değil, aynı zamanda iyileşmenin de ilk adımı olabilir.
Günümüzde tarafsız kimse kalmadı. O nedenle şimdi konuşma zamanı.
Ama işler yoluna girdiğinde de susmayı; aynı evde bile kim hangi partiye oy verdiğini bilmeyecek seviyede siyaseti hayatımızdan çıkartmayı öğrenmeliyiz.
Çünkü rengini belli etmek, aynı zamanda bir çıkar çevresine giriş bileti haline geliyor. Ve artık biliyoruz ki, bu biletin konforunu bir kişi sürerken; bedelini hep birlikte ödüyoruz.
Üst yönetimden en alt kademeye kadar, yanlarında çalışan bürokrat, memur, sanatçı, akademisyen — kimdir, kimcidir, siyasi görüşü nedir bilinmemeli ki liyakat gerçek yerini bulabilsin.