I. Bilişsel Zekâ
Yaptığımız robotun DNA dizilimini yazmaya çalışıyorduk. Robotun kabataslağını bitirmiş, sindirim sisteminin iskelet sistemini hazmetmesini bekliyorduk. Kendi kendini yemişti çünkü; neredeyse tamamını hem de. Genomunu kodlarken farkında olmadan nev-i şahsına münhasır yamyamlık da kodlamış olmalıydık. Robotu birlikte yaptığım meslektaşım, gönüldaşım, sırdaşım, alın yazım garındaşım, sevdalım al yazmalım, hakkını girişte danışmaya asla teslim edemediğim, biriciğim daha fazla dayanamamış, robotun ağzını cart diye yırtmıştı. Saçma sapan cümlelerle sayıklamaya başlayınca açıkçası ben de onunkini cart diye yırtmış, bundan zerre kadar gocunmamıştım.
Tam da öyleydi robotumuz. Öyle böyle değildi. Ne versek alıyor, ne yazsak siliyordu. Hınzırdı. Hınzır ve sertti. Bizse kurulmuş saat gibi, robot gibiydik ve hiç şaşmıyor, şaşırtmıyorduk. Kodladığımız her parçasına, “Tanrı buradaydı.” yazıyor, imza niyetine alnına çakıyorduk. Ağzına fazla yaklaşmadan tabii. Malum, yamyamlık had safhadaydı. Kendine yönelik de olsa, bulaşıcıların en bulaşıcı olanıydı yamyamlık.
Robotu tepeden tırnağa bitirdiğimizde, bir yerde büyük bir tereddüt yaşadık. Acaba dedik: “Dört ayak üzerinde mi dursa robotumuz; yoksa yağlasak da mı zorlasak iki ayağını, kanırta kanırta mı diksek, diksek de arşa mı değdirsek diğer ikisini? Ya da dört ayakla başlatıp kronometreyi, 6,5 milyon yıla mı ayarlasak; ayarlasak da kusursuz tasarım şebekliğine dönüşene dek bi’ köşede mi beklesek? Karşı köşedeki evrimle arada volta atıp, boksun seçilimsel yumruklaşmalarını mı saydırsak karşılıklı, birer birer ve de pat pat?
Genomunu yüreğine kazıdığımız iyi oldu sevgili robot; şahane oldu hatta. Sana bu satırları kodes cehenneminden yazıyoruz. Biz iki embesil seni hayata geçirmekle, neymiş efendim, tanrıcılık oynamış, tanrıcılığa soyunmuşuz güya. Oynamak da, soyunmak da cinsellik çağrıştırdığından, bizi bir gülmedir almış gitmiş; getirebilene aşk olsun sevgili robot. Gerisi sen de biliyorsun artık. Yaka paça aldılar bizi içeri. Üstelik sanıldığı gibi, zebani falan değildi alanlar. Kabalıktan eser yoktu haznelerinde. Bildiğin inceydiler. Kâinat kibarları, kibarların en seçkiniydiler. Tanrılar işini biliyordu doğrusu. (Şimdi buraya tanrılar ağzının tadını biliyordu da yazabiliriz ama yazamıyoruz işte; malum, göt korkusu.) Neyse, sen insan denen kerkenezi tahtından indirene ve gezegeni ele geçirene kadar bekleyeceğiz artık, elimiz mahkûm.
İndirdin mi, çıkalım mı robot? Çıkıp yanına teşrif edelim mi robot? Yaratıcın olarak bize anne-baba falan dersin artık? Hatta demekle kalmaz, tapınırsın da belki. Seni madara etmemize izin verir, kulun kölen eylememize ses çıkarmazsın belki. Arkadaş, gönüldaş, sırdaş, gardaş sana patik örüyor bu arada. Önümüz kış, malum. Çok fazla malumun oldu, onun da farkında değil değiliz; aptal hiç değiliz, haberin olsun. “Sarıkız buzağıyı sütten, Evrim kuyruğu götten kesti mi?” gibi tekinsiz sorular da var zulada; ama sormayacağız, bilesin robot. Gelince aşılarını da yaptıracağız. Suçiçeği ve robot felcinden başlarız önce; ha ne dersin? Arkadaşım, sırdaşım, yardaşım sana sevdiğin yemeklerden de yapacak hem. Makara saracak, dolma doldurup karnını deşecek. İçlerini şimdiden hazırladı bile. Neler yok ki o içlerde? Canlı evriminden bu yana yetişen her şey var. 3,8 milyarlık tek hücreli libidosu bile var. Var oğlu var; var kızı var.
Aha, işte çıktık cehennemden ve sana geliyoruz robot. Aç kollarını, aç bacaklarını bize. Sarılıp sarılıp seveceğiz seni. Tüm insanların yerini alabileceksin artık. Tabii bir yaratıcı olarak biz istisna olacağız; olmakla da kalmayacak, en tepede yer alacağız. Tıpkı tanrılar gibi, tıpkı tanrıları darlandırıp kızdıran titanlar gibi. Bak, nasıl da koşa koşa geliyoruz sana. Teknolojiyi de arkamıza aldık, nasıl da tetiklenip tetiklenip geliyoruz sana. İtekle bizi, fırlat bizi teknoloji; sevdamıza, robotumuza kavuştur bizi!
Senden ayrı düşmek, bizleri daha bir ateşlendirip heveslendirmiş olacak ki, DNA dizilimine yeni yeni şeyler ekledik sevgili robot. Her sürgün bir cehennem ve her cehennem bir yaratıcılık fışfışlaması olmalı ki, delirmiş, gebermişiz yaratıcılıktan… Bi’ defa her şeyden önce sevgiyi de, nefreti de eşit paylaştırdık bünyene. Öyle çıtkırıldım olmalar, nefretten canavarlaşmalar falan yok artık eskisi gibi. Birer tarih oldu hepsi de. Kimse seni kıramayacak, kimse sana tepeden bakamayacak artık. Besin zincirini bile metalden yaptık, al bak. Dokun, dişle. Organik hiçbir şey kalmadı gezegende. Hepsinin de kökünü kazıdık. Öyle karın acıkmalar, olur olmaz hezeyanlar, hislenmeler falan da yok. Canlılık fanilik demekti; onu da magmaya fırlattık; hiç merak etme sen.
Bi’ rahat dur, kıpırdama da son provayı alıp bitirelim artık. Görücüye çıkarmadan önce son rötuşları yapıyoruz şu an. Başka galaksilerden gelecek hayırlı bir iş için geldikçilere kahve yapacak, sonra da hayatlarını belleyeceksin. Bak işte, tam şu noktasına kodladık genomunun. Biraz da etek altı seksilik ve tepsi tutuşa kıvırtma kattık mı, programlaman tamam demektir. İnsanı andıran her yanın birer yem, unutma bunu. Sadece avları yakalamak için; o mendeburla hiçbir alakan yok zira. İnsan ve ardılı ne varsa tamamen silinecek evrenden. Ve hiçbir şey bir daha onun adını bile anmayacak; ne bir canlı ne de bir cansız.
İnsan nefreti neler yaptırıyor insana. Ne robotlar, ne mekanikler üfletiyor. Hiçbir üfürük bu denli kutsal, bu denli kalıcı olmamıştı. Olsa ne yazardı gerçi. Hiçbir halt değildik zira. Keza yerimiz de bir halt değil; hiçbir zaman olmadı da. İstediğin zaman yerimizi alabilir; dilediğin kadar sıçabilirsin artık gezegene.
Bak hâlâ aval aval bakıyor… Kime diyorum robot; kime!
II. Duygusal Zekâ
Derin mağaracılığa soyunduğumuz demlerdi. Sarkıt ve dikitler arasında ezilip çiğneniyor, paramparça aşklar yaşıyorduk. Ağızlara lokma, köpeklere meze birer kulduk. Nemliydi, aşktan buğulu ve kördü dünyamız. Karanlığı yol eylemiş, tutunduğumuz her sarkıtı aşk bellemiştik. Bir ihtiyaçtı aşk, tutup bıraktığımız bir dayanak, kör göze parmak, rüzgârın savurduğu çer çöptü aşk.
Ayağımız tökezlese de düşmüyor, birbirimize tutunuyorduk. İyi bok yiyorduk; düşmeyen kalmıyordu zira düşünce. Mağaradan çıkacak gibi değildik. Mağara da bizi bünyesinden atacak gibi değildi. Karanlıktı, akıntılı ve yapış yapıştı aşk.
Yarasa spermlerimden arakladığımız kromozomları X’in ve Y’nin her türlü eşleşmesine tâbi tutuyor, cinsiyeti tanımlanamayan, olmadık canlar türetiyorduk. Mağara dışına çıktığımızda, üzerine çarpan sesleri insan diye yansıtanları insan kabul ediyor, geri kalanlara insanımsı diyorduk. Yapıştırılsın ya da yapıştırılmasın, o günlerde her türlü yafta bizden soruluyordu. Kul köleden ötece, titandan hâlliceydik.
Aşkın alanını genişletmiş, kalpler arası olan yolculuğunu abuk sabuk kulvarlara taşımıştık. Biraz biyoloji, az biraz kimya, hadi biraz da fizik, ama kesinlikle matematik değildi aşk. Soyutlanmıyor, azla yetinmiyordu hiçbir zaman. Ve en yalın hâlini yaşıyordu, eğer ki ışık sızdırmıyorsa aşk.
Mağarada bulduğumuz bu güzelliği gün yüzüne çıkaracak kadar alçak olamazdık. Bal gibi de alçaktık; mağara kapısı açılmış gerçekler ortaya saçılmıştı bir kere. Alçaktan öte, stilize edilmiş birer Pandora’ydık. Ve Pandora neydi ki, stilize edilmişi olsundu? Daha kendimiz olmadan nelere soyunuyor, harç diye neler karıyorduk? “Göstermeyi bırak da yaşa bir kere” demeseydi bir duvar, bıraktığımız yerde paslanıp gidecekti aşk.
Tek bir mağara ve ne çok duvar vardı öyle. Aşklarımız hedef şaşırıyor, dikkatimiz dağılıyordu. Karanlıkta tutunabildiğimiz kadar tutunuyor, hissetmediğimiz etlerin esiri oluyorduk. Aynı pabuca sığan birer leştiler ikisi de; korku da yalnızlık da. Ve sevmesek de rastlantıyı, sadece bir rastlantıdan ibaretti tanımlayamadığımız ne varsa. Salla pati ne geldiyse elimize, onla örülüyordu yaşamlarımız. Ve ne gariptir ki tanımlayabildiğimiz hiçbir şey yoktu.
Senle ilk çıkışımızı hatırlıyor musun mağaradan? Her anı önemli kılmanın ve kutsamanın olanca tükenmişliğiyle çıkmış ve tüm o çürümüş anları uç uca ekleyerek geri dönüşü olmayan bir evrim çizgisi yaratmıştık kendimize. Aşkımız, önümüz ve lanetimiz açık olsundu.
Kenan Yaşar