Ekrem Ataer, uzun yıllardır müziğin içerisinde hem müzisyen hem de yazar kimliğiyle üretimlerini sürdürmüştür. Kimi zaman kimselerin hatırlamadıklarını, kimi zaman ötekileştirenleri kimi zaman da Ara Güler ve Ömer Hayyam gibi isimleri bizlerle buluşturmuştur. Ekrem Ataer, dünyadaki protest şarkıların hikayelerinin yer aldığı çalışmanın yanında kişisel kariyeri ve geçmiş üretimleriyle birlikte son çalışması “Sol 1.2.3.” sonrasında merak edilen soruları bizler için yanıtladı.
– Son çalışmanız Sol 1.2.3. protest müziğin marşlarını ve türkülerini irdeleyen bir çalışma. Bu çalışmanın ortaya çıkış hikayesi var mı? Kitabın çıkış noktası neresidir?
Ekrem Ataer: Kitap; protest müziğin, marşların ve türkülerin irdelenmesinden oluşuyor. Hepsinin kendi içinde hikayeleri ve çıkış noktaları var. Yazdığımız kitabın da öyle… Türkiye Komünist Hareketi’ndeki (TKH) arkadaşlarımız TKP’nin 100. Kuruluş yıldönümü (1920) için neler yapılabileceğine dair benimle görüştüler. Bu vesileyle 100. yıl korosunu oluşturduk. Pandemi şartları dolayısıyla internet üzerinden dinleti yaparız diye düşündük ve o konserimizi Beyoğlu’ndaki tarihi Küçük Sahne’de gerçekleştirdik ve tüm sosyal medyada canlı yayınladık. Bu elbette önemli bir çalışma fakat tarihe yazılı belge bırakmak bambaşka bir anlam taşır. Ben de buna bağlı olarak böyle bir kitap çalışması hazırlığında olduğumdan bahsettim. Arkadaşlar da bu çalışmaya ilgi gösterdiler. Böylece heyecanlarımızı birleştirip 100.yıl programına dahil etmek için yola çıktık. Kitabın çıkış noktası da budur.
– Kitap devrimci marşları, protest müziği ve siyaset ile müziğin ilişkisini anlatıyor. Bu kitabı hazırlarken sizin en çok etkilendiğiniz kısım hangisi oldu? Sizde özel bir yeri olan bir marş var mı?
E.A.: Kitaba girecek olan yüzlerce marş ve beste var aslında ve hepsi de birbirinden kıymetli. Ben onlar içinden bir seçki yaptım ve bu seçkilerin tümü beni yıllardır etkileyen müzik eserleri ve asıl hikayeleri tabii… Kitabı yazarken etkilendiğim, heyecanlandığım ve bazen de üzülüp, hırslandığım bölüm ise köy enstitüleri bölümü oldu… Siyasetle müziğin ilişkisini dönem politikası gereği incelediğimizde enstitülerin yaratmak istediklerini ve karşısına çıkartılan engelleri görüyoruz. Kaldı ki bu engeller tek taraflı değil. Köy enstitülerini dönemin iktidarıyla birlikte muhalefetin de el birliğiyle ortadan kaldırdığını düşüyorum ki böyle de olmuştur. Bu tarafı beni tarih boyunca çok etkilemiştir. Bu hususta çok özenli olmaya gayret gösterdim.
– Zamanla orijinal yapısı bozulan ve cover adı altında yozlaştırılan marşlar ve türküler için ne düşünüyorsunuz?
E.A.: Aslında cover çalışmalarına karşı değilim. Her işin doğrusu ve yanlışı vardır. Mesela La Cumparsita çok bilinen bir tangodur. Bu şarkıya oldukça fazla cover yapılmıştır. Hepsi de birbirinden güzel ve değerlidir. Yeniden düzenleme ya da yeniden hayat verme olarak ifade etmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Aynı örnekten devam edersek yeniden düzenlemeyle caz ve pop formunda da düzenlenmiştir. Bunlar hayat öpücüğüdür bence. Şarkılara yeni bir hayat katar çünkü. Bu bazen başarısız olur bazen de başarılı olur. Ben meseleye böyle bakıyorum. Bunun yanında değiştirilen marşlar yok mudur? Elbette vardır. İşte bu alanda mehter marşları bir anlamda kaynak olmuştur Bunun için de mehteri çok önemsiyorum. Mehter orkestrasının dünyada çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Bu yapılanma maalesef siyaseten bir kesim tarafından aşağılanıyor ve reddediliyor. Türkiye solunun ve devrimcilerinin siyaseten reddettikleri bir alandır mehter ve hatta matrak geçtikleri, geri buldukları. Çünkü bu konuda sağlam bilgi ve birikime dayanmadıklarını düşünüyorum. Bilmediğimizi reddetme gibi de bir kolaylığımız var mâlûm. Tıpkı Osmanlı’yı da tanımadığımız ve sağlıklı bakamadığımız gibi. Bu red yapısını bırakıp gerçekten özgür kafalarla meseleye bakarsak aslında mehterden devşirilen bir sürü devrimci marşın olduğunu fark ederiz.
– Yazar kimliğinizin yanında hem sanatçı hem de eğitmen kimliğiniz var. Bu kimliklerle geniş perspektiften bakarsak müziğin günümüzdeki genel gelişimini nasıl değerlendirirsiniz?
E.A.: Yazar kimliğimden önce müzisyen kimliğimden bahsetmem daha doğru olur. Ben önce müzisyenim ve düşündüklerini de 20 yaşımdan beri 38 yıldır yazan bir adamım. Sonrasında da bunları eğitmen kimliğim destekliyor. Radyo ve televizyoncu kimliğim ve programcı kimliğimi de eklersek tüm bu birikimler sizi insanlara bir şeyler bırakmaya yönlendiriyor. Yazar kimliği de bu şekilde oluşuyor aslında var olan birikimin paylaşımıdır yazmak, çizmek, söylemek…
Gelelim müziğin gelişimine; müziğin genel gelişimine bakarsak aslında her şey olması gerektiği gibi gelişir. Bu doğanın tabiatında vardır. Biz buna evrim diyoruz. Bugünkü durumu beğenmiyorsak demek ki bizim beğenilecek bir tarafımız yoktur. Beğeniyorsak bu sefer tam tersi… Bu sorunun yanıtı bende değil, yaşanılan süreçlerde. Benim baktığım yerden konuşacak olursak ben düşünce yapısı olarak devrimci bir insanım. Kendimi bile beğenmiyorum. Kendimi bile sürekli eksik görüyorum. Her sabah kalktığımda eksik bir şeyler yaptığımı düşünüyorum, yarına dair yeni bir şeyler yapma umuduyla yazıyorum, söylüyorum. Gelişimi de böyle değerlendiriyorum. Değişimi tespit etmeden gelişimi gözlemleyemeyiz. Toplum neye evriliyorsa müziği de oraya akar. Onun için bu sorunun yanıtını herkes bulunduğu noktadan bakarak değerlendirmeli diye düşünüyorum. Ülke halkı neyse müziği de odur. Konfüçyüs 2500 yıl önce bunu söylemiş; “Bir millet nasıl yaşıyorsa onu müziğine bakarak öğrenebilirsiniz.” Mesele müzikte değil nasıl yaşadığımızda.
– Ses kavramı sizin için çok değerli ve bunu her fırsatta dile getiriyorsunuz. Sesin anlamı sizin için nedir?
E.A.: Kitapta da yazdım. Bütün hayvanlar sesini iletişim olarak kullanır. Fakat bunu irade ile cümlelere ve kelimelere döken ise yalnızca insandır . Bu da tabii bildiğimiz ve retoriği çözerek anlayabildiğimiz kadarıyla insandır. Diğer canlılar ise sesi güdüsüyle kullanır. Mesela bülbül de çok güzel ses çıkartır. Ama bülbül gece öter. Kanarya da güzel öter ama erkeği daha iyi öter ve üreme dönemi öter bu güdüseldir. Ama insan öyle değil. Beyniyle, aklıyla, yetenekleriyle dili kullanır. Onun için konuşmak önemlidir, dil önemlidir, birbirimize ses göndermek önemlidir. Halbuki şimdi “yazan” bir toplum haline getirdiler bizi.. Aslında bu yazma da değil. Bir yerlerden alıp ufak değişikliklerle tekrardan yazılan, paylaşılan bir sosyal medya dolandırıcılığı bence. Onun için bir yazarlar ordusu var şu an ülkede. Kitap yazmayanı dövüyorlar. Okur-yazar olmak harika ama okumadan yazmak tam bir ucûbeler ordusu yarattı. Konuşmayan insan yazamaz kardeşim. Ben yazmıyorum aslında sesli düşünürken duyduklarımı yazıyorum.
Ses insanın karşılıklı iletişimini sağlar. Çünkü seste beyin anında çalışır. Anında düşünüp reaksiyon vermek, konuşmak zorundasınız. Bu hem beyin ile dil arasındaki intikalin yetenekle gelişmesine öncü olur hem de geriye dönüşümsüz olduğu için beyni daha da donanımlı olmaya zorlar. insanın sesle birbirine hitap etmesini insana en çok yakışan şeydir onun için bence ses önemlidir.
– Kitaba gelen tepkiler nasıl? Aldığınız yorumlar ne yönde?
E.A.: Pandemi döneminde kitap tahmin ettiğimizin üzerinde dağıldı. Geri dönüşler şu ana kadar olumlu yönde oldu. Kötü bir geri dönüşe rastlamadım. Belki de hep beni tanıyanlar aldı o da olabilir. Onun için herkesin hoşuna gitti gibi görünüyor ama belki o herkes yalnızca biz de olabiliriz. Tabii kitap henüz yeni, gerçek tepkiler en az bir yıl sonra alınır. Ama şu ana kadar aldığımız yorumlar gayet olumlu ve yerinde ters bir yorum almadık. Eleştirileri bekliyoruz tabii.
– Radyo programlarınıza da değinmemiz gerektiğini düşünüyorum. “Kapriçyo” isimli programınızdan bizlere bahseder misiniz? Programda hangi konuları işliyorsunuz?
E.A.: Kapriçyo kelime olarak kaprisli demek aslında… Ne zaman ne yapacağı belli olmayan, anında tepkisini veren, dik başlıdır kapriçyolar, biraz benim gibi… Her dakika bir konuya farklı bir açıdan bakıp incelemektir benim anladığım kadarıyla. Müzikal karşılığı da çok fazla kural tanımaz Kapriçyo. Muhakkak bir form kuralı vardır ama onun dışında özgürdür. Programımız özgürlükçü bir programdır. Borusan Klasik Radyo, klasik müzik dinleyen hem de radikal klasik müzik dinleyen insanların dinlediği bir radyoyken ben orada yeni bir mecra açtığımı düşünüyorum. Arabesk müziğin dahi tartışıldığı bir kapı açtık. Önceleri aslında biraz ürktüm. Sonuçta Johannes Brahms gibi Frederic Chopin gibi isimleri dinleyen insanlar var orada. Caz müzik bile çalındığında hafiften burun kıvıranlar olacak kadar klasik müzik hayranı bir dinleyici var. Bu insanlara ben Ruhi Su, Sümeyra Çakır dinlettim. Arabesk müziği birlikte inceledik içindeki Endülüs damarını duymaya çalıştık. Bu tamamen sosyal bir meseledir müziğin kötüsü iyisi olmaz dedik. “Arabesk dinleyen vatan hainidir” diyen bir takım var memlekette. “İnsanların vatanseverlikleri dinledikleri müzikle olmaz” deyip polemik yarattık ve bunun çok faydasını gördük. Ben arabesk müziği çok özel örnekler dışında hiç de dinlemediğim ve zamanımı klasik, caz ve doğu klasikleri dinlemekle geçirdiğim halde, meseleye böyle yaklaşmanın doğru olduğunu anlattım. Şimdi insanlar tabuları ve ya da ikrah ettikleri üzerine konuşuyorlar ve yanıtlar geliyor. Asıl olan fikirlerini özgürce söyleyebilmektir. O yüzden Kapriçyo programını son derece önemsiyorum.
Programın çok geniş bir spektrumu var . Klasik müzik, caz, arabesk, fado, Hint müziği vs. Ben klasik kelimesini kabul etmeyen bir insanım. Klasik müzik yanlış bir tanımdır. Bu aslında kelimenin kökünden dolayı üst sınıfı temsil eder. Bunlar müziğe sokulmuş zehirli ve statü tanımlardır. Bunu tartışmaya açıyorum. Ne demek klasik müzik? Japon müziğine neden klasik müzik demiyoruz. Bunları programlarda konuşuyoruz. Bu bağlamda Kapriçyo tam bir polemik ve tartışma programı…
– Günümüz pandemi şartlarında tüm zorluklara rağmen “Ekrem Ataer Müzik Atölyesi” faaliyetlerine devam ediyor. Atölyede hangi çalışmaları yapıyorsunuz? Atölyeye kimler katılabilir?
E.A.: Atölyeye herkes katılabilir. Kapı açık isteyen gelir. Atölyede bu dönem “Kadın ve Müzik” konusundan bahsettik. Tarih içerisinde inceleyerek Lilith’ten günümüze kadar kadının toplum içerisindeki yeri ve müzikle ilişkisi. “Din ve Müzik” çalışacağız. Sonra “Sağlık ve Müzik”, “Çocuklarımız ve Müzik” konuları var. Ve devam eder Aslında mesele yaşamı ve tercihleri çeşitlendirmek, zenginleştirmek gibi. Çeşitlenmek sağlıktır. Düşünsenize hiç etnik müzik ya da halk müziklerini dinlemiyorsun, dinleyemediğini iddia ediyorsun. Biz atölyede o anahtarı sana veriyoruz, kapıyı açıyorsun. Çekiç Ali dinlemeye başlıyorsun ya da bir japon halk şarkısı. İnsanları değiştirmek ve dönüştürmek bizim işimiz. Kendimi değiştirip dönüştürürken atölyemizde ve radyomuzda bu değişim ve dönüşüme herkesi katmak istiyorum. Mesele bundan ibaret…
– Yıllar önce Trt Gap kanalında yaptığınız Türkü Şöleni isimli programınızdan bahsetmek gerekirse o günlerden günümüze kariyerinizde neler değişti? Yeni bir program çalışmanız var mı?
E.A.: Çok çalışma yaptık o günden bugüne. NTV’de program yaptım. KRT’nin kuruluşunda orada programlar yaptım. Halk Radyo, Ntv Radyo’da programlar yaptım. Cem Tv’de bir ara programlar yaptım sonra ayrıldım. Güncel olarak Kapriçyo devam ediyor. Benim programcılığım sürekli devam ediyor. Youtube kanalı da dahil.
– Konu siz olunca konuşacak, irdeleyecek başlıklar da çok oluyor. Birçok koronun kurulmasında ve faaliyet göstermesinde önemli katkılarınız oldu. Bizlere bu çalışmalardan da bahseder misiniz?
E.A.: 1983 yılında Zeytinburnu’nda deri işçileriyle başlayan bir koro çalışması serüvenimiz 2018 yılında Guinness Dünya Rekoru kıran 1266 kişilik dev bir kadın korosuna kadar yürüdü bu macera… O yıllardan bugünlere birçok koro, birçok proje oldu tabii… Koroları çok önemsiyorum. Koro demek insanın birbirini dinlemesi demektir. Ben tüm toplumun bir koro olmasından ama herkesin farklı sesler çıkarmasından yanayım. Aynı sesleri tekrarlayan bir korodan bahsetmiyorum. Teksesli korolardan bahsetmiyorum. Koro birbirine benzeyen ses ve sazların aynı şeyi söylemesi değil, farklı seslerin ve tınıların yan yana gelmesidir. Onun için çoksesli koroları daha da önemsiyorum lâkin geleneksel korolar da başımızın tâcıdır.
– Ömer Hayyam ile ilgili de bir kitap çalışmanız yayınlanmıştı. Yaşadığımız toprakların önemli isimlerinden biri olan Ömer Hayyam ile son çalışmanız Sol 1.2.3. arasında bir bağlantı kurmamız mümkün mü?
E.A.: Bugün yaşadığımız toprakların sınırlarında olmasa da Selçuklu döneminde yaşamış bir isim. Tıpkı Nizâmülmülk gibi bir saray sakini Hayyam ama Tv dizilerinde anlatıldığı gibi saray memuru değil tabii. Sarayla ilişkili bilge insanlarından biridir.
Ömer Hayyam kitabı 2016’da çıktı. Ömer Hayyam, bizim toplumumuzda içki içen, sarhoşlara meze olan arada sırada da insanların inançlarına küfreden çok yanlış bir figür olarak oturdu. Hayır, böyle bir Ömer Hayyam yok. Bu insanların söyleyemediklerini mâteessüf Hayyam’a yaslanarak söylemesinden ibaret… Ömer Hayyam bir bilim insanı ve inançsız bir insan da değil farklı inanan ve bence mutezile düşüncesine yakın bir bilim insanıdır. İnancı da vardır. Ama bugün inanç diye yutturulmaya çalışılan şeylere karşı duran bir adamdır. Bugün biz de aynı şeyi söylüyoruz, Allah ile aldatanlara, din ile insanları birbirine düşürüp savaştıranlara karşıyız Hayyam böyle bir adamdır. Sol 1,2,3 ve aslında diğer kitaplarım da hep doğruyu arama ve bulup çıkarma, anlatma heyecanıdır. Kabul gören inanışların, kulaktan duymaların, söyleyip de ne söylediğinin arkasının ne olduğunu arayan bir yol haritasıdır. Bilim ve sanatın birleştiği nokta da budur bence.
– Bildiğim kadarıyla dokuz albüme imza attınız. Peki, yeni bir albüm çalışmanız olacak mı?
E.A.: Şimdilik olmayacak. Albüm diye bir şey kalmadı çünkü. Laf olsun diye de bir şeyler çıkartmaya da niyetim yok. Çünkü albümün alıcısı yok ben de almıyorum. Artık internet mecrası var ama internet için gerektiğinde yeni bir şeyler hazırlıyorum. Bu sıralar biraz taşlamalar yapıyorum çünkü dönem biraz mizah istiyor. Kimsenin de yüreği yemiyor riskli çünkü. Albüm değil ama üzerinde 4 yıldır çalıştığım Hacı Bektaş Senfoni’sini bitirdim. Unesco Hacı Bektaş Yılı programı içine soktuk.Pandemi sürecinin kalkmasını bekliyorum.
– Son olarak röportajımızın okurlarına ne söylemek istersiniz?
E.A.: Lütfen her konuyu tartışmaya açın. Herkesin düşüncesi ve bir siyaseti var. Ben kanal ve gazete ayırt etmeden her düşünceyi takip etmeye gayret ediyorum. Ama öyle bir noktaya geldik ki herkes sadece kendi dükkanından alışveriş yapıyor. Herkes tek taraflı beslenmiş vaziyette. Bu durum artık bitmeli. Taraf olmanın yanında doğrulara da kulak versinler. Objektif olmayı öğrenmeliyiz. Takım tutma muhabbetini bir kenara bırakalım. Bu bizi kötü noktalara götürüyor. Bunun bir toplumsal yazılım olduğunu düşünüyorum… Karşımızdakini dinlemeliyiz. Meseleye sempati ya da antipati yerine a-patik yaklaşmamız gerekir. Duygusuz yaklaşın biraz meselelere ve herkesi dinleyin. Bulunduğumuz takıma sempatik gözükmek için reflekslerinize müdahale etmeyin, boş verin tribünleri, onlar amigoları ile yaşıyor!. Aklınızı esir etmeyin. Satmayın aklınızı mesele bundan ibaret bunları istiyorum. İstediğiniz müziği özgürce dinleyin. Kimsenin sizi dinlediklerinizle yargılama hakkı yoktur. Sevgiyle selamlıyorum sizi…