Üç yol ayrımı. Birinin başında saat var. Diğerinin ortasında bir karanfil. Üçüncüdeyse belki sonlara doğru bir gül.
Biri seçiyorum şuursuzca. Ve önce demek gerekliymiş gibi geliyor, sanki tam da burada. Saat zamanın yerini alıyor. Ve pösteki saydırıyor önce bana, sonra rüzgâra; olmadık işkencelerle içi alınmış bir dolunayda.
Gökkuşağından uzakta, kıyıda köşede kalmış renklerin en garip hâliyle, alıngan bir zaman çıkmazı gibi saat; kaplamış tüm yolu ve ilk seçeneğimi, hâliyle.
Şuursuz ve renksiz dönüyorum başladığım noktaya. Belli değil; beni mi bekliyor, bana mı aç, ortasına karanfil bırakılmış seçeneğim. Ertelenmiş bir ölümün yasını tutuyor sanki.
Çiçeklerin açılış ve kapanışlara anlam katması ne acı. Ve ölümün keskin kokusu olmasa, burunları sızlatan bir yasa dönüşmezdi yol; biliyorum.
İkincil günahlarımı taşıyorum son seçeneğime; yaşandıkça ertelenmiş ne varsa… Renkler arasından bir el uzanıyor, belli belirsiz bir gül tutan. Ve bir şey anlaması gerekiyormuş gibi, gül tutuyor beni. Çalkalandıkça sinem, olur olmaz aşk kusuyorum…
Gecelere bağışlasınlar saydamlığı. Toyluğuna versinler görünmezliği, yeni yetme tünellerin.
Çözülmesin buzlar ve akmasın kanım. Cesetler kan ağlıyor, ışığın kol gezdiği topraklarda.
Sonbahar ayinlerine inat, seher vakti teslim edilmiş toprağın ellerine körpecik bir ceset; gözünü dikmiş bakıyor, toprağı yaran ışığa…
Diyorlar ki; koşuyormuşum şimdi bir tren dolusu, nafile. Güya kaçmış fırsatlar, yere göğe sığmaz bir kucak dolusu.
Desinler, ne çıkar! Milyonlarca yılda bir güruh oldular, sürüsüne bereket hayvanlar kadar olamadılar.
Yaşadıkları dönemler hiç önemli değil belki de; hiç anlaşılmamışlar, hep dışlanmışlar zira ve zaman bile eriyip gitmiş bu dışlanmalarda, bu yalnızlıklarda… Ama şurası bir gerçek ki, fark edilmese de, o döneme ve peşinden gelen ardıllarına sadece iz bırakmamışlar, sürekli sallamış durmuşlar ve er ya da geç farkına varmanın tadını tattırmışlar, onları yalnızlaştıran yığınlara… Bu büyüklükte, böylesi bir etkiyi yaratan çok az insan var aslında tarih kesitlerinde. Kendilerini büyüttükçe, geri kalanı istemsiz de olsa küçülten ve değersiz kılan. Katlanılan onca zorluğa ve yaşanılan onca acıya değip değmeyeceğine hiç kimsenin karar veremeyeceği kişiliklerle ve sonu gelmez üretimlerle bezeli hayatlar süren çok az dâhi.
Edgar Allan Poe… Onlardan biri işte. O pek azından biri mi desek? Çok ama çok az oldukları kesin. Yaptıklarının, yarattıkları etki ve bıraktıkları izlerin tam tersine. Orantı kavramı bile tersten yerleşmiş işin doğasına. Tersliğin sebebi onlar mı, yoksa onları bir kum tanesi kadar yalnız bırakan dev yığınlar mı? Elbette ki devliği adet bazında sınırlı ve toplum demeye bin şahit, değer bilmez, bakmaz, göremez, anlamaz, algılayamaz o yığınlardır bu zıtlığın asıl sebebi. Onlar da o yüzden azlar ya; çıkmıyor, çıkamıyorlar. Alaşım berbat mı berbat, eşyanın tabiatı uygunsuz mu uygunsuz zira.
Tüm bunlar, yaşadıkları dönemde neden o denli acılar çektiklerini, neden ölümcül bir şekilde yalnızlaştıklarını çok iyi açıklıyor aslında. Hedefe giden yolda nefes almayı ve özgürleşmeyi sağlayan materyal paraysa şayet, -ki öyle-, etrafları onu tıkayan ve bunu iş edinen gereksiz öznelerle dolup taşmış. Yollar tıkanmış, iletişim ağları tıkanmış ve her yapılan, değişmez bir kural gibi bir kınama aracına dönüşmüş. Gaza getirmek ve hırslandırmak için sanki olmazsa olmaz bir şart olmuş nefes aldırmamak. Aman efendim, eksik olsun, üstü de kalsın altı da; adamlar sapır sapır dökülmüşler be! Ve hâlâ da dökülüyorlar!
1809’un hemen başında doğar Edgar Poe. Yerleşke, Amerika Birleşik Devletleri’nin Boston kentidir. Ebeveynlerinin her ikisi de birer oyuncudur. Tiyatrosal düzlemi nasıldır bilinmez ama, aileyi terk edip, henüz bir yaşındaki çocuğunu geride bırakacak kadar hayatsal düzlemi son derece berbat bir oyuncudur baba figürü. Ardına bile bakmaz, öylece bırakır gider; etten kemiktenliği bile tartışılacak bir figürdür ne de olsa.
“Yolun ta en başında ayıklanıp gidecekler, ne baba kalacak ne de anne; ikinci golü de anneden yana yiyeceksin!” dercesine bir ilahi ses, iki yaşına bastığında da annesini kaybeder Poe. İzleyeceği yolun ana teması ta en başında kendini açık etmiş, “Ben buradayım,” demiştir adeta. Ölüm ve ölüme dair ne varsa her şeydir konu. Daha bebek yaşta tanışılan, damardan alınırcasına vücutta dolaşmaya başlayan bir üslup hâline gelir zamanla ölüm.
Yazan ve tüm benliğini yazarak ifade eden bir adam için son derece tehlikeli bir üsluptur aslında ölüm. Tabii, “Ana temalar ve izlekler ne zaman birer üslup olarak addedildi?” diyen ve her şeyi böyle dar kalıplara ve tanımlamalara sıkıştıran sözüm ona belirteç gözler nezdinde bir tehlikedir bu. Ödleri kopmaktadır zira, yaşam kadar doğal ölümden. O pek sonsuz ve kutsanmaktan gına getiren yaşamlarının sonunu görmekten ölümüne korkmakta ve ta en başında görülerini ve hayal güçlerini yitirmekten çekinmemektedirler. Bunu yapmayan ve tercih etmeyenlerden de tüm benlikleriyle nefret etmektedirler. Çünkü onlar yaratımlarının ana gıdası hayal güçlerinin alınmasına izin vermemişler ve çocuk ruhlarını muhafaza edip korumayı bilmişlerdir. Tıpkı Poe gibi, tıpkı diğer pek azı gibi.
Daha bebek yaşta öksüz kalan ve babası sırra kadem basan Poe’yu, Richmond Virgina’lı bir çift olan Allan’lar(John ve Frances) sahiplenir. Evlatlık olarak nüfuslarına geçirmezler belki ama, ona evlerini ve kalplerini açarlar. Her ne kadar belge düzeyinde resmiyete dökülmüş bir güvence niteliği taşımasa da bir yuva bulmuş olmak çok daha önemlidir aslında. Tabii bu öneme, Allan’lardan aldığı ve Poe’nun önüne gelecek olan ikinci soyadını da eklemeyi unutmamak gerek tam da noktada.
Virginia Üniversitesi’nde palazlanan iyi bir eğitim hayatı, ilk gençlik yıllarının yolunda giden tek şeyi olur Poe’nun. Giderek artan okul masraflarına, benliğini kaptırdığı kumar borçları da eklenmiş ve görünürde üvey babası John’un çileden çıkmasına neden olmuştur. Beş parasız bir hâlde apar topar okulu bırakmak ve orduya yazılmak zorunda kalır. Sene 1827 ve 18’indedir Poe; reşitlik hiç de istemediği bir formda, bir üniformayla sunulur önüne. Yaşını büyütmüş, 22’sinde göstermiştir kendini.
Ordudayken derlenen ve tamamı kırk sayfadan oluşan “Tamerlane And Other Poems / Timurlenk Ve Diğer Şiirler” adlı ilk kitabını yayımlatmayı başaran Poe, yazın hayatına ilk adımını atar. Erlikle başlayıp çavuşlukla devam eden ordudaki hayatı sadece iki yıl sürer ve sivil hayatın kollarına bırakır tekrar kendini.
Henüz bir bebekken kaybettiği ve hiç tanıyamadığı annesinin ardından, sivil hayatın daha ilk anlarında üvey annesi Frances’in de ölüm haberini almış, derinden sarsılmıştır Poe. Hayatının en önemli kadın figürleri peşi sıra ve birer birer terk etmektedir Poe’yu. İşin diğer boyutundaysa, onu benzersiz bir anlatım tarzı ve kalıcı bir üsluba, ardından da bir deve dönüştüren ölüm teması, bilinçaltına ve tüm benliğine yerleşerek, yazın hayatının temellerinin atılmasını sağlamıştır.
Tuhaf şey şu edebiyat; tarihine kazınanları kahredici yalnızlıklar ve acılar içinde bırakacak kadar tuhaf. Edgar Allan Poe’yu bilhassa içinde bulunduğu dönem itibarıyla edebiyatın ne kadar üvey evlat muamelesi görmüş, amiyane tabiriyle halının altına süpürülmüş kolu varsa (gotik, polisiye, gizem, korku, psikolojik gerilim, bilim kurgu, mizah, kara romantizm ve daha birçokları…) hemen hepsinde öykülerden oluşan benzersiz bir yaratım yumağına dönüştürecek kadar tuhaf. Tür ve yöntem ne olursa olsun, sadece nesirde değil, nazımda da döktürtecek, en uç noktada onu bir dâhi kılacak kadar tuhaf. Hatta hatta, onu vitrine çıkaracaklara böyle cümleler kurdurtacak kadar tuhaf. Ve -her şeye rağmen- güzel şey şu edebiyat.
Yeraltı edebiyatının başat dallarlıdan biri olan “pulp”ın da fikir babası olarak kabul edilir Poe. Ucuz, bayağı, adi, basit, banal, avam… say say bitmez ne kadar pespayelik, ne kadar sıradanlık varsa her şeyin dolu dizgin kendini bulduğu bir alandır pulp. Hadi be oradan! Asıl ucuzluk ve bayağılık tanımlamanın kendisinde ve bu tanımlamayı yaratanlarda yatmaktadır. Sınıf ayrılıklarının ve materyalizmin ayyuka çıktığı 19. Yüzyıl başlarında sözüm ona ulaşılmaz olanın derin alayı ve hicvidir aslında pulp. Materyalin en ucuz, dolayısıyla en ulaşılabilir hâlidir de aynı zamanda. Dışlanıp yalnızlaştırılanın, ötekileştirilenin, ayıplanıp hor görülenin, yerden yere vurulanın hayat öpücüğüdür. Eğlenceli olduğu kadar karadır, kapkaradır pulp. Batırdıkça, uyandırıp farkına vardırdıkça dehşet saçan, dizginlenemez bir vahşidir pulp. Sınırsız bir düzlemde, kendi kendine alayın harakirisidir pulp. Tıpkı Edgar-Allan-Poe üçgeni gibi, tıpkı onun yaratım evreni gibi.
Belki de en gereksiz (!) yanından, eleştirmen yanından bahsetmeyi unuttuk Poe’nun… Zehir torbalarıyla bezeli keskin mi keskin dilinden mütevellit onu acımasız bir canavara dönüştüren ve ustalaşsın ya da ustalaşmasın edebiyatı yol edinmiş pek çok başat kalemin nefretini ve düşmanlığını kazanmasını sağlayan yanından. Bunun gerekliliğini ve gereksizliğini tartışmak bir yana, “Ne gerek vardı Poe, ha ne gerek vardı?!” diye sormadan edemiyor insan. Fışkırdıkça fışkıran yaratıcılığının açık ettiği enerjisini boşaltacak sürekli bir mecra arayışı içerisindeydi belki de, kim bilir?
Adgar-Allan-Poe üçgenini Alkol-Kumar-Kadınlar üçgeniyle eşleştirmek ne denli doğrudur bilinmez ama, 40 yıl süren hayatında kendi ayakları üstünde durmaya başladığı daha ilk andan itibaren sürekli etkileşim içinde olduğu ve başına ne gelirse gelsin hep aynı değişmezlikte değerlendirildiği bir üçgendir o. Başta üvey babası olmak üzere edebiyat ve yayımcılık çevrelerince alkolik, kumarbaz ve ahlaksız görülmekten tutun da, kadın istismarına kadar pek çok açıdan o sınırlar içerisinde itham edilir, o sınırlar içerisinde yerden yere vurulur Poe. Suçlayanlar da, yerden yere vuranlar da kaçınılmaz bir şekilde hep aynı tek tip oluşumlardır: Tekdüze gidişatın ve onun sonu gelmez haksızlık ve bozukluklarının ne değişmesinde ne de giderilmesinde en ufak bir etkisi olmayan, sonu başından belli oluşumlar.
Başta kozmoloji / evren bilimi ve kriptografi olmak üzere, gerek fiziğe gerekse matematiğe olan ilgisi ve yatkınlığı, yaklaşımları bilimsel yeterlilik ve yetkinlikte olmasa da, eserlerine de yansımış, kendisinden sonra gelecekleri derinden etkilemiştir Poe. Sadece edebiyatla sınırlı kalmayan, toplumlar arası düzeyde bilimsel ve sosyolojik sonuçları olan bir etkileşimdir bu.
26 yaşındaki bir adamın Henüz 13’ündeki bir kıza âşık olması ve evlenebilmek için kızın yaşını büyütmesi normal midir?” sorusuna, “Normal olan nedir?” diye karşılık vermeden duramıyor insan; hele ki söz konusu olan, isminin Edgar’ını Shakespeare’in Kral Lear’ının en masum karakteri Edgar’dan alan Poe’ysa. Olayın bir diğer kahramanı ise, biricik aşığı ve aynı zamanda kuzeni olan “Virginia Eliza Clamm” Poe’dur. 1847’de Virginia’nın henüz 24 yaşındayken veremden dolayı ölümüne kadar 12 yıl boyunca devam eder evlilik hayatları. İşte bu 12 yıl, Poe’nun yazın evrenini ateşleyen hayal gücünün nirvanaya ulaştığı, yaratım ve üretiminin dörtnala koşturduğu ve tarih kesitlerinde kalıcı olarak yerini aldığı dönemin de ta kendisidir aynı zamanda. Yakıtı ya da besini ne derseniz deyin, tam bir aşk adamıdır Poe. Sırf bu yüzdendir ki, “Aşkla beslenen ve aşkla yaratan bir adamın yaratımının ana teması ölüm mü olmalıydı peki?” diyenlerin, Poe’yu var eden ve hayatına giren tüm kadınları birer birer yitirmesini hiçbir şekilde göz ardı etmemeleri gerekiyor.
Bebek yaşta annesini, ilk gençliğinde üvey annesini, şimdi de biricik aşkı Virginia’yı yitirmiş, tekrar tekrar kahrolmuştur Poe. Bu olaydan sonra kendini toparlaması elbette ki imkânsızdır artık. İki yıl boyunca devam eder ızdırabı… Oradan oraya savrulan hayatının yerini alan bir ızdıraptır bu. 1949 sonbaharında acılar içinde ve nedeni bugün bile tam olarak anlaşılamayan bir biçimde sonlanır hayatı.
Biten sadece hayatıdır elbette. Başta hikâyeler olmak üzere, kendisinden sonra gelecek tüm yazın tarihini derinden sarsacak ve yepyeni alanların doğmasını sağlayacak nitelikte ölümsüz eserler bırakır ardında. “Ve ölümün doğallığını ölümsüzleştiren nasıl da güzel bir adamdır, kışkırtan ve kışkırttıkça uyandırıp farkına vardıran nasıl da büyük bir dehadır o!” dedirtecek kadar ölümsüz eserler…
Kenan Yaşar