“Bir iş hanının asma katındaki küçük bir dükkâna giriyoruz. Karşımızda bizden en az 4-5 yaş büyük, muhtemelen üniversite öğrencisi olan bir genç var. Bizim yaşımız ise on dört, hadi bilemedin on beş. Mekân, boyumuz kadar hoparlörler ve onların bağlı olduğu, her katında başka şeyler çalabilen ve çok pahalı olduğundan emin olduğumuz sistemlerle dolu. Genç adam onların gerisindeki küçük bir masada, onlarca CD ve kaset kutusunun arasında bir şeyler karıştırıyor, yazıyor, takıp çıkartıyor ve bir yandan da göz ucuyla bize bakıp, ne lazımdı diye soruyor. Şaşkınız tabii. Biz büyülenmiş bir halde, ağzımız beş karış açık, o açılıp kapanan sürgüleri, kapakları ve titreşen eq. ışıklarını izlerken o tekrar soruyor:
Ne lazımdı?
Şarkı, diyoruz elimizdeki 90’lık boş kaseti uzatıp, şu kaseti doldurtacaktık. Listeyi de verip heyecanla beklemeye başlıyoruz. Çok sıkı parçalar seçmişiz, öyle diyor listeye bakarken. Yalnız diyor Blur’ un son albümü daha gelmedi, en az iki hafta sürer. Bir ya da birkaç şarkı için haftalarca beklemeyi göze alıyoruz ve tamam sorun değil bekleriz artık deyip çıkıyoruz iş hanından.
Yaklaşık bir ay sonra alabiliyoruz yirmi beş şarkılık müzik seçkimizi. Aslında iki hafta demişti ama unutmuş, sınavları filan varmış. E haliyle biraz kızgınız. Ancak az sonra eve koşup kaseti teybe takacak ve şarkıları son ses dinleyecek olmanın verdiği haz kızgınlığımızı alıp götürüyor.
Aynı akşam gitarı alıyoruz elimize, Wonderwall’ u bir ileri bir geri sarıp, parmak uçlarımız nasır bağlayana, gırtlağımız şişene kadar Liam ile birlikte çalıp söylüyoruz. Bizim de diye düşünüyoruz sonra, yapacağımız ilk şarkı böyle olmalı…”
Neler oluyor?
Yukarıdaki kısa hikâye, bir kuşağın müziğe erişimi hakkındaki zorluklar ile alakalı küçük bir anekdot olsun diye anlatıldı. Şimdi aklımızdaki nostaljiyi yavaşça ve sakince bir kenara bırakıyoruz: Yeni kuşağın jargonuyla söyleyecek olursak; boomer’ lığın bir alemi yok. Dünya hızla değişiyor. Ve teknoloji sadece müzik alanını değil, eğitim, tekstil, kültür, gastronomi v.b. daha birçok alanı rüzgârına katmış, yepyeni bir dünyaya doğru sürüklüyor. Haliyle bizler, yani bağımlı bağımsız müzik üreten tüm gruplar ve sanatçılar da bu kaçınılmaz olana ayak uydurabilmenin türlü yollarını arıyoruz. Görüldüğü kadarıyla “kaçınılmaz olan” şımarık bir çocuk gibi tüm ilgiyi üzerinde görmek istiyor ve bizleri belki de gereğinden fazlaca meşgul ediyor.
Dolayısıyla tüm dünya ile birlikte elbette Türkiye’de de müzik üretiminin ve onun yarattığı endüstrinin kadim yolculuğu, dijital platformların karşı konulamaz rotasında seyrediyor. 2021 verileri dünya çapındaki müzik dinleyicilerinin iki ana platformda toplandığını işaret ediyor: Ücretli ya da ücretsiz üyelik seçeneği sunan ve 345 milyon aktif kullanıcısı bulunan Spotify ile sadece ücretli üyelik koşulu ile hizmet veren ve 72 milyon kullanıcısı olan Apple Music. Her ne kadar Türkiye sınırlarındaki kullanıcı sayıları net olmasa da bu iki platformun başı çektiği biliniyor.
Kullanıcıların dinleme alışkanlıklarını merkezine alan dijital müzik platformlarının algoritmaları, doğal olarak bu platformları bir tür sosyal medya uygulamasına dönüştürüyor. Eşin, dostun ne dinlediği izlenebiliyor, takip etme, beğenme ve hatta şimdilerde beğenmeme gibi eylemler gerçekleştirilebiliyor, parçalar veya gruplar “story” lerde paylaşılabiliyor, “hashtag” leniyor ve tabii ki pazarlanabiliyor.
Peki dijital platformlar müzik üretimini nasıl etkiliyor?
Malum sebeplerden dolayı “fiziksel albüm satın almak” denilen eylemin kendisi de onları satan müzik mağazaları da tarihe karışmak üzere. İşin gerçeği bu yeni durumun doğal kaynakların ve enerjinin tüketimi gibi çevresel faktörler açısından avantajlı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bizleri fiziksel olandan her geçen gün uzaklaştıran dijital dünya, bir video klipte, bir radyo yayınında, bir müzik grubunun konserinde ya da sıradan bir kafede bir şarkı duyup onu buluncaya kadar ter dökme meselesinden de uzaklaştırdı.
Şimdilerde katlanmak zorunda olduğumuz tek zahmet bir “New Music Friday” listesini takip etmek veya bir Shazam dokunuşu yapmak. Ve algoritmalar bizler için gerekeni yapıyor. Listeler düzenliyor, mailler atıyor, telefonlarımızın ekranlarına çeşitli bildirimler gönderiyor. Ve tabii ki tüm bu işleri platformlarda daha fazla vakit geçirmemiz için yapıyor.
Elbette bu durum müzik üretimini her yönüyle etkiliyor. Algoritmaların (burada “editörlerin” demek daha doğru olabilir ancak maalesef bunu söyleyebilmek şimdilik pek mümkün değil) gözüne girmek, beğenilmek, daha çok “tıklanmak” ve mümkün olan en kısa sürede bir rock-star olabilmek zamanla bir tür reflekse dönüştü. Ancak maalesef herhangi bir sanatçının herhangi bir şarkısının “Editöryel Listelere” veya “Küratörün Seçimi” gibi listelere girebilmesi, o şarkının ya fazlaca dinlenmiş olmasını ya da etkili bir ilişkiler ağını gerektiriyor.
Öte yandan dinlenme sayılarını arttırmanın ise, şarkıyı çok takipçisi bulunan -çoğu ücretli- listelere ekletmek, bir plak şirketi ile anlaşarak dağıtım ağına girebilmek ve son olarak da çeşitli siteler aracılığıyla doğrudan satın almak gibi birden fazla yöntemi bulunuyor. Tabii müzik hayatını bağımsız olarak sürdürmek ve işi akışına bırakarak gerçek anlamıyla keşfedilmeyi beklemek de bir seçenek: Ancak sistemin yarattığı araçların fazlasıyla adaletsiz olması hasebiyle bu yolu seçmek, samanlıkta bulunmayı bekleyen iğne olmakla hemen hemen aynı şey.
Zamanla, herkesçe bilinen bu sorunlar ve ihtiyaçlar, ticari bir sektörün daha doğuşuna ön ayak oldu. Tıpkı sosyal medya uygulamalarında olduğu gibi, müzik endüstrisinde de yeni bir ihtiyaç hasıl oldu ve bu alandaki açığın farkına varan birtakım girişimciler kurdukları siteler aracılığıyla çeşitli tarifeler belirleyip, sanatçılara dinlenme ve takipçi sağlamaya başladı. Böylece sosyal medya uygulamalarında sıklıkla karşılaşılan “beğeni ve takipçi satın almak” gibi kavramlar müzik alanındaki karşılığını “dinlenme ve izlenme satın almak” olarak bulmuş oldu.
Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için adını henüz kimsenin duymadığı fakat dünyaca ünlü gruplara hatta efsanelere taş çıkaracak dinlenmesi veya izlenmesi olan irili ufaklı lokal sanatçılara veya gruplara bakmak yeterli olacaktır. Biraz daha gerçekçi olmak gerekirse; Aleyna Tilki’ nin Youtube üzerinde 470 milyon izlenmeye ulaşarak Beatles’ın Let It Be’ sini geride bırakmış olmasına inanmak, tencerenin de bir gün doğurabileceğine inanmak ile aynı saflığı gerektirir.
Müziğin Pornografisi
Artık müziğin akışını, beğenilerin yönünü ve müziğin gündemini dijital platformlar ve elbette para belirliyor. Müzik üretimi duygusal veya düşünsel bir aktarımın sonucu olmaktan çıkıyor ve bir tür iş stratejisi halini alıyor.
Peki o halde müzik üretimi benzerliklerin yarattığı göreceli değeri doğru kabul ediyor ve onunla birlikte beliren yeni stratejilerin, yani sistemin bir parçası mı oluyor?
Beğeni, takipçi ve dinlenme sayılarını başarının bir ölçütü olarak mı kabulleniyor?
Daha fazla görünür olma hevesi, hiç de adil olmayan bir rekabete mi sebep oluyor?
Cevaplanmayı bekleyen daha onlarca soru var önümüzde.
Ancak öyle görünüyor ki, dijital platformların etkisi ile birlikte bir tür meta haline gelen müzik, pornografinin o eşi benzeri bulunmaz ölçüdeki cüretkarlığı, gösteriş hevesi ve duygu yoksunluğu ile benzeşen yönleri de fazlaca barındırıyor artık.
“Pornografinin ne olduğunu tanımlayamam fakat gördüğümde ne olduğunu anlayabilirim.” diyor hâkim Potter Stewart (Gay, P. 2010). Tıpkı hâkim Stewart’ın söylediği gibi, müzik sektöründe şu an olan biteni müziğin pornografisi olarak tanımlayamasam da gördüğümde kesin olarak anlayabiliyorum…
Eren Tümer