50 yıllık hayatımda ilk defa bu yıl Mavi Yolculuk’a çıkabildim. Belki biliyorsunuzdur, bu isimle anılan yolculuğu ilk başlatan, maviye hayran Halikarnas Balıkçısı lakaplı Cevat Şakir Kabaağaçlı. Anadolu medeniyetlerini gün ışığına çıkartmak, keşfetmek için, yazar, şair ve arkeolog dostlarını bir araya toplamış, yelkenliyle koy koy gezmek üzere 1957 yazında “aganta burina burinata” demişler. Aralıklarla uzunca bir zaman devam eden bu gezilerden dönünce de edebiyatımız ve düşünce dünyamız için çok faydalı eserler yaratmışlar, yani ilk yolculuklar bizim bugünkü tüketim odaklı mavi yolculuğumuzdan bir hayli farklı. Neyse ki ben de güzel fotoğraflar ve yazacağım yazının ilhamıyla dönerek, biraz da koylardaki çöpleri temizleyerek üretim-tüketim miktarını kendimce dengeledim. Denge şart! Şaman inancına göre yaşayan Orta Asya toplumlarında insanlar öldüklerinde bedenlerinin gömülmesini istemezler, şimdiye kadar ben doğadan aldım, avlandım, yedim, içtim, şimdi benim bedenim vahşi hayvanları besleyecek, toprağı ve böcekleri besleyecek diyerek bedenlerini doğaya armağan ederlermiş.
Bizim teknenin kaptanı ve eşi, Kekova’yı avuçlarının içi gibi bilen, oranın yerlisi, müthiş kültürlü süper ikili Ahmet ve Leyla. Uzun süredir gezi tekneciliği yaptıklarından, tanışmadıkları gezdirmedikleri ünlü ünsüz kalmamış. Bakir koylardaki, sit alanlarındaki tek tük evlerin, yıkık ya da yeni yapılan kaçak inşaatların hangi politikacılara, bakanlara, milletvekillerine veya iş adamlarına ait olduğunu bile biliyorlar. Muhteşem bir gün doğumuyla gelen sabahın erken saatlerinde kahvaltımızı hazırlarken, demirlediğimiz koyda telaşsızca süzülen kocaman bir kalamar üzerine bana anlattıkları hikaye o kadar hoşuma gitti ki, bunu ilk köşe yazımda sizlerle paylaşmak istedim.
Üçağız, Kaleköy ve Kekova Adası’nın oluşturduğu üçgen içindeki bölgeye Kekova deniyor. Sığ, doğal bir limanın kıyısında kurulmuş, uzun süre yolu olmayan, dağların arasındaki bakir bir bölgede bulunan Üçağız’a 80’li yılların başlarında Demre’den teknelerle İtalyan turistler gelmeye başlamış. Köyde ne otel ne de pansiyon olmadığı için gelenler köylülerin evlerinde kalıyormuş. Bu çok samimi ortamda her yıl tekrar tekrar ve çoğalarak gelmeye devam eden İtalyanlar ile köy halkı arasında arkadaşlıklar ve dolayısıyla bilgi alışverişi başlamış. 90’lara gelindiğinde araba yolu açılan köyde bazı evler pansiyona ve lokantaya dönüşmüş. Gelen İtalyanların bazıları profesyonel balıkçı, hatta arabalarıyla kendi şişme botlarını getirip özellikle sinarite olta atıyorlarmış. Önce dipten tarak midyesi çıkarıyor, hem yiyor hem de oltaya takıp balık tutuyorlarmış. Derken civarda bolca kalamar olduğunu görmüşler ve hem yem yapmak hem de yemek için avlanmaya başlamışlar. Işıklı oltalarını taa 100 metre dibe salıyor, ışığa gelen kalamarları yakalıyorlarmış.
O zamanlar 250 nüfuslu Üçağız’da balığa çıkan köylüler ağırlıklı olarak ağ atıyormuş. İnce uzun yapısı olan kalamar bu ağın gözlerinden kolayca geçebiliyor ancak diğer bir cins kafadan bacaklı olan kalın gövdeli sübye ağa takılıyormuş. Kumluk Demre sahilinde avlanan sübye sadece parakete denilen oltada yem olarak kullanılıyormuş, köylüler pişirmeyi bilmediklerinden bunları yemiyormuş. Bu arada hep mürekkep balığı kemiği zannettiğim Ege ve Akdeniz’in kumluk sahillerinde gezerken sıkça rastlanan, sörf tahtası formunda ve tebeşire benzer parçanın sübyeye ait olduğunu öğrendim… Hani muhabbet kuşları gagalarını törpülesin diye kafesin tellerine takarlar ya, onlar…Kalamarın şeffaf ve daha ince bir kafa kemiği olurmuş, doğru, hatırladım, bir kez ayıklamıştım.
Biz bunları konuşurken İtalyanlar o kadar çok kalamar tutuyormuş ki, köyün zaten tek tük olan lokantaları balıkların ve kalamarların birazını bize satın demişler. Demişler ama uygun olarak pişirmeyi de yine İtalyanlardan öğrenmişler. Lokantacılar bakmış deniz ürünleri köye gelen başka turistler tarafından da tercih ediliyor, bize daha çok kalamar getirin demişler. İtalyanlar “Hay hay, ama siz de bizden yemek parası almayacaksınız” diye cevap vermişler. Lokantaların istediği balık ve kalamar siparişi artmaya başlayınca İtalyan avcılar “Bizden pansiyon parasını da almayın” demeye başlamışlar. Kaptanımızın anlattığına göre zamanla köydeki lokanta sayısı üçe çıkmış, haliyle rekabet artmış, İtalyanlar daha çok avlanıp tatili neredeyse bedavaya getirmeye başlamışlar. İstediği kalamarları alamayan bir lokanta sahibinin İtalyanları işi ticarete döktükleri gerekçesiyle jandarmaya şikayet etmesiyle turistlerin köy çevresinde balık avlaması yasaklanmış, kalamar da menüden kalkmış.
Bu arada “Tamam kalamarı anlattın da De Gaulle ile ne ilgisi var bunların, o bir general değil mi?” diye aklınızdan geçiyordur. Buyrun o zaman; Üçağız köyünün sevimli sakinlerinden, fakir bir aileye mensup Recep, yani dedesinin her şeyi bilmesi ve zevkine, keyfine düşkünlüğü üzerine taktığı lakapla anılan, tahtalarından bazıları eksik adamımız “De Gaulle”, her gün tekneyle balığa götürdüğü avcı turistlerden birinin daveti üzerine İtalya’ya gitmiş. İtalya’da bir ay kalan ve köydekilerin İtalya’ya gittin mi sorusuna, “Hayır Roma’dan döndüm” diye cevap veren De Gaulle’ün bu seyahatinden getirdiği özel oltalar sayesinde köylüler de artık kalamar yakalamaya başlamış ve menüler tekrar şenlenmiş. Akdeniz ve Ege sahillerinde neden deniz ürünleri yerine çöp şiş ve kokoreç ağır basıyor diye hep düşünürdüm, sanıyorum kıyı insanlarımız denizi ve denizciliği öğrenememiş, öğretilememiş, bilenler de mübadelelerde göçmüş gitmiş. İstanbul Kumkapı’daki eski balık halinde tezgahlarda çalışan ve hayatında deniz balığı görmemiş elemanlar aklıma geldi. Sattığı balığın ne olduğunu bilmeyenden balık mı alınır arkadaş?
Neyse, hikayenin bir de duygusal sonu var. Aradan beş yıl geçmiş ve köyden yurtdışına çıkan ilk kişi olan “De Gaulle” ün oğlu amansız bir hastalığa yakalanmış. Ülkemizde ne hastalığının teşhisi ne de tedavisi yapılamayan çocuğu yanlarına aldıran aynı İtalyan aile, tedaviyi bizzat üstlenip ufaklığın hayatını kurtarmışlar. Kekova’da kalamar yerken İtalyan avcıları ve De Gaulle’ü hatırlamanız dileğiyle…(Tabakta bacaklar yoksa bilin ki o büyük ihtimalle market işi dondurulmuş kalamardır, ısrarla bacakları sorunuz 🙂
Alpay Şalt