Kırmızıydı ışıklar 60 sonlarında
Yaşadığımdan ve bildiğimden değil
Hissin teki ana rahmine dadanan
Azıcık kulağına çıtlatsa, emin olurdun
Âşık olduğunu söyleyen adamdır ozan
Şairse yazar sadece
Kırmızıydı, şöyle bi’ durulurdu çünkü
Şöyle bir durulur, öyle akardı her şey
Doğru kelimelere de gerek yoktu
Yazılan her şey doğruydu zira
Ve notalar
Ah o notalar
Neredeyse yarım asır sonra;
Bob Dylan’a Nobel aldıran da
Arada bir Leonard Cohen’e Janis Joplin’i anımsatan da
Hep aynıydıİpin iki ucundaki dev cambazlar
Ozandan cambaz mı olurmuş
Oluyor-muş- demek ki
69 yazı Woodstock’ından fırlamış çiçek demetleri
Olabildiğince çocuk
Alabildiğine olgun
Çiçek, çocuklar ve aşılar
Hep koldan kola
Hep kulaktan kulağa yayıldılar durdular
Çiçek-çocuk
Ve bir o kadar da aşk öğreticileri
Müzik böyle yapılıyor işte
Aşkın aksine;
Öğrenilmez, duyulur sadece.
Ne mezarlar umurundaydı ne de deriler. Tükürmeyi de yolmayı da çoktan geçmişti ve yol devam ediyordu.
Pek çok şeyde tutumluydu artık, hele ki öfkesinde. Olur olmaz estirdiği bir rüzgâr olmaktan çıkmış, zulada bekleyen bir fırtınaya dönüşmüştü biricik öfkesi. Hiç de öyle değildi ve benzetmelerden nefret ediyordu, her zamanki gibi.
Önce ve daha ilk adımda alıntı için Boris Vian’a teşekkür etmiş, ardından ona Boris Vian uzatan Hakan Bilmem Ney’e teşekkürü bir borç bilmişti. Hayatta ödenemeyecek borçlar vardı. Ve özgürlük de bunlardan biriydi.
Özgürlük… Sistemin ağzına sıçtığı her demde, karşısına geçip işaret çekebildiğin tek an. Kendin için yalanıyla başlayan ve doyura doyura sistemi doyurduğun bir acayip tükeniş meselinde nefes alma anı. Kıçımın iş dünyasına bulanmamış anlar toplamı. Öyle deme, çok gerekli ama kendisi. Ayakta, zinde ve parada tutuyor. Biliyorum; iş ve laf olsun diye söylüyorum. Ve tabii tabii diye ikiliyorum… Görüşürüz… Bir başka paralel evrene artık. Ve tuhaftır ki seni seviyorum… Hatlar mı karıştı?… Evet evet.
Hadi beni özel hissettir. Hadi beni anlara sıkıştır. Tespit et, hesapla, programla ve üzerine yapıştır. Hey, sana söylüyorum; başka ne boka yarar etiketler?!
Gidiş ve geliş saatleri belliydi. Sevişmenin ritmine öykünen bir iş döngüsü yerini yavaş yavaş kavuşmalara bırakıyordu, güzelim özenmenin yerini kıçı kırık öykünmeler alalı. Ve neydi kavuşmak; Ay’ın gelgit kıvamında kakaladığı ve tuzlu suları sperm diye yutturduğu zorlama bir ayinden başka. Ve hâlâ benzetmelerden nefret ediyordu.
Sonra yolun bir çember olduğunu anladı. hatırlıyordu geçtiği yerleri. Anımsıyordu diye düzeltti. Benzetmelerin aksine, seviyordu aynıları. Ayna fikri de bu yüzden doğmamış mıydı zaten?.. Görünen ve tekrar eden neyse hep aynısı olsun… Korkunç bir tıpkı-kopya bataklığı.
Okyanusların yerini bataklıklar alalıdan beri, sulu kıvamdan cıva kıvamına geçen bir ciddiliğe büründü cümleler. Ve çoktan bıraktılar yerlerini, güzelim eğlenceler lanet katılıklara.
Boşluk bile olamayan bu histen nefret ediyorum. Oysa ne de güzel alınmıştı Berlin de Manhattan da söylenenlere, Cohen’in kanlı canlı silueti henüz taptazeyken… Bu betimleme arsızı tanımlamalar bu topraklara ait değil. Biliyoruz biliyoruz. Ve benzetmeler kadar nefret ediyoruz tanımlamalardan, esamesi okunmayan betimlemelerden.
Yol devam ediyor… Kilometre arsızı tabelalar yine sağda, hep sağda. Arada bir zamana selam verdiğiniz zamanlar oluyor. Mola yeri diye yutturulan sevimsiz duraklarda kutulara sıkıştırılmış hayatınız bir şeylere ihtiyacı olduğunu duyumsamadan edemiyor her seferinde ve bu hiç şaşmıyor. Ve nedense asla bir varış ya da bitiş olamıyor, ne aralar ne de molalar. Sırf varış ya da bitişlerin saçmalığını bizlere göstermek içindir belki, kim bilir?
“Vardın mı”lar uzay boşluğunda salınıyor şu anda… Diyelim ki vardım; neye, kime?.. Ve nedir vardığım?..
21 Eylül 1934. Leonard Cohen’in yolunun başladığı tarihi. Yolculuk mu desek? 1929 ekonomik buhranının beş yıl sonrası desek, sistemin anahtarı ekonomiyi nasıl yüceltmiş oluruz nasıl!
Pek çok sıfatı var Cohen güzellemesinin. Hayatın ona yapıştırmadığı, bizzat bahşettiği pek çok sıfat. Şair ve yazar diye başlıyor liste. En güzeli de mükemmel bir söz yazarı ve ses olması. Müzikle delicesine bütünleşmiş ve sonuna kadar var olmuş bir kişilik.
Hakkında pek çok şey yazıldı zaten. Üstelik de layıkıyla. Yola mı dönsek?.. Dönsek de yoldan çıkmışlığın dik alasını mı görsek?.. Ve görsek de, her zamanki gibi görmemezlikten mi gelsek?!
Her şeyden uzaklaştığınız anlar vardır. Altınızdaki yolun çekildiği, kayıp gittiği anlar. Ne kadar hızlanırsanız hızlanın yakalayamazsınız ve başladığınız yerde bulursunuz kendinizi tekrar tekrar. Yolun çember olduğu bir kez daha kazınır kafanıza. Ardından döngüye ve kısırdöngüye uzanırsınız. Oradan tahta boşa… Şarkı sözleri böyle çıkıyor olsa gerek; birdenbire ve olanca doğallığıyla.
Kuzey Amerika’nın özgürlük ve refah timsali Kanada’da dünyaya gelen Leonard Cohen’in şarkı sözlerindeki dinsel temaların kökeni öncelikle Yahudi öz benliğine ve onu merkezinden çıkartamayan Budist kimliğine dayanır. Her ne kadar kimlik denen zat-ı muhterem, “Kimiz biz?” sorunsalını her zaman yanıtsız ve havada bırakan bir sistem kakalaması olsa da, kendini yoğun bir şekilde Budist hissettiğinde bile Cohen’i “Her şeyden önce bir Yahudi’yim!..” itirafına sürükleyecek kadar, 60’ına dayanan hayatını tam beş yıl bir Zen merkezinde inzivaya çektirecek ve iliklerine işleyen Budizm’i geride bıraktıracak kadar baskındır. Köken ve genetik; nasıl bir yanılsama, nasıl bir acayipliksiniz siz öyle!
Ebeveyn destekli sanatsal yapılanmasının ilk izlerini başta şiir olmak üzere edebiyatla bünyesine kazıyan Cohen, ergenliğe adım attığından itibaren gitar çalmaya başladı. 17’sinde start alan üniversite yılları ve takip eden süreçte 50’li yılların ortalarında çıkan ilk şiir kitabıyla birlikte sanatsal rüştünü ispatlayan Cohen, kendisini tanımlama manyağı yapan bu tür beylik cümlelerinden oldum olası nefret etti ve gözünü yoldan ayırmamayı sürdürdü.
Zira tam gaz devam ediyordu yol…
İlk gençlik demleri şiir ve yazarlıkla harmanlanan, ardından kendini bulma ve açık etme ayinine evrilen bir olgunlaşma süreci farkında olmadan bu yolun ilk adımlarını oluşturdu. Daha otuzuna gelmeden münzevi doğaçlaması yapan bir dünya görüşü çok insana nasip oluyor şu hayatta… Hiç de öyle değil; isteyen herkes her an bunu yapabilir pekâlâ. Ah şu korkular; ne kadar da korkutmuşlar gözünüzü, muhtelif ve en olmadık yerlerinizi.
Evet, yirmili yaşların ortaları az önce geçildi… Cohen’in etrafında ufak çaplı bir yazarlar grubu var. Fakat onlar kendisi gibi Amerika’nın değil, Avrupa’nın kuzeyinden. Nokta atışı konumlanışlarınınsa hiçbir önemi yok. Hadi Danimarka diyelim adına ve Danimarka olsun yerleşke… Cohen, çoktan yakınlaştığı bir çiftin tekine çok daha derin bir yakınlık mı duymaya başladı ne?!. Ayrıldılar zira çiftimiz… Ve bu sefer hissettikleri, dostluk ve arkadaşlığın çok dışında, çok ötesinde. Ve sanki bir terlik kıvamında tanımladığımız çiftin kadın versiyonundan bahsettiğimizi buraya iliştirmeden edemiyoruz… Çünkü Cohen köküne kadar bir heteroseksüel ve ne kadar da gereksiz cinsel eğilimler vurgusu bir kez daha ve tekrar tekrar… Efendim?.. Neden mi birdenbire ilgisinde bir kayma olmuş, hatta neden mi âşık olmuş?.. Nereden bilelim?!. His bu; fayı var, hattı var… Kayar da, çarpışır da… Ve önceden kestirilemez asla; en fazla ölçülür sadece.
Cohen’in yoluna sapmaktan kendi yolumuzu unutur olduk. Tıp literatüründe ihmal deniyor kendisine. Buhran ve depresyon gibi sonuçları var ve şu an hiçbir önemi yok bunun. En azından yolun bu aşamasında. Bir tek önemli vurgu var; o da kendinden uzaklaşmanın, yolun keskinliğini azaltmadığı ve birikintilerin bünyeye hiç de iyi gelmediği.
Hayatına giren kadınlar, kurgu ya da değil içeriği belli olmayan ihanetler, ruhsal gelgitler ve çetelenin toplam ederi depresyonlar, şarkı sözlerini derinden etkiler Cohen’in. Bunu anbean aşka ve sekse yansıtmakta hiçbir sakınca görmez. İyi de yapar; çok daha derin ve anlamlı kılar şarkılara fısıldadığı sözlerini bu durum. Sonra dinsel temalı yerleştirmeler ve göndermeler de belirgin bir şekilde hissedilir takip eden pek çok şarkıda. Her ne kadar bu bir duruş ve dünya görüşü yansıması olsa da, sistemin belirlediği ölçüde politik olmayı pek yeğlemez Cohen. Belki de ona göre her şey politiktir ve yansımaları görmek de paylaşımları almaya yeltenen diğer insanlara düşmektedir, kim bilir?!
70’li yılların ilk demleri Cohen’in evliliğe adım atmasıyla başlar. Sonra peş peşe iki çocuk gelir dünyaya. İki yıl arayla doğarlar Adam ve Lorca. Müstakbel annelerinin ismiyse Suzanne’dir. Cohen’in en bilindik bestelerinden biri olan Suzanne’e konu olan Suzanne değil maalesef. Yine bir arkadaşın eski eşine ithaf edilmiş bir adanmışlık vardır ortada ve insana olur olmaz “Ne arkadaşlıkmış, ne eski eşlikmiş arkadaş!” dedirtmekten büyük zevk alan bir ulu ortalıktır bu.
80’lere gelsek mi?.. Kilometre kadranında en azından… Yavaş akan bir şeyler var zira… Yol altımızdan çekilmedikçe hızlanacağımız da yok… Hız gerekli mi peki?.. O kadar da değil ama, olsa ne güzel olur; tam da şu anda. Depreşti de depreşti varma ve kavuşma isteği ne de olsa.
Evet, Manhattan’ın alındığı ve sıranın Berlin’de olduğu yıllara gelinmiştir nihayet. Gelinen 80’lerdir ve fakat atılan adımın uzunluğu 80’leri nerdeyse es geçmemize neden olacak kadar ürkütücüdür. 88’de çıkan I’m Your Man albümü uçurum kenarından da olsa 80’leri yakalamayı başarır. “First We Take Manhattan”la kapı açılışını yapan albüm, sistemi alaycı bir tokatla selamlamayı da ihmal etmez. Alınan ne Manhattan, ne Berlin ne de gezegenin simgeleşmiş başka bir noktasıdır. Sistem karşısındaki çaresizlik, önce sistemi değiştirmeye çabalamanın haybeye saçmalığına bürünür, oradan aşkın rekabete dayalı hissizliğine atıfta bulunan bir açıklığa sürüklenir. Bizle vurgulanan sınıfsal farklarla dayalı toplumsal örüntü, aşkın hastalıklı doğasında erir gider şarkı boyunca. İki insanı çeken şeylerin aynı zamanda iten şeyler de olduğunu, bir önceki yüzyılda Marx da yeterince vurgulamamış mıdır zaten?!. Ekonomi çarkları toplumu belirler; toplum da teker teker her kuluna hükmeder. İletişen ve temas eden iki insan asla baş başa ve yalnız olamaz, yalnız kalamazlar. Arkalarında, özlerinde, bedenlerinde ve duygularında onları asla rahat ve yalnız bırakmayan, istemsizce dâhil oldukları genetikleri ve sınıfları vardır. Böyle bir düzenekte sistemi değiştirmeye hangi anarşi ve hangi istek yeter?.. Değil değiştirmek, çivisini bile yerinden oynatmak mümkün değildir. Şarkıdaki üzeri örtük kara mizahın itirafı albümün üçüncü parçası Everybody Knows’da tüm çıplaklığıyla dışa vurulur. Zar atmaz denen Tanrı çoktan atmıştır zarlarını. Üstelik pek de hileli bir şekilde tezahür etmiştir bu atış. Genetiğimize kazınmış bir halde bu bilgiyle doğar ve kabullenmeleri seçim olarak algılarız. Çekile çekile bi’ hal olur sinelerimiz. Öte yandan ikiyüzlü doğamızı ve özümüzü tüm hücrelerimizden yansıtmayı asla ihmal etmeyiz. Sahtedir yanıtlarımız, sahtedir aşkımız ve tutkumuz. Sadakatimiz, bağlılığımız, yanıtlarımız, vaatlerimiz, küfemize doldurduğumuz ne varsa hepsi ama hepsi sahtedir. Bizlerden oluşan toplum denen yığınlar da kaçınılmaz bir şekilde çürümeye mahkûmdur. Üst üste dizilmiş bir halde birbirini yemekle meşgul sınıfların neresinde olacağımız çok önceden belirlenmiş ve dinlerle kutsanıp, kader diye kakalanmıştır. Albümü karanlıktan kurtaran parça ise albüme adını veren I’m Your Man olur. Bir kadına söylenebilecek hemen her şeyle öyle bir aydınlığa çıkarır ki albümü, aşkın çoğu kere ağdaya ve hatta abartıya bulandırılmış o vıcık vıcık doğası, yerini benzeri görülmemiş bir içtenliğe bırakmak zorunda kalır. Evet, Manhattan da Berlin de alınamamış, sınıfsal eşitsizlikler giderilememiştir belki ama, insanın o iflah olmaz, o ikiyüzlü doğasında aşka dair umutlar yeşerebileceği büyülü bir şekilde anlatılabilmiştir.
80’lerin sıkıcı doğasından 90’lara geçiş yapmakta nasıl da geç kaldık! Öldük öldük dirildik resmen. Tek seferlik de olsa Katil Doğanlar bile oldu aramızda. Ve Oliver Stone birden haykırdı Natural Born Killers / Katil Doğanlar adlı muhteşem filminde ve tam da zamanında; etrafındaki her şeyi yok etmek üzere programlanmış iki “katil doğa”nın kalplerindeki ölümcül aşkla birbirlerini giderek nasıl tükettiklerini, nasıl yok ettiklerini. Filmi en çok anlatan/betimleyen ve anlamı yücelten parçasıdır “Waiting For the Miracle. Aslında anlatılmak istenen, empati yeteneğinden yoksun iki psikopatın -sözüm ona olmayan- ruhlarını ve aşklarını açık etmek değil, numunesi ne olursa olsun insan doğasını gözler önüne sermektir. Şiddet ve yok etmeye yönelik insan doğası, dünyaya geldiği daha ilk andan itibaren şiddeti ve sevgisizliği ayyuka çıkaran bir aile ortamıyla perçinlenirse, önüne geçilmez bir canavara dönüşmesi pekâlâ kaçınılmaz olabilir. Film kahramanlarının aydıkları andan itibaren etraflarındaki her şeyi yok etme isteği, karşı konulmaz bir şekilde birbirlerini çekmelerine ve tutkuyla bağlanmalarına neden olur. Kenetlenme gerçekleştiği anda da, istemsizce kendilerini ve birbirlerini tüketmeye ve yok etmeye başlarlar. Katil özlerinin aşk dolu ironisi, filmdeki kara mizahı daha ilk andan itibaren doruk noktasına ulaştırır. Filmin açılışını gerçekleştiren Cohen imzalı Waiting For the Miracle ise, daha ilk andan itibaren bu gerçekliğe hizmet için vardır. Bizleri anında uyandırır, kulaklarımızın pasını siler ve içimizi mükemmel sözlerle sarmalanmış bir ezgiyle kaplar: Hayatım seni beklemekle geçmiş, bana mucizenin ne olduğunu gösterdin ve artık yanımdasın; amansız yalnızlığımızı birlikte yaşamanın vakti geldi, hadi!.. Çölün göbeğinden yükselen sözler, filmi karanlığın ortasında giderek dev bir kan gölüne sürükler. Tüm varlığı yaşadığı gezegeni yok etmeye yönelik insan doğası, sevgi ve aşk arayışını bile bu uğurda hiç çekinmeden tüketecek kadar ümitsiz bir vakadır ve gezegeni çevreleyen amansız sistem gerçeği de bu gerçeklik üzerine kurgulanmıştır.
Yol mudur çok zamanımızı alan, sağlamından güzel bir film mi, yoksa benzersiz bir Cohen güzellemesi mi?.. Ne de seviyoruz bazı şeyleri tekrar tekrar başa sarmayı. Ve bize başa sarıp tekar etmenin kaçınılmaz olduğunu gösteren hemen her şeyi.
Cohen’in bir başka şaheseri I’m Your Man, Nanni Moretti’nin yol ve hayata dair 1993 yapımı Caro Diario’sunda kullanılacak, filmin sıcak ve samimi atmosferini kısa bir sekans da olsa tutkulu bir aşkla kaplayacaktır.
Film müziksiz, müzik de filmsiz n’apardı kim bilir?.. “İnsan da yolsuz…” diye eklesek mi?.. Ama yolun insansız da pekâlâ yolunda gideceği aşikâr. Hiçbir şeye uymayan ve hemen her şeyi bozan nasıl bir doğan var öyle insan?!
2000’lere gelsek mi?! Ta en başında Milenyum diye servis edilen bir acayip felaketler silsilesine. “11 Eylül 2001 New York” felaketiyle start alan ve simgesel düzlemde eskiyle yeninin yer değiştirme nöbetini, İkiz Kuleler’in kanlı canlı bir şekilde yerle yeksan oluşuyla yakalayan yıllara. Cohen yıllar önce First We Take Manhattan / Önce Manhattan’ı Alırız derken, bunu kastetmiyordu elbette… Onun içindeki anarşi ve başkaldırının temelinde bile sevgi ve aşk yatıyordu. Melankoliden anarşi yaratılmaz diyenlere de bıyık altından gülmeyi ihmal etmiyordu. Ve kim ayırabilirdi ki melankoliden mizahı, hele ki karasını?!
Birçoklarının en melankolik Cohen albümü olarak nitelendirdiği Ten New Songs 2001 yılında piyasaya sürülür. Budizm’in kanatları altında geçirilen beş yıllık bir inziva döneminin hemen ardından gelen albüm, yitip giden aşkların içsel ve dinsel hesaplaşmalarla harmanlandığı bir Cohen karanlığında tezahür eder. Daha ilk andan itibaren kendine özgü karanlığın ve melankolinin keskin kokusunu hissetmemek imkânsızdır.
Yol devam ederken, Dear Heather albümü 2004 yılında iner gezegene. Albümde Cohen’in sevgilisi ve aynı zamanda bir caz solisti ve şarkı sözü yazarı olan Anjani Thomas’ın dokunuşları fazlasıyla hissedilir. Aynı etki, yaklaşık iki yıl sonra 2006’da piyasaya çıkacak olan ve sözlerini birlikte yazdıkları Blue Alert’te de yine belirgin bir şekilde hissedilecektir. Fakat bu kez Cohen dokunuşları ve Anjani Thomas imzasıyla.
Takip eden yıllarda; Old Ideas (2012), Popular Problems (2014) ve You Want It Darker (2016) albümleri peş peşe birbirini izler. 2012 çıkışlı Old Ideas’tan bir önceki Dear Heather albümünün 2004’te doğduğunu baz alırsak, peş peşe kavramının zaman atlamaları istemsizce doz aşımı etkisi yaratır bünyelerde. Yolun güzelliği de buradan gelmektedir. Adımların mesafe ve zaman bazlı düzensizliğinden, öngörülemez ve kestirilemezliğinden. Merakımızı bünyemize gark eden şeyin, yoldaki mesafe tabelalarının çok ötesinde merakın kendisi olduğunu anlatır durur yol boyunca ve boylu boyunca yol…
Anlat anlat bitmez; yol da, Cohen de… Hadi biraz albüm geçidiyle selamlayalım ustayı: Konser kayıtlarını içeren canlı albümler sırasıyla; Live Songs 1973’te, Cohen Live: Leonard Cohen in Concert 1994’te, Field Commander Cohen: Tour of 1979 2001’de görücüye çıkar. Üzeri örtük bir şekilde diğer besteleri es geçercesine “En İyiler” diye tanımlanıp servis edilen ve unutulamaz parçaların derlemesi niteliğindeki The Best of Leonard Cohen, So Long Marianne, More Best of Leonard Cohen ve The Essential Leonard Cohen adlı albümler ise sırasıyla 1975, 1991, 1997 ve 2007 yıllarında müzik sahnesindeki yerini alır.
Filmlerde yer alan besteler, filmleri süsleyen oyunculuklar, filmlere konu olan besteler, hayatına adanan belgeseller, kendisine adanmış saygı albümleri, kalburüstü pek çok müzisyenin defalarca yorumladığı eşsiz şarkılarla müzik ve sinema evreninde, kaleme aldığı şiir kitapları, romanları ve tiyatro oyunlarıyla yazın evreninde anlat anlat bitmez bir Cohen yoludur bu. Size arada bir kendi yolunuzu unutturacak kadar keskin bir yoldur bu.
Kendi yolumuz mu dedi birileri? Ve yazının ta en başına mı refere etti yine birileri?..
Kesip attığınız tırnaklara benziyordu; tükenmiyor, yığılıyordu taşlar. Yerden birazını alıp yola devam ediyordunuz. Yoktu hızınızın bir önemi. İçinizde kavuşma isteği, cebinizde de gediğine oturacak taşlar. Her şey mümkündü; aşkınız da, karşılık da, buz dağları da; her şey ama her şey… Bilemezdiniz ve en güzeli de buydu: merak. Ve seviyordunuz… yolu da, diğer ucundakini de, uç uca ekleyen ve bitmeyen döngüleri de. Şapşala ve ne döndüm delisine dönen doğanızı başka türlü açıklayamazdınız; güzel olduğundan çok öte, kanırtıcı, mahkûm edici ve başa sarıcıydı aşk.
Hayır, unutmadık elbette ustanın aramızdan ayrılışını. 7 Kasım 2016’da yoluna bir nokta koydu Leonard Cohen. Aramızda yoktu ama yolu devam ediyordu; noktanın her iki ucunda da boylu boyunca uzanıyordu yolu. Ama ne yol!.. Müziğinin eşsiz tınıları başta olmak üzere, hayatın hangi demine bakarsanız bakın, kendi yolunuzdan pek çok şeyi bulabileceğiniz, bulmakla kalmayıp yaşayabileceğiniz dev bir sahnenin ta kendisi; Cohen’in asla inmediği ve inmeyeceği.
Kenan Yaşar