Yangından Sonra kitabını neden roman olarak nitelediğimi, kitabı ile ilgili Aziz Gökdemir’e neden ısrarla roman nitelemesi üzerinden sorular sorduğumu, kitabın “Aile” kavramı üzerine kurulu bir öykü kitabı olmasına bağlamayacağım elbet. Yangından Sonra’yı roman olarak nitelememe rağmen Aziz Bey’in hoşgörü ve incelikle belirttiği gibi son yıllarda yayınlanan çağdaş edebiyat metinlerindeki öykülerin roman tadı vermesi olası bir durum iken, her iki türün DNA’larının farklılığı tartışılmayacak bir gerçek. Belki de -her şeyden önce bir okuyucu olarak, okuyucu refleksi ile- dört çocuklu bir aileyi anlatıyor olmakla beraber tek tek bireylere odaklanan, göçüp gidenlerle, kalan aile fertlerinin yaşam öykülerini birbirine teyellen Yangından Sonra’yı bir romana teyellemek istedim, bilemiyorum.
Yangından Sonra çok güzel bir öykü kitabı. Aile olmanın imkansızlıklarını, olmazlarını çok güzel anlatan; birey olmaya çalışmanın mücadelesini ve sancılarını tüm kanırtıcı noktalarıyla bizlere gösteren, çağdaş öykü kurgusuyla Türk Edebiyatı için öncü öykü kitaplar arasında başı çekecek olan bir kitap. Yangından Sonra’yı değerli kılan şey çekirdek ailenin makûs talihini göstermeye çalışmak yerine, bireylerin mücadelesine odaklanıyor olmak. Dili, kurgusu, hikayeyi aktarış biçimi şahsına münhasır olan Yangından Sonra’yı okuyun lütfen.
Aziz Gökdemir ile yapmış olduğum bu çok güzel akan söyleşiyi de okumanızı isterim tabii.
– Sizden başlamak istiyorum Aziz Bey. Aslında doğum anınıza kadar inmek gibi bir niyetim yoktu fakat Tatvan’dan kalkan bir trende dünyaya gelmek üzereyken apar topar bir şekilde hastanede dünyaya geliyorsunuz. İnsanların dünyaya geliş öykülerinin, hayatı yaşayış biçimlerini, seçimlerini, seçimleri sonucunda başlarına gelen sonuçları çok tetiklediğine inanan biri olarak bu hikayeyi anlatabilir misiniz biraz da olsa? Dünyaya gelirken yapılan son dakika manevralarıyla doğumunuzun mucizevi şekilde hastanede nihayetlenmesini edebiyatla ve yazıyla olan bağınıza atılan ilk ilmek olarak niteleyebilir misiniz?
Aziz Gökdemir: Çok kısa tutmaya çalışarak anlatayım; kendime odaklanmak istemiyorum. Zaten bana gelene kadar ailemin daha önceki kuşaklarından bir sürü kişi birden fazla ölüm tehlikesi atlatmış; onlardan birinin işi ters gitse bugün sizinle oturup o trenden bahsedemeyecektik bile.Trende ben annemin karnında yedi aylığım. Ne kadar bilimsel bir çıkarım bilmiyorum ama o devrin trenlerinin tangır tungur sallaması erken doğumu tetiklemiş olabilir. İkisi de doktor oldukları için annemle babam riskli bir durumla karşılaştıklarının farkındalar. Tabii annem sancısıyla baş başa, babam koşuşturup ilk yardım çantasını buldurtuyor. Çantada paslanmış bir takım aletler, yırtık, sterilliği kalmamış sargı bezleri, vesaire. Tren durduktan sonra en yakın devlet hastanesine yetiştiklerinde karşılarına çıkan manzara çok daha olumlu diye hatırlamıyorum; hatta paslı aletler hastanede olabilir. O yıllarda bebek ölüm oranı binde 200, yani beşte bir; benim doğduğum on yılın en başına, yani 1960’a giderseniz binde 256 imiş. Şu an yaklaşık binde 10, yani yüz çocuktan biri beş yaşına varamadan ölüyor. Tahmin edersiniz ki bazı bölgelerde bu oran çok daha düşük, bazılarında çok daha yüksek. Oranı binde bir ila üçe düşürebilmiş ülkeler var bugün.
Buradan edebiyata atılan ilk ilmeğe gelirsek, kendimin hatırlaması diye bir şey söz konusu olamayacağından, olsa olsa bana (ister genetik, ister yetiştirme yoluyla deyin) ailemden aktarılan gözlem ve düşünme dürtüsünü, yaşadıklarımdan bir geçmiş anlatısı oluşturmamı ve o geçmişin içinden türlü yönlere açılmaya hevesli bir hayal gücümün olmasını sayabiliriz, edebiyat serüvenini tetikleyen faktörler olarak.
– Doğum hikayeniz çok ilgimi çektiği için oradan başladım fakat edebiyatla ilk tanışıklığınızı, kitaplarla ilk haşır neşir oluşunuzu, ilk sizi büyüleyen metni ve yazarı sorularını sorarak başlayacaktım aslında. Anne-Babanızın mecburi hizmetleriyle geçen bir çocukluk süreciniz olmuş. Bu göçebe durumlarda en iyi eşlikçileriniz kitaplar mı oldu? Eğer böyleyse ne zaman fark ettiniz en iyi yol arkadaşlarınız kitaplar olduğunu ve bu anlamda bir gün yazarak da bu dünyanın içinde hep yer alacağınızı düşünmüş müydünüz hiç?
A.G.: Mecburi hizmete ben yetişemedim ama gece nöbeti diye bir şey var doktorluk mesleğinde. Bazen evde benimle kalacak kimse olmadığından ben de nöbete dahil olurdum. Hastanede uyuyarak tabii. O boş hastane koridorlarını düşününce aklıma Aziz Nesin’in Tek Yol romanına yerleştirdiği, öğrenciyle paşanın gecenin köründe Kuleli’yi bir uçtan bir uca kat ettikleri yavaş çekim takip sahnesi geliyor. Aynı mimari, aynı yüksek tavanlar, taş zemin, devasa karanlık odalar. O geceleri okuyarak mı geçirirdim hatırlamıyorum ama çocukluk yıllarımda kitapların yakın dostum olduğu doğru. Aziz Nesin külliyatının yanı sıra küçük yaşımda bana damgasını vuran kitaplar sanırım Türkiye’de birçok kişi için olduğu gibi Küçük Kara Balık ve Küçük Prens.
Yazmaya yönelmem herhalde ortaokul sonu ya da lise başı olmalı. Benim de anlatacak hikayelerim olduğunu düşünmem için uzun bir süre gerekti kısacası, bunları doğru dürüst yazabilmek için de daha da uzun bir süre. On yıllar sonra onların arasından çok farklı metinlere dönüşen birkaç tanesi var. Baksanız belki ortak tek bir cümle yok ikisi arasında, ama bugün yazdığım bir öykünün başlangıcı epey geriye gidebiliyor.
– Editörlüğünüz ile ilgili şöyle bir tanımlama var: “1990’lı yıllardan bu yana yaşamını editör olarak sürdürüyor.” Bu cümlenin hayatını maddi anlamda editör olarak idame ettiriyor şeklinde bir karşılığı var aslında fakat ben bu cümlenin görmediğimiz soyut ya da mecazi taraflarını deşmek istiyorum. Yaşamı editör olarak sürdürmek nasıl bir şey? Yani kitaplar, metinler, öyküler, sayfalarca ve sayfalarca yazı… Size, Aziz’e, Aziz’in duygularına, yaşama biçimine nasıl etki ediyor tüm kitaplar, editör olarak yaşamın içinde bulunma hali?
A.G.: Editörlük deyince, sevdiğim, gönül verdiğim metinlerle (örneğin Saroyan kitapları, yazar ya da çevirmen arkadaşlarımın gözden geçirmemi istedikleri dosyalar) iş nedeniyle önüme gelenleri birbirinden ayıralım.
O ikinci mecra tamamen geçimle ilgili bir şey, çünkü ne edebiyatla ilgili ne de beni çeken tarih, mimari gibi alanlarda. Ara sıra çevre, sağlık, açlık gibi konular önüme geliyor ama proje olarak yönetirken kitabı okumaya, metinle haşır neşir olmaya vaktiniz yok. Tabii, o damarın bile beni içine attığı ortam, yol açtığı profesyonel ilişkiler, nadir de olsa dostluklar, yolumun kesiştiği yüzlerce insan… bunların hepsi tecrübedir, hayatın kendisidir. Editörler olarak bir küme oluşturmanın da kendine ait bir takım dinamikleri var. Yanlışlardan ya da ifade bozukluklarından ve muğlaklıklarından gözümüzü alamamamız, nihayetinde insan olduğumuz için aynı hatalara bizim de düşmemiz, özellikle bir proje olarak bir kitabı dosyadan baskıya götüren yolda nerede iğneyle kuyu kazmayı bırakıp artık yeter denmesi gerektiği, diyebilenlerle diyemeyenlerin bitmeyen kavgası, bu kümenin içinde yaşadığı evrenin temaları arasında.
İşin o yönünü ayırırsak, geriye kalan, zevk aldığınız kitaplarla, dosyalarla yaşamak, okumak gibisi yok. Zaman ayırıp keyifle okumak kadar beni mutlu eden çok az şey var bu dünyada. Editörlüğü bırakıp sadece canım istiyor diye okumak için büyük bir sabırsızlık içindeyim.
– Çevirmenlik de yapıyorsunuz. Çeviri kitaplar söz konusu olduğunda; kitaptan okuyucuya değil de, toplumun tamamına aslında en önemli konuda (dil konusunda) aracılık eden çevirmenden sadece okuyucuya değil toplumun tamamına sirayet eden durumlar söz konusu oluyor diyebilir misiniz? Çeviri neyle neyi birbirine bağlıyor (kitap-okuyucu; kitap-başka coğrafyalar, insanlar, hikayeler; kitap-diğerleri) ya da yaklaştırıyor sizce? Bu anlamda William Saroyan çevirilerinize de değinebilirseniz sevinirim çünkü sizin Tatvan’daki doğum maceranızı düşünürsek Saroyan da Bitlis’ten Amerika’ya göç etmiş bir ailenin ferdi. Sanki Saroyan kitaplarını seçmeniz tesadüf değil gibi; ne dersiniz?
A.G.: Bir kitabı çevirmek, ama hakkını vererek, şişirmeden çevirmek, anadilinde yazılmış gibi aktarmak ve kendi üslubunuzu üzerine giydirmemek, maraton koşmaya benziyor. Benim harcım değil; o yüzden çeviriye yoğunlaşmış bir insan olduğumu iddia edemem, sorunuza da doyurucu cevap veremeyebilirim. Bu alanda bir katkım varsa küçük şeylerdir, Saroyan’ın çok az kişinin bildiği Van Gölü’ne şiirini bulup Türkçeye kazandırmak gibi. Aras Yayıncılık’la birlikte hazırladığımız Saroyan kitaplarına metinleri seçme ve sunuş metinlerini yazmaya ek olarak ancak çok sevdiğim metinleri çevirdim, işin o yönünü de sınırlı tuttum.
Çeviri ima ettiğiniz gibi çok önemli, farklı coğrafyalardan insanları birleştirmesi açısından. Ucu savaşa kadar giden ötekileşme güdüsünün bir nevi panzehiri. Ülkemizde çok iyi çevirilerin yanında çok kötü çeviriler de var; öyle anlaşılıyor ki bazı yayınevleri okura ne versek okur, aslından kontrol edecek değil ya, diye düşünüyorlar. Ama aslına denklik diye bir kaygıyı bir yana bırakıp sadece okunur bir metin mi diye baktığınızda, o da değil. Cümleler acemice, diyalogları Türkçeye yedirmek için hiçbir gayret gösterilmemiş, çeviri ne düzeydeyse de redaksiyon da o kalitede, ve derken bakıyorsunuz hedef kitle “Hey, dostum, üzgünüm sana geri dönemediğim için this evening” telinden çalıyor, hepsi birbirini bulmuş, mutlular. İnanın, öztürkçeci değilim, dillerin evrilip büyümesini, kelimeler devşirmesine bayılırım, ama bir televizyon reklamıyla bütün bir ülkenin bir anda “torba”dan “poşet”e meylettiğine çocukken şahit olduğumdan beri bizdeki değişimin kültürel merak ya da dili geliştirme ile pek ilgili olmadığını düşünüyorum. Bir boşluk var; dışarıdan ne bulunursa onunla dolduruluyor. Artık İngilizcesini okuyup beğendiğim kitapların Türkçesini gönül rahatlığıyla kimseye öneremiyorum. Büyük bir özveriyle çalışan ve muhteşem çeviriler ortaya koyan usta ve çilekeş çevirmenlerimizi bunun dışında tutuyorum elbette.
Saroyan’a döneyim; onu da benim seçmemden ziyade o beni seçti denebilir. Yukarıda küçükken okuduğum kitaplar arasında Saroyan’ın öykülerine de değinebilirdim. Benim büyüklerimin kuşağı Varlık’tan çıkan o güzelim yalın desenli kitaplara aşinadır. (Yalnızca Saroyan değil, Panait Istrati de çok sevilir, okunurdu yanlış hatırlamıyorsam. O zamanlar çevirilerin de çok daha sıcak, kaliteli olduğu yönünde bir yargı var; kapsamlı bir inceleme yapmadım, ama en azından farklı bir edebiyat ortamıydı, televizyon yoktu, kalemi kuvvetli yazarlar çeviri yapıyordu, sosyal medya yoktu, bütün bunların olumlu etkisi olmuştur herhalde.) O kitapların evimizde okunması, Saroyan’ın Bitlis ziyareti ve babamın en yakın arkadaşının ziyaret sırasında mihmandarlık yapması, sonraki yıllarda yazdığı anılarında buna değinmesi, benim oradan hareketle uzun bir Saroyan incelemesi yayımlamam ve nihayet o yazı sayesinde bir kitap fuarında Aras’ı kuran arkadaşlarla tanışmamız ve Saroyan projemiz. Yani hem tesadüf değil, hem de bir dizi tesadüfün eseri bütün bunlar.
Yazar | Aziz Gökdemir |
Yayınevi | Can Yayınları |
Yayın Tarihi | Eylül 2019 |
Türü | Roman |
Sayfa Sayısı | 160 |
– Yanlış bir bilgi veriyorsam kusura bakmayın lütfen! Yangından Sonra dördüncü kitabınız. Kitabın sonundan, Not kısmından başlamak istiyorum. Size anlatılan ve Yangından Sonra’yı yazmak adına esin kaynağı olan hikayelerin, sizin anlatmak istediğiniz hikayeleri tetiklediği izlenimine kapıldım ben. Belki de kişisel anlamda sizin geçmişten gelen hikayeleriniz tetiklendi. Bu kitabın oluşmasındaki ilk adımları biraz anlatır mısınız? Babanızın bu anlamda yol gösterici olması da çok önemli bir faktör olmuş öyle değil mi?
A.G.: O aile ile ilgili evde aramızda geçen konuşmaları toplasanız on dakikayı bulmaz; buna rağmen aklımda yer etmiş. Aslında kitabın çok farklı çıkış noktaları var. Anneyle babayı notta bahsedilen aileyle ilişkilendirebiliriz ama iki oğul, ya kamu zihninde yer etmiş kişi ya da olaylara dayalı (Civan) ya da yıllarca yanımda yöremde dolanmış insanların harmanlamasıyla ortaya çıkan bireyler (Ferhan). Neslihan ve Selin’se daha önce söylediğim gibi gençken yazdığım öykülerde doğdular.
Kitabın oluşmasındaki adımları facebook’ta şöyle anlattım:
Onlar öldüğü gün doğan çocuklar bugün üniversite mezunu çoktan. Çizgili gömleklerine kadar gözümün önünde; neredeyse bir örnek giyindiklerinden genç bir karı-koca sanmıştım, kardeş olduklarını öğrenmeden önce. Bir kahvemizi içmek için uğramışlardı. Basmakalıp bir betimleme “gözlerinin içi gülüyordu” demek, ama öyleydiler. Birkaç gün sonra bir arabaya bindiler, bir dönemecin ardında sağ şeritte iki arka tekerleğini birden krikolamış ve hiçbir işaret koymamış bir kamyonun altına girdiler. Aile daha önce bir oğlunu kaybetmişti, birdenbire her şeylerini yitirdiler. Baba çılgına dönmüştü, kamyonun sürücüsünü bulup öldürmekten filan bahsediyordu. Kendi ölümüne o öfkeyle gitti; anne daha fazla dayandı ama yıllar içinde eridi.
Bir öykü yazmaya başlamıştım; uçaktan atlayan genç bir kadın vardı, paraşütünü açıp açmayacağına emin değildi. Ne olacağını ne o biliyordu ne de ben. Öyküyü yarım bıraktım, bir kenara koydum.
Ne zaman sokağa çıksa günü gece, yazı kış, arşınladığı kaldırımı kıyamet sonrasını andıran bir film seti olarak hayal eden küçük bir kız vardı; onu da eski defterlerden birinde yarım bırakmıştım.
Aradan on yıllar geçti. 2013 yılında Taksim’de insanların kafasına gözüne gaz bombası kapsülleri isabet etmeye başladı. Bir şeyler yaz dediler, güne hepimiz gibi başlayan, kadınların saçını karbon kağıdıyla boyadığı bir dünyada bitiren bir çocuğun öyküsünü yazdım.
Andre Dubus III, farklı dünyalardan tanıdığı bir alkolikle ölümüne gururlu bir askeri aynı kaba koyup çalkalamıştı; Tolstoy, bütün mutlu aileler birbirine benzer diyordu, her mutsuz aileninse mutsuzluğu kendine özgüdür. Aradığım aileyi bulmuştum.
Esinlenmeyi bu kadarla bıraktım. Bu hayatların hiçbiri bana ait değildi; örtüşen ne varsa törpüledim, dönüştürdüm.
Bir tanıdığım, hemen her olayda “peki, hırsızın hiç mi suçu yok?” diye sorar, fıkrayı hatırlatarak. Bu suçsuz, mağdur aile bir denge unsurunu çağırıyormuş gibi dışarıdan bakan bir kara koyun daha ilk günden kulağıma fısıldayıp durdu. Gündelik göz tacizinden fiziksel şiddete doğru uzanan çizgide bir ileri bir geri ip cambazı gibi oynayan bu gencin herhangi bir kişiye dayalı olduğunu söyleyemem, çünkü soluduğumuz hava gibi her yerde, hep benimle. Kimimizin içindeki kimimizin üstündeki erkeklik o.
– Yangından Sonra tek tek bireylere yoğunlaşıyor. Onların fiziksel hallerini, duygu dünyalarını tek tek onların ağzından okuyoruz. Halbuki söz konusu olan dört çocuklu bir aile. Toplumun en küçük birimi aile için çerçeve içine konulan fotoğraflar (mecazi anlamda yapıyorum bu tespiti) kutsalken, tek tek aile bireylerinin hayatında böyle bir şey söz konusu değil. Yangından Sonra bu durumu çıplak gözle görebileceğimiz kadar iyi gösteriyor bizlere. Ben her şeyden önce bir okuyucu olarak böyle hissettim en azından. Ne söylemek istersiniz bu konuda?
A.G.: İdealize edilmiş bir aile fotoğrafını kesip parçalarına böldükten sonra her bireye tek tek baktığımızda çok farklı bir tablonun ortaya çıkmasını kastediyorsanız öyle. Aileler birer çatışma yumağıdır. ABD’de fetiş haline gelmiş bir aile tablosu var (Ferhan’ın öyküde hayal ettiği gibi iki çocuklu ve mutlaka bir de köpeğin dahil edildiği), buna karşılık ülkenin en çarpıcı edebi eserlerini ve filmlerini sürekli besleyen çözülme, yıkım ve muharebe aynı tablodan fışkırıyor. Kendi aileme baktığımda (eşim ve oğlumu kapsayan çekirdek ailemden bahsediyorum) bunu bir laboratuvarın içine hapsolmuş kobaylarmışızcasına gözlemleyebiliyorum. Bizi bir arada tutan ortak değerler bir cephedeyse karşı tarafta bireysel istekler, güne ya da saate göre değişebilen ruh hali ve diğer faktörler sürekli sürtüşme içindeler. Saygı, sevgi ve diğerkâmlığı aksatırsanız rahatlıkla kendinizi tatsız bir senaryonun içinde bulabilirsiniz. Zaten sık sık buluyorsunuz ve hayatınızın önemli bir bölümü telafi uğraşıyla geçiyor.
– Romanda aile fertleri üzerinden Türkiye’nin günümüzdeki toplumsal-politik yapısı üzerine yoğunlaşılsa da aslında 50-60 yıllık bir periyot söz konusu. Değişen bir şeyler var mı yoksa hayır o zamandan bu zamana birçok şey değişmesine rağmen bazı şeyler hiç değişmedi diyebilir misiniz? Mesela Civan’ın politik duruşuyla, yaşadıklarıyla, mücadelesiyle, seçimleriyle ilgili bir nesil önceki babası arasında bir fark var mı?
A.G.: Civan apolitik olduğunu ifade ediyor (Gezi’deki orta sınıf ve üstü gençlerle ilgili bir klişeydi bu) ama aslında ailesi de öyle. Kıyısından bulaşıyorlar politikaya çoğumuz gibi, metinden öyle anlaşılıyor. Babasının gençliğinde politika ya da gençlik hareketlerinde aktif olduğunu düşünmüyorum. O zaman sol deyince hemen aklımıza gelen Cumhuriyet okuru canlanıyor kafamda, ondan ötesi yok.
Anneyi sormamışsınız. Toplumda 2002’den beri yaşanan dönüşümün sadece o döneme odaklanarak anlaşılamayacağını ima ettiği, ardından da “Anlatamazsın bunu bizim mahalleye,” dediği bir nokta var, yani böyle konular üzerinde kafa yorduğu, belki de eskiden beri ilgisinin, dahlinin olduğunu seziyoruz ama elimizde başka bilgi pek yok. Diğer bireylere kıyasla onun sesini fazla duymuyoruz, metinlerde ara sıra karşımıza çıkan meta dokundurmalardan birinde dendiği gibi; gerçi baba, yalnızca kendisine ait bir öyküsü olmayan tek aile ferdi kitapta, ve sesini en az işittiğimiz kişi o. Ama bu düşünmüyor demek değil. Dört çocuk annesi olmanın ve hayatını onlara (ve kocasına) sunmasının başka şeylere pek vakit bırakmadığını ve belki de kalıcı bir dönüşüme, düşünce evreninde güdükleşmeye yol açtığını da varsayabiliriz.
Ayrıca bir ya da iki kuşak daha geriye giderseniz, ya annede ya babada, belki ikisinde de, toplum içinde çok fazla sivrilmemenin, yani politika gibi sakıncalı uğraşlardan uzak durmanın akıllıca olduğunu telkin ettiren bir etnik sır olabilir. Ferhan’ın konsolosluk görevlisini dinlerken kulağına çalınan, ona kendi ailesini hatırlatan, şive olmasa bile bir tını, bunun işareti belki de.
– Nesillerden ve seçimlerden devam etmek istiyorum. Civan toplumsal bir mücadelenin kurbanı olmasına ve kaybetmesine rağmen Neslihan’ın daha daha kaybeden (loser) olarak karşımıza çıkması ve ailesi ile ilgili sorunları, Ferhan’ın düzlüğe çıkmak ümidiyle hayallerinin peşinde aile, toplum vb. tüm klişelere sırtını dönüp başka bir ülkeye gitmesinin sonucunda daha da kaybolması ve Selin’in ailenin son çocuğu olmasından dolayı yaşanılanlara mesafesi, soğukkanlılığı ve diğer nesillere nazaran, -ailesine rağmen hatta- “Ben” diyebilme özgürlüğü. Her bir birey kendi yaşamı için çok uğraşıyor fakat müthiş bir dağılma söz konusu. Aileler bireylere ne yapıyor? Birey olma sancısının büyüklüğü hep niye aile ile ilintili oluyor? Buna istinaden birey olma sancısı aile üzerinden vücut bulmuyor sadece, topluma da sirayet ediyor. Toplum içinde de bir mücadele, savaş başlıyor. Ki her ne kadar bireyler üzerinden anlatılsa da tüm hikaye, romanın da en büyük meselesi bu aslında. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz? Toplumun sizdeki açılımı ne? Toplum neleri düşünmenize sebebiyet veriyor?
A.G.: Yazar Nihan Kaya, “İyi aile yoktur,” diyor son kitabında. Kitabı henüz okumadım ama çok çarpıcı bir cümle. Tabii, aile içi ilişkiler ne kesin kötü ne de tamamen tozpembe bir sınıflandırmaya indirgenemez ama yapının temelinde, konan harçta bir bozukluk var. Hepiniz bir aradasınız, dip dibe yıllar geçiriyorsunuz, ve bir gün çocuklar kopup gidecekler. Bir sürü hayvan türü bunu çok basit bir şekilde daha nerdeyse bebekken yuvadan sepetleyerek hallediyor. Daha doğrusu bebeklikten ergenliğe geçiş çok hızlı. Genellikle memelilerde bu yanında uzun süre yavru gezdirme olayını görüyoruz. Bu garip düzenlemenin üstüne kültürlerin, geleneklerin farklı şekillerde bindirdiği yükü kuşanan, Kürk Mantolu Madonna’dan ödünç aldığım cümlede olduğu gibi çocuğu “musallat bir bela” olarak yaşayan ve toplumsal koşullandırma nedeniyle bunu dışa vuramayan, derdine yardım dahi isteyemeyen anne-babanın işi çok zor.
Aileler birlikte yaşamayı belki de seçmeyecek insanların bir araya gelmesiyle oluşur, çiftin yanına üçüncüyü eklediğiniz, ya da daha evlilik aşamasında işin içine kayınları ve uzak akrabaları kattığınız anda. Toplumları da öyle görebiliriz isterseniz, büyük bir aile olarak. Birey olmanın sancısı bu durumda nasıl aile ile ilintili olmasın…
Buna karşılık, söylemek gerekiyor, toplumlar dönüşüm geçirirler. Çekirdek ailenin pek kıvıramadığı bir şey bu. Ailenin değişmek için yeterince zamanı yok. İnsanlar zaten belli bir yaştan sonra zihniyet olarak yerlerinde sayıyorlar, o nedenle tek kuşak değişim için yeterli olmuyor. Buna karşılık mesela İrlanda birkaç kuşak içinde evliliğin üzerinden kadın-erkek cenderesini kaldırıp atabiliyor, kürtaja izin veriyor, kilise tepinedursun.
– Şimdiki zaman içerisinden anlatıyorsunuz Yangından Sonra’yı fakat anlıyoruz ki, her şey geçmiş zamanda yaşanmış, olan olmuş, biten bitmiş. Zaman yaşanıp bitmiş bir şey midir yoksa yaşanacak olan bir şey mi? Mesela ailenin geride kalan tek üyesi için ümidimizi korumalı mıyız? Yoksa hayır, anlarda kalalım, önemli olan bu olacak artık, Selin de ailenin yeni nesil Z kuşağı olarak öyle yapacak zaten mi dersiniz?
A.G.: Selin için umutluyum. Geleceğine yönelik spekülasyon yapmak istemiyorum ama ülkesi onu ezmeye çalışsa bile engelleri aşabilir o; onu merak edecek kimsesi, ayıplayacak komşusu, kanatlarını kırmaya çalışacak bir “sevgili”si yok. İstediğini yapar, gerekirse çeker başka yere gider. Ulusla sınırlı olmayan bir küme bulur, oraya kaydını yaptırır.
– Yurt dışında yaşıyorsunuz yıllardır fakat Türkiye’deki bir ailenin sosyo-ekonomik, kültürel, politik yapısını da çok iyi analiz ediyorsunuz. Şunu sormak istiyorum; bulunduğunuz yerden baktığınızda nasıl bir manzara görüyorsunuz? Aile bireylerine, birey olabilme yolunda bu dünyada en büyük şansların, fırsatların verildiği Amerika’da yaşıyorsunuz. Karşılaştırılamaz bile, siz kendinizi paralasanız da sosyo-ekonomik şartlardan dolayı birey olabilme şansımız olamayacak hiçbir zaman diyebilir misiniz yoksa ufak da olsa şansımız var mı hâlâ? Bir de bu sorunun çıkış noktası şu soru aslında: Coğrafya kader midir?
A.G.: ABD ve Türkiye birçok yönden gerçekten çok farklı ama aralarında şaşılası benzerlikler yok değil. İki toplumu da genelleme eğilimindeyiz aslında; ikisinde de sayısız alt kültür yaşıyor. Ama bir takım kaba hatları veri kabul etmezsek bu soru üzerine konuşamayız.
Soruya tersinden yaklaşıp bir-iki olumsuz örnekle başlayayım. ABD’nin birey-odaklı vizyonunun sonuçlarından biri yaygın yalnızlık; insanların sosyal yaşamlarını törpüleyerek izole mekanlara, uğraşlara yönelmesi. Mimarinin de müstakil evlerle, çitlerle, arka bahçelerle buna çanak tutmasının yarattığı toplumsal sorunların hepsini bir yana bırakalım, müstakil, illa daha daha büyük evlerle geniş alanlara yayılma ve ulaşımda arabayı öne çıkarma artık ciddi bir çevresel sorun. Sonuçta bu yaşam “tarzı”nın da katkısıyla dünya ısınıyor, mahvolmanın eşiğine geldik.
Akıllı telefon da bu ülkedeki direkt iletişimsizlik eğiliminin başka bir uzantısı. Yolda araba kullanırken Tinder profilini sağa kaydırmaya kalkıp bir yayayı ezdiğinizde bunu da birey kültünün (kültürünün değil) eksi hanesine yazıyorum ben. Çok uçuk gelebilir, ama sosyal medyada nesnelliği (ve gramer bilgisini) çöpe atıp ona buna giydirenler, nihayet delirip silaha sarılanlar içinde yaşadığım toplumun normali haline geldiler ve bunu benim bireysellik pompalamasıyla, toplumsal ve ailevi dayanışma ağlarının zayıflamasıyla ilişkilendirmem doğal.
Bütün bunlara değer dedirten şeyse şu: ABD’de bir çocuğun eğitimi, bireyin “vazgeçilmez” haklarıyla başlıyor. Düşünce özgürlüğünün kutsanmasıyla başlıyor. Pratikte ne olduğu, dış politikada ne haltlar yendiği hemen gündeme getirilebilir, ama en karanlık günlerde toplumu “senin aslın burası” diye çağırabileceğiniz bir ideal var. Türkiye’deyse ilk öğrendiğimiz devlete itaat, zeval gelmemesi, beka, vesaire.
Coğrafya kader değil; coğrafyada yaşayanlar kendi kaderlerini nasıl yarattılarsa kırabilirler. Bu kaçınılmaz bir gelişme zaten; termodinamiğin ikinci yasası. Sadece ve sadece bütün bunların çok zaman alacağını kabullenmek gerekiyor, o kadar.
– Yangından Sonra romanı ailesel, bireysel, toplumsal, politik anlamda her meseleye mesafesini çok iyi ayarlamış bir metin. Yazarın da insan olduğunu, duyguları olan bir varlık olduğunu düşünürsek zor yapılabilir bir şey bu. Kendiliğinden oluşan bir şey miydi yoksa böyle olmasını istediğiniz için mi böyle bir roman okuduk? Mesela Ferhan karakteri, okuyucunun bağ kurma isteği ile duygu durumu yaratma hali içerisine girmesinden dolayı da olabilir elbet, fakat sizsiniz gibi geldi bana! Beni en çok etkileyen karakter Ferhan olduğu için de olabilir tabii. Bu soruya yanıt verirken siz, şunu da sormak isterim ek olarak: Uzakta olan (hem fiziksel hem mecazi anlamda) niye bu kadar çok etkiler insanı? Neden yanımızdaki ile değil de uzakta olanla bir bağ kurmak isteriz ve bağımızı koparmak istemeyiz hiç?
A.G.: İkinci kez “roman” etiketini kullandığınız dikkatimi çekti. Zincirleme öykülerin roman bütünlüğüne eriştiği örneklere son yıllarda sık sık rastlar olduk ama benim nezdimde roman olarak tasarlanmış metinler yine de farklı bir yerde duruyor. Biri diğerinden üstün diye bakmıyorum kesinlikle; sadece farklı DNA’ları var.
Neyse, sorunuza döneyim. Mesaj metni yazmaktan, reçete yazmaktan kaçınmaya çalışıyorum ama ne kadar çabalasam bir yerlerden sızıyordur. Yeterince mesafeli durduğumu düşündüyseniz bu memnuniyet verici. Metindeki kişilere bir yandan şefkatle, anlayışla yaklaşırken bir yandan da kulaklarını çekme hakkımı saklı tutarım. Kısacası, niyetim, ne çok uzak, ne çok yakın durmak. Tamamen soğuk bir metin çıksın istemiyorum yazarken.
Ferhan’ı yazarken böyle bir sorunun yöneltilebileceğini tahmin ediyordum. Anne nasıl diğerlerinden ayrı bir köşede duruyorsa Ferhan da apayrı bir dünyada ve kitapta gurbet kanadının temsilcisi olarak diğer aile fertlerinin toplamı kadar yer işgal ediyor, dolayısıyla son derece görünür halde. Buna ek olarak, kitabın son sayfalarında hepimizin içinde Ferhan’dan bir parça olduğunu söylüyorum. Bunu sadece erkeklerin nesneleştirici maçoluğuyla sınırlandırmaya da gerek yok; kadın-erkek hepimiz genelinde yargılayıcılık, kendini dünyanın merkezine koyma güdüsü olarak adlandırabilirim. Hepimiz yaramız olduğu kadar gocunalım.
Asıl sorudan da kaçmamayım; Ferhan benimle tamamen alakasız da diyemem. Elbette ben de onun karşısına çıkan tutumlarla karşılaştım (beyazların kabilesine dahil edilme, egemen sınıfın tehdit algılamayıp kendinden kabul etmesi, masada yer açması, vs.), onunkine benzer korkular yaşadım (dünyanın öbür ucunda dost edinmek, aile kurmak), ama Ferhan’ın ilerlediği yöne (çok fazla ayrıntı vermek istemiyorum, okumamışlar için) doğru değil, başka bir yere gittim.
Onun kadınlara neredeyse karikatürleşmiş bakışına gelince, yine aynı şekilde sanırım belli bir içgüdüyü devralmış tüm bir erkek milleti olarak ne tarafa yürüyeceğimizi seçmeliyiz. Ucu cinayete kadar uzanan, bizi katillerle akraba eden erkek egemenliğinin bir parçası mı olacağız, eşitlik mücadelesinin yanında mı yer alacağız, mesele o. Coğrafyanın kader olması gerekmediği gibi biyoloji de yazgımız olmak zorunda değil.
Sorununun geri kalanına ilişkin: Uzakla geçmişi birleştiriyorum. Bir yer (burada istediğiniz kavramla boşluğu doldurabilirsiniz, ülke, mekan, dostluk, tarih, vb.) ancak geride ve uzakta (sizin dediğiniz gibi hem fiziksel hem mecazi anlamda) kalınca… değeri anlaşılıyor demeyeyim ama neyin ne olduğu yerli yerine oturabiliyor. Uzaydan dünya yuvarlak; eğer siz ayçiçeği tarlasındaysanız bütün gördüğünüz sizi saran bir sırık ormanı. Mesafeyle netleşen bakış açınız aradaki bağı da kuvvetlendiriyor şüphesiz. En azından benim için bu böyle.
– Yeni kitaplarınızı okuyacak mıyız Aziz Bey? Var mı kafanızda önümüzdeki yıllarda hayata geçireceğiniz yeni kitap projeleriniz?
A.G.: Okumaya ve yazmaya ayırabileceğim zamanın bollaşmasına çok az kaldı. Böyle planlar yapıp beyan etmek risklidir ama sırada iki kısa roman planladığımı söyleyeyim. İlki 21. yüzyılda Kuzey Kore benzeri bir ülkeyi yöneten bir Osmanlı padişahının şehzadelik günlerinden başlayan biyografisi, yani bir alternatif tarih romanı. İlk bölümünü öykü olarak üç yıl önce Öykü Gazetesi’nde yayımlamıştım. Diğeri içinse yine bir aileye odaklanacağım, bu kez 1980’e kadar geri gidip. Televizyonun siyah-beyaz olduğu, cunta liderlerinin nutuklarınınsa ilk renkli yayın denemelerini oluşturduğu yıllara.
– Beni kırmayıp vermiş olduğunuz söyleşi için çok teşekkür ederim.
A.G.: Ben teşekkür ederim.
Aynur Kulak