İspanyol şair ve oyun yazarı Alejandro Casona’nın Ağaçlar Ayakta Ölür adlı oyunu, 1964’te Memduh Ün tarafından ilk kez sinemaya uyarlanır. Bu film, aynı zamanda Yıldız Kenter’in ilk filmlerinden biridir. Torunu Orhan’la sevgi ve anlayış üzerine bir bağ kurmaya çalışan bir babaanneye karşı, ilişkilerini maddiyat ve çıkar üzerine kuran torun, geçmişin ve şimdiki zamanın insanını temsil eder. Bu karşıtlık temelinde kurulan anlatıda tek yara alan, en yakınına dahi olsa, birine koşulsuz bir sevgi sunmanın şimdiki zamanda bir risk olduğunu unutan taraftır, yani babaannedir. Çocukluğunda Orhan, bir gün tartışmaları sırasında dedesinden bir tokat yiyerek evden kovulur. Yıllar sonra Amerika’ya gittiğinin haberi gelir ama dede, on beş yıl boyunca karısını mutlu etmek için Orhan’ın ağzından mektuplar yazar. Adamın, karısı için kurduğu bu mutlu, korunaklı ama gerçek olmayan dünya, Orhan’ın on beş yıl sonra bir telgraf gönderip İstanbul’a döneceğini bildirmesiyle yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Babaanne, karşısında eşinin kendisini mutlu etmek için yazdığı mektuplardaki gibi bir Orhan bulmayacaktır şüphesiz. Adam, bu karşılaşma için endişelenirken gazetede Orhan’ın bindiği uçağın düştüğünü okur. Bu haber, karısı için mektuplar aracılığıyla kurduğu dünyayı devam ettirme olanağını aklına getirir. Elektrik idaresinde çalışan ve paraya ihtiyacı olan memur İzzet’ten ve genç bir kadından (Ayşe’den) yardım ister. İki genç, babaannenin karşısına Orhan ve dedenin mektuplarda yazdığı karısı rolüyle çıkarlar.
Dede, babaanne için mutlu bir aile tablosu çizerler. İki gencin eve geldikleri akşam, babaanne de kendini inandırır onun için kurulan bu dünyaya. Kocasına ölmekten ilk kez korktuğunu söyler. Dedenin para karşılığında torun ve gelin rolünü teklif ettiği iki genç, bir süre sonra babaanne ve dedeyle aralarında gerçek bir bağ kurarlar. Birçok kültürde yüceltilen kan bağından çok daha güçlü bir bağ kurulma olanağı vardır artık. Babaanne ve dedeyi daha yakından tanıdıktan sonra İzzet ve Ayşe’nin maddi bir beklentisi olmaz. Derken o günlerde gerçek Orhan ölmemiştir ve ansızın dedenin karşısına para istemek için dikilir. Beklediği, yüklü bir meblağdır. İstediği parayı alamadığı takdirde babaanneye dedenin kurduğu dünyanın gerçek olmadığını anlatacaktır. İzzet araya girerek Orhan’ı engellemeye çalışır ama sonunda babaanne, gerçek torunuyla karşı karşıya gelir. Derdinin para olduğunu konuşmalarının ilk anlarında dile getiren Orhan’la yüzleşme sahnesinde “Kanımdan gelen gerçek varlık, torunum, şu karşımdaki paçavra yığını mı?” der. Başından beri her şeyin farkındadır aslında. İzzet’in gerçek Orhan olmadığını ilk gördüğünde anlamıştır. Evdekilere açık vermez. İzzet ve Ayşe, bir gün evden ayrıldıklarında filmin sondan bir önceki sahnesinde babaanne şunları söyler: “Anlamadılar. Ayakta durabildim. İçten ölmüş ama ayakta bir ağaç gibi”.
Casona’nın yirminci yüzyılın ilk yarısında yazdığı bu oyunu, Memduh Ün filme uyarladığında yirminci yüzyılın ikinci yarısının başlarıdır. Zaman geçtikçe, değerler değişip dönüştükçe insanın da en başta kendinden kaybettiği çok şey vardır. Ağaçlar Ayakta Ölür, yüzyıllar boyunca çok yüceltilen kan bağının artık hiçbir anlamının olmadığını, güçlü sanılan tüm bağların yerini paranın aldığını anlatan bir hikâyedir ve 1960’lı yıllarda Yıldız Kenter’in usta oyunculuğuyla ete kemiğe bürünmüş bu karakterin yıkımını, değişen değer yargılarının onda bıraktığı hasarı anlatarak sinema aracılığıyla bir anlamda bir not düşmüş ya da bir şeyleri kaybetmeye başladığımızın sinyallerini vermiştir. Bu filmden yirmi beş yıl sonra Yıldız Kenter, yine Türk sinemasının usta yönetmenlerinden biri olan Halit Refiğ’in, Ağaçlar Ayakta Ölür’le kimi ortak temaları işleyen Hanım filmiyle çıkar sinema izleyicisinin karşısına. Memduh Ün’ün İstanbul’u hızlı bir değişimin arifesindedir Halit Refiğ’in filminde. Yalıların yerini apartmanlar alır, kentin görünümü her geçen gün farklılaşır. Mekânlarla birlikte insanlar da değişir elbette. “Ben”in “öteki”ni çoktan yuttuğu bir zamandır artık. Hastalığının gittikçe ilerlediğini öğrenen Olcay Hanım’ın kedisi Hanım için kapı kapı dolaşıp ona kendisinden sonra bakacak bir yuva araması, dünyanın kendisi etrafında döndüğünü sanan insanlara tuhaf gelir. Deli ya da yaşlı diye etiketlenir Olcay Hanım, mahalleli tarafından kolayca ve ne yapmaya çalıştığı üzerine hiç düşünülmeden. Hikâye ilerledikçe insanların yalnızca başka türden olan bir canlıya karşı değil, birbirlerine karşı da kayıtsız olduğunu görürüz. Olcay Hanım’ın kızının annesiyle, eşiyle, çocuğuyla iletişimi, daha doğrusu iletişimsizliği, bu yeni zamanın insanının farkında olmadığı eksikliklerini, yitirdiklerini ortaya koyar. Ne mahalleli ne de en yakınları anlayabilir Olcay Hanım’ı; fakat Halit Refiğ, derdini öyle yerinde karşıtlıklar ve göstergelerle anlatır ki izleyici, Olcay Hanım’ın kedisiyle kurduğu bağın değerini, biricikliğini duyumsar. İnsan ilişkilerinin yüzeyselliği ve her geçen gün içinin boşalmasına karşı bu bembeyaz kedi arılığı, kirlenmemişliği ve dolayısıyla Olcay Hanım’ın zamanını simgeler. İnsan ise hız kesmeden bu arılığı ortadan kaldırmanın peşindedir.
Yıldız Kenter’in rol aldığı bu iki filmde yokluğunu hissettiğimiz o başka zamanın ve insanların bir anlamda vedası gibi de olan Zeki Ökten filmi Güle Güle, Hanım’dan on yıl sonra izleyiciyle buluşur. Hanım filminde olduğu gibi Güle Güle filminin de hem yönetmeni hem de başrol oyuncularının büyük bir kısmı artık aramızda değildir. Bu yazının yazıldığı zamandan yirmi yıl önce son defa bir araya gelip kendi zamanlarının hikâyesini anlatırlar. Toplumsal sorunları son derece yalın bir biçemle işleyen Zeki Ökten sinemasını genel olarak düşündüğümüzde bu filmi fazlaca melodram kalıplarını kullandığı için eleştirenler olacaktır ama ben, Güle Güle’ye bu yazıda bahsettiğim, Yıldız Kenter’in rol aldığı diğer iki filmle birlikte bakmaktan yanayım. Evet, bir Yeşilçam hikâyesidir filmde anlatılan. Buruk, hüzünlü, geçmiş bir zamana ait; fakat o dünyadan bizim kaybettiğimiz gerçekliği bulmamız gerek. Aynı yerde, aynı zamanlarda doğan insanlar, hayatlarının son demlerinde yeniden bir araya gelirler, gelebilirler. Gerçek yaşamda bu filmdeki karakterler gibi çocukluktan arkadaş olup herhangi bir nedenle yolları ayrıldığında, çok değil, yirmi yıl sonra bile birinin diğerinin yüzüne bakmadan geçip gittiği insanların olduğunu hatırlarsak bu, çok büyük bir şans ya da o insanların birbirleriyle kurup devam ettirdikleri güçlü bağ, bu şansı doğuruyor. Gülten Akın’ın “İlkyaz” şiirinde “Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” diye bir dize vardır. Güle Güle’deki insanların, Hanım’daki Olcay ve Siranuş Hanım’ın, Ağaçlar Ayakta Ölür’deki babaannenin, dedenin ve hatta İzzet’le Ayşe’nin vakitleri de, istekleri de olmuştur “ince şeyleri anlamaya”. Peki, bizim böyle bir şansımız var mıdır? Karanlıkta kaldığımız bir anda Yıldız Kenter gibi insanların anlatmaya çalıştıkları hikâyeleri dinlersek ve o “yıldız”ın aydınlığının peşinden gidersek bizim de öğreneceğimiz, çözeceğimiz ve anlayabileceğimiz şeyler vardır elbet!
Bir izleyiciniz olarak bana yansıttığınız o ışık için çok teşekkür ederim Sevgili Yıldız Kenter. Her zaman sevgiyle ama maalesef bundan sonra özlemle…
Baran Barış