Bir kadın. Beş erkek kardeş. Güzel bir anne. Yakışıklı, asker bir baba…
Babası için sonraları ‘general’ diyecek, hatta bunu pasaportuna yazdırabilecekti.
Şöyle güzel, böyle akıllı diye tarif etmek yerine özetle; her anlamda çarpıcı bir kadın olduğu, ama en güçlü silahının aklı olduğu söylenebilir. Sanıyorum o da böyle anılmayı tercih ederdi.
Neydi misyonu? Neden birçok insanın hayatına girip düşüncelerini tetiklemiş, ufkunu açmış ama bunu yaparken bilhassa kendisinden bahsedilmemesini istemiş? Ve değiştirdiği tüm yaşamlardan gitmiş. Yani vazgeçmiş.
Belki Tanrısı; sorgulamalarına, hatta kimi zamanlar reddetmesine rağmen onda bir hakikat ışığı bıraktı ve o da bu ışığı kullanmıştı. Belki görevini tamamladığına inanıyor, o noktada her şeyi ardında bırakıp giderek vazgeçmeyi de kendine özgü adaletinden sayıyordu. Kim bilir…
Hiçbir terazinin tartamayacağı şeyleri sorgulamak bizim de işimiz olmamalı. Hele ki artık bu gezegende olmayan biri için. Ama yapıyoruz işte. Çünkü zamanın ruhu değişse de aslında bir türlü değişmeyen o toplumsal kalıplara sığdıramadığımız bir kadın o. Ve onu anlamaya çalışıyoruz.
Onunla ilgili ilk bilgilere, Freud’u reddedişim sonucunda kurduğum bağlantılar üzerinden erişmiştim. Aklımın bir kenarında hep öyle kaldı. Doğrusu, o devirde bir kadın psikanalist olarak yaşamış olması bile yeterince ilgi çekiciydi. Nazi Almanyası’nın hali düşünülünce, gerçekten o kadının Freud’un bu kadar yakınında, dost ve arkadaşı olarak kalabilmesi ilginç. Sonra, herkesten gittiğini, vazgeçtiğini, ama Freud’la kurduğu bağlantıyı ömrünün sonuna dek sürdürdüğünü öğrendim. İlişkileri mektuplar üzerinden devam etse de asla birbirlerinden kopmadıklarını görmek şaşırtıcıydı.
Çok derine inmeden, hızlıca yaptığım bir araştırmadan çıkan bu sonuçla tam beş yıl boyunca aklımda Lou ile yaşadım. Sonra elime geçen her Lou makalesi dahil, daha fazlasını da öğrendim; zamana yayıp sindirerek…
Yaftalar bitmiyor elbette. Bu edebiyat dünyasıyla kısıtlı olduğunda belki daha zarifmiş gibi gösterilebilse de nihayetinde o bilindik sona bağlanıyor: “Baştan çıkarıcı!”. Sahi bir insan baştan çıkabilir mı? Özellikle de Nietzsche gibi bir adam… Onunla, sırf baştan çıkarıcı olduğu için, herkesten esirgediği zamanını paylaşır mı? Üstelik bu ilişkiye seks de dâhil olmayacaksa? Bir kadını hiçbir zaman tam anlamıyla elde edememenin yarattığı bir saplantı mı sayalım bunu? Kadın yazarlar bile onu bu kalıbın içine sokmaya çalışırken, Lou’nun 36 yaşına dek cinsel yaşamının olmaması, kurduğu bağlarda seksi dışarıda bırakması da illâ bir travmaya mı bağlanmalı? Kardeşleriyle ne yaşamış olabilir? Bunun sebebi, babasına fazlaca düşkün oluşunda mı aranmalı? Tanrı’yı her zaman sorgulamış olmasına rağmen, o rahiple kurulan, asla sonlanmayacak bağı mıydı yoksa asıl mesele? Hepsi olabilir. Hiçbiri de…
Ben de sanırım bu işe kalkışmış diğer tüm kadınlar gibi biraz kendimden çalıp ona giydireceğim. Sevdiği şarkıları dinlemek, giysilerini tahayyül etmek, yürüyüşünü, sigarasını tutuşunu… Uzun uzun kafa yorduğu tek gerçeğin, yani Tanrı’nın var olup olmaması üzerinden yürüttüğü, birçok meşhur insanın ufkunu açtığı o esrarengiz aklın sırlarını çözebilmek mümkün mü? Belki “algılamak” demeliydim. Bu daha doğru bir sözcük olabilir.
Bir süre boyunca kafasında Bakire Meryem’i gezdirdiğini düşündüren, boynuna kadar kapalı elbiselerinin Yahudi kanının intikam ateşini temsil ediyor oluşu gibi görüşleri de Lou’nun zihnimdeki imajından sıyırıp attım zamanla.
Memeleri yoktu Lou’nun. O kadar küçüktü ki utanıyordu bundan. Erkek dünyasının acımasızlığı mı dersiniz, kadını kadın yapan şeylerin (özellikle de o zamanlarda) başında gelmesinden mi, bilemem. Bildiğim, bir kadının memeleri küçücükse, ön plana çıkarabileceği gerçek becerileri sergilemek daha da önemli hale gelir. Lou bunu başarmıştı. Ve o becerilerini öyle güzel sergiledi ki bugün hâlâ onu konuşuyoruz. Hatta “baştan çıkarıcı kadın” sıfatıyla anarak.
Fiziksel anlamda baştan çıkarıcı oluşunu neye borçlu olduğu belli; şehvetli dudaklar, iri gözler, sarı bukleli saçlar, uzun boy, kemikli bir vücut yapısı. Belki sadece gözleri ve gülüşüyle de eritebilirdi bu adamların hepsini. İlk etkiyi onlarla yaratıp, öldürücü darbeyi zekâsıyla gerçekleştirmiş de olabilir.
Belli bir yaşa kadar seks hayatı olmadığı halde, her koşulda ona sadık kalan, yanından ayrılmak istemeyen bu adamları peşinde böylesine sürükleyen şey de buydu belli ki. Üretmek isteyen, gerçekten üretmeye sevdalı birinin, ufkunu açabilecek bir zekâdan, bir tetikçiden başka neye ihtiyacı olabilir ki?
O tetikçiye sahip olmak… O adamların hepsini emzirdi. Bu son yazdığıma ben de sesli güldüm. Olmayan göğüsleri yerine zekâsıyla beslediğine göre, bunu bir anne şefkatiyle yapmış olduğunu hayal ediyorum. Belki bu yüzden kopamadılar ondan. Beslenilecek bir zekâ. Üstelik çarpıcı bir kadın görünümünde.
Gitmeyi bilen bir kadının cazibesi eminim tüm bu adamlar için dolgun memelerden çok daha kıymetliydi. Hepsi son derece zeki olan o harika adamlardan bahsediyoruz. Fikirleri ve sözcükleriyle çevrelerindeki herkesi büyüleyip etkileri altına alan, kendi alanlarında yeri doldurulamaz işlere imza atmış, yaşadıkları dönemde yarı-tanrı gibi görülmüş adamlar bunlar.
36 yaşındayken, yirmi yaşındaki “Rilke’ye bağışladım” diyerek terk ettiği bekâretiyle birlikte hayata ve ilişkilere farklı bakmaya başladığı bir evreye geçtiğini anlamak da zor değil. Sonrasında flörtlerine yine devam etmiş elbette. Ancak aldığı hazzın farklı bir anlam kazandığını gösteren bir şeyler var. Bunu, dikey geçişlerden vazgeçip, yatay geçişlerle ilerlemek olarak tanımlayabilirim. Örneğin, Andreas soyadını aldığı Von Salome’yi hayatının sonuna kadar taşımış olması, önceki dikey geçişlerinden biri. Gerçek anlamıyla aslında hiçbir zaman kocası olmamış bir adamı ömrü boyunca eş statüsünde tutmasına rağmen, ona yeterince değer vermemiş olduğu da ortada.
Dışarıdan bakmak yerine onun iç dünyasına girebildiğimizde, kendimizle bulandırmadan, sadece onun sesiyle düşünebildiğimizde (ki bu gerçekten çok zor); hayatı boyunca istediği gibi yaşamış, kendi şartlarını sunmuş, bu koşullardan neredeyse hiç taviz vermemiş bir kadın görüyoruz. Müthiş bir nefs!
Rilke’nin bile, satır araları dışında, Lou’dan bahsetmeye izni yoktu. Onu anlatan şiirlerinin bize ulaşmamış olmasını, bu muhteşem kadın için mahremiyetin son derece önemli olmasına, ona bir kutsala bağlıymış gibi bağlanmasına yorabiliriz belki, ne dersiniz?
Nietzsche onunla yaptığı uzun yürüyüşler sonrasında nefes almadan, oradan biriktirdiklerini yazmaya koyulurmuş. Lou’nun, karşılıklı etkileşimle, birlikte ortaya konulan tüm bu fikirlerden kendi adına hiç pay çıkarmaması da bu bağlılığından kaynaklanıyor olabilir. Sonradan küçürek birkaç cümle kurmuş olması, gösterdiği olağanüstü lütfu gölgeleyemez. Nihayetinde o da bir insan. Ama insanî zaaflarının asgari düzeyde olduğu anlaşılıyor.
Düşünsenize bir, yerinde siz olsaydınız ne yapardınız? İnsan psikolojisinin karanlık yönlerini açığa çıkarmayı başarmış sevgililer, takıntılı aşıklar ve her daim geri planda durmakta olan bir koca… Hepsine el vermiş ama o eli çekeceği zamanı da bilmiş. Bunu yaparken kendiyle nasıl bir hesaplaşma içindeydi? Asıl soru bu. Kendisini bir misyonun neferi olarak görmek, hayatı böyle yaşamaktan keyif almak, ama yeri geldiğinde acımasız olabilmeyi de başarmak.
Şimdi bir daha düşünelim. Birçoğumuz aslında tüm bunları yapıyoruz. Kendimizi onun yerine koyduğumuzda bakış açımız da tamamen değişti, öyle değil mi?
Aslı Filiz