Bu seferki yazıya oldukça basit bir bilmeceyle başlıyoruz!
Yani Bilbo Baggins’ in Dumanlı Dağlar’ ın derinliklerindeki o karanlık ve rutubetli mağarada, zavallı Gollum’ u kandırmak için yaptığı gibi, size cebimde ne olduğunu sormayacağım.
Hemen hemen hepinizin, cevabını şak! diye yapıştıracağı o basit soru şu:
“Türkiye’ de bir meslek olamayacak kadar değersiz olan ama aynı zamanda bir hobi olamayacak kadar da pahalı olan şey nedir?”
Tam da şu an, zihninizin derinliklerinde bir hatta muhtemelen birden fazla cevabın yankılanmakta olduğunu biliyorum. Ben bazılarını sizler adına şuracığa yazıvereyim müsaadenizle: Resim, heykel, spor, müzik, fotoğraf, seyahat ve hatta edebiyat… “Edebiyat mı? Yok artık kardeşim, o kadar da değil.” diyenleri duyar gibiyim. Fakat tahmin edersiniz ki, Metaverse aleminin aklımızı almaya hazırlandığı şu tuhaf dönemde, sayfalarca yazıyı bir daktilo aracılığı ile yazmaya kalkışmak ancak iflah olmaz nostalji düşkünlerinin işi olabilir. Bu bakımdan bir bilgisayara, tablete veya türdeş araç gereçlere illa ki ihtiyaç duyulacağını düşünmek abesle iştigal etmek olmayacaktır. Ve ayrıca, onlarca hatta yüzlerce kitap alma gerekliliği de cabası.
Demek ki, örnekler vererek ifade ettiğim edebiyat alanı da dahil olmak üzere güzel ülkemizde “sanat, teknoloji, gezi ve spor” ile ilişkili hemen hemen her alan, meslek olamayacak kadar az miktarda getirirken, bir hobi olamayacak kadar da çok miktarda götürmektedir.
Ancak biz bu yazıda bütün bu olguların hepsi ile tek tek ilgilenecek değiliz; asıl meselemiz müzik ve elbette onu icra ederek hayatta kalmaya çalışan müzisyenin hayatımızdaki yeri.
Tabii dileyen okurlar “müzik & müzisyen” ile ilişkili sözcüklerin yerine kendi alanları ile ilişkili kelimeleri koyarak da pek tabii okuyabilirler. Bu interaktif okuma biçimi vaktinizi alabilir ancak sizi temin ederim ki, dişe dokunur herhangi bir şey değişmeyecektir.
Bilenleriniz vardır, kızı der eskiler (maalesef bazı “yeni”ler bile), gönlüne bırakırsan ya davulcuya varır ya da zurnacıya… Bu düşüncelerin arasında sıkışan zavallı zurnacı ve davulcu ise bir gün evlenebilmeyi umut eder çaresizce. Şayet istemezlerse de bu toplumsal baskının bir sonucu olarak değil onların doğal tercihleri olarak kalabilmelidir. Ancak öte yandan, toplumun en fakir kesiminden en zenginine, en aristokratından sadece kendi halinde olanına kadar bir çoğu da bu kardeşlerimize düğünlerinde ya da kutlamalarında yer vermekten imtina etmezler. Varlığına bu kadar önem verilen bir eylemin emekçisinin böylesine yok sayıldığı çok az toplum vardır muhtemelen.
Tabii bu meselenin vahameti, davulcu ve zurnacı kardeşlerimizin mürüvvetine dair acıklı hikayeler ile ifade edilebilecek kadar basit değil maalesef. Bildiğiniz gibi, onlarca yıldır biri bitmeden öteki patlak veren ekonomik krizler, eşitsizlikler ve haksızlıklar arasında sürdürmeye çalıştığımız biçare hayatımıza, sanki bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de pandemi kabusu eklendi. Ve ardından tüm gece kulüpleri, barlar, kafeler kısacası canlı müzik icra edilen tüm mekânlar kapandı. Geçinemeyen bazı müzisyen kardeşlerimiz hayatlarına son verdi, sokakta yaşamak zorunda kalanlar oldu, ekipmanlarını satarak hayatlarını sürdürmek zorunda kalanlar da… Gayet doğal olarak bu konu üzerine çokça şey yazıldı, çizildi ve tartışıldı, tartışılıyor. Bu yazının bir tekrara düşmemesi için meseleyi pandemi bağlamında değil, müzisyenin görece daha iyi koşullarda yaşadığı, fakat maddi – manevi sömürülmekten yine de kaçamadığı, geniş bir zaman aralığında ele almak, yazının muvaffakiyeti bakımından daha faydalı olabilir.
Tahmin edebileceğiniz gibi, ister bir hobi olarak isterse de bir meslek olarak canlı müzik eylemini gerçekleştirebilmenin birden fazla ön koşulu bulunur. Emeğin ölçülemez kıymetini şimdilik bir kenara bırakırsak, bunlar arasından en önemli -ve hayati- olanı enstrümandır: Gitarlar, klavyeler, amfiler, mikrofonlar, vurmalılar, teller, elektronikler ve daha niceleri. Ülke gündemini takip eden bir müzisyenseniz şayet, mevcut iktidarın 2020 yılının ikinci yarısında müzik aletlerine getirdiği %30 ek vergiyi de hatırlamakta zorlanmayacaksınızdır. Bu ek vergiler ile birlikte güncel kur farklarının (müzik ekipmanları endüstrisi yeterince gelişmemiş bir ülke olmamız hasebiyle) bir müzisyeni hangi ölçüde fakirleştirebileceğini, hali hazırda kısıtlı olan hareket ve ilgi alanını nasıl daha da daraltabileceğini ve hatta mesleki açıdan ele alırsak da nasıl işsiz bırakabileceğini öngörmek için birer kahin olmaya ihtiyacımız yok. Bugün bırakın iyi bir gitar satın alabilmeyi, şayet gitarınız varsa üzerine takabileceğiniz bir takım teli alabilmek için dahi ciddi bir bütçe ayırmanız şart. Detaylara daha fazla girip zaten sıkkın olan canımızı daha da sıkmanın lüzumu yok. Velhasıl bu durum, Türkiye’ de “yaşamakta” olan hemen hemen her müzisyen için geçerlidir.
Ülkemiz müzisyeninin engebeli mesleki serüveninde karşılaştığı başka bir -hayati- engel ise, emeğinin toplumsal olarak “eğlence” kavramının ardına itilerek bir anlamda görünmez kılınıyor olması. Bu toplumsal yargının sığlığı, müzisyenin emeğinin çeşitli işletmeler ve şahıslar tarafından kolayca sömürülebilmesinin önünü açmaya yetiyor da artıyor. Söz konusu emeğin salt eğlence kavramına indirgenmesi, müzisyenin mesleki açıdan ciddiye alınmamasına sebep olabiliyor ve dolayısıyla sigorta, düzenli ve yeterli ödemeler gibi asgari haklara dahi erişebilmesini olumsuz yönde etkiliyor. Ayrıca müzik emekçilerinin birçoğu, mobbing derecesine varan baskılarla, şiddet içeren müdahalelerle ve hukuksuz işten çıkarmalar gibi korkusuzca gerçekleştirilen ve ekonomik gündemin bütün yüküne rahmet okutacak cinsten eylemler ile de sıklıkla karşı karşıya kalabiliyorlar.
Öte yandan içinde bulundukları bu görünmezlik durumunun bir başka sebebi daha var artık: O da hepimizin sıkça kullandığı dijital müzik platformları ve onların yarattığı yeni müzik tüketim biçimi. Yeni bir albümün veya teklinin, bir akıllı telefon ya da tablet ekranına yansıyan o ilgi çekici görselleri, severek dinlediğimiz şarkıların var olabilmesini sağlayan tüm emekçileri gölgesinde bırakıyor. Kısacası, bir zamanlar fiziksel albümlerin kartonetlerinde yeri olan müzik emekçileri şimdilerde deyim yerindeyse yok sayılıyor.
Bir de bütün bunlar yetmezmiş gibi, “çalgıcıya” kimse kolay kolay kız da vermiyor!
Ve nihayet yazının sonuna ağır ağır yaklaşırken, rotamızı kafelerle, restoranlarla ve barlarla dolu kanlı canlı bir sokağa çeviriyoruz. Sağda solda açılan kapılardan kimi kulaklarımıza tanıdık gelen, kimiyse ilk defa işittiğimiz şarkılar, türküler sızıyor sokağa. Cayır cayır gitar sololarının, bıçak gibi keskin bir vokalin ve yürek titreten ritimlerin yükseldiği bir mekâna doğru alıyoruz yolu. Yüzler ve içkilerini tutan eller hep birlikte tek bir yönü işaret ediyor sanki bize. Biz de becerebilirsek o kalabalığın arasından sıyrılıp sahneye birkaç adım daha yaklaşmak ve Sweet Child Of Mine parçasının o eşsiz solosunu amfinin yakınından dinlemek istiyoruz. Zaten grubu da tanıyoruz…
Ve ardından gecenin sonuna geliyoruz…
Biz yepyeni anılarla, heyecanlarla ve şanslıysak belki bir sevgili ile fakat biraz da utanarak ayrılıyoruz; müzisyenler ise saatlerce ter döküp “Bu gece iş yoktu gençler…” pazarlıklarıyla biten bir gecenin hayal kırıklıklarıyla…
Hayda! İyi de biz neden utandık şimdi durup dururken?
Şöyle ki; içeri girerken kapıda bilet parası ödememek için verdiğimiz tuhaf ve küçük çabalar geldi aklımıza da o sebeple. Yüzümüz hafifçe kızardı, ama en azından bu ülkede müziği hobi olarak da iş olarak da yapmakta zorlanan müzisyenlere birkaç adım daha yaklaşmış olduk.
Bu da kısa günün kârı olsun…
Eren Tümer