Selen Gülün’ü anlatmaya nereden başlamalı? Piyanistliği, besteciliği, şarkı yazarlığı, şarkıcılığı, aranjörlüğü, orkestra şefliği, eğitmenliği, inandıkları, vazgeçmedikleri; bu liste nereye kadar gider bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki memlekete ilk döndüğümde dinleyicisi olduğum fakat o zamanlar tanışmamış olduğum bu süper-kahramanı arayıp tavsiyelerini istediğimde ilk müsait zamanında benimle buluşup cebindeki tüm bilgiyi ve havuçlu kekini benimle paylaşmıştı. O zamandan bu zamana “Kadınlar Matinesi” projesi sayesinde sahnesinde misafir oldum ve daha nice müzikal projelerde Selen’le bir araya gelme mutluluğunu yaşadım. Eğer Selen Gülün’ü henüz dinlemediyseniz ya da dinleyip de doyamadıysanız “Kadınlar Matinesi” sürpriz konuklarıyla 14 Ekim Pazar günü saat 19:30’da Kadıköy KargART sahnesinde olacak, hepinizi bu özel konsere bekliyoruz.
1) Son birkaç yıldır Japonya’dasın ve doğuda, farklı müzisyenlerle, çeşitli ülkelerde birçok konser vermektesin. Bize o coğrafyadaki müzikal iletişimden ve dinleyiciden bahsedebilir misin?
Selen Gülün: Ben 2001’de İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik bölümünde ders veren genç bir hoca iken kendi müziğimi yurt dışında çalmanın yollarını bulmam gerektiğini anladım ve bunun için çalışmaya karar verdim. Fikrin çıkış noktası kişisel sebeplerden çok o sırada öğrencim olan, şimdi hepsi harika birer müzisyen olmuş müzisyen arkadaşlarıma yol yöntem göstermem gerektiğini fark etmiş olmamdır. Düşünsene biz hepimiz sürekli aynı yerlerde, aynı ücretlere, aynı kişilere çalıp dursak bundan nasıl topluca bir tatmin elde edebiliriz ki? Zaten elle sayılır sayıda kulübe sığışmaya çalışmak gelecek için kimseye çok fazla umut vermiyor haliyle. Sadece caz müziği ile ilgili bir insan olmamış olmam, ya da müziğin çeşitli alanlarıyla ilgili olmam diyelim kapıların daha kolay açılmasına yardımcı oldu. İngiltere’den senfoni orkestrası eseri yazmak için ödül aldım British Council’den, Londra’da yaşadım kısa bir süre. İtalya’dan Donne in Musica vakfından akademik araştırma desteği ve bursu aldım. Roma’ya gittim ve orada yaşadığım dönemde İtalyan müzisyenlerle tanıştım. Zaten Berklee College of Music’te okuduğum dönemde sağlam müzisyenlik ve arkadaşlık ilişkileri kurmuştum. Onlarla görüşmeye çalmaya devam ettim. Yani sonunda şu duyuyor, buna söylüyor, onunla tanışıp proje yapıyorsun, bir festivalin ilgisini çekiyorsun vs derken ciddi bir ağın içinde buluverdim kendimi.
Çaldığım, eser çaldırdığım ülkelerin hepsi kendine has özellikler taşıyor elbette. Ben kendi müziğimle gidip yerel müzisyenlerle çalmayı tercih ediyorum. Bütçe açısından da seyahat etmek kolaylaşıyor ama bunun dışında asıl o ülkenin insanlarıyla daha yakın temas bir iletişim kurabilme şansına sahip oluyorsun. Mesela İzlandalı müzisyenler ile 2 konser çalmak, hızlandırılmış güncel İzlanda dersi gibi bir şey. Aile hayatları, yeme içme kültürleri, müzikal tercihleri belki orada 10 gün kalarak öğrenebileceğin birçok bilgiyi anında özümseme şansına sahip oluyorsun. Bu harika bir şey, müziğin açtığı iletişim kapısında sözcük engeli olmuyor. Ben Japonya’da tek kelime konuşamadım ve 15 dakika önce tanıştığım bir dünya müzisyeni ile (Keiji Haino veya Keisuke Ohta da bu kategoriden sayılabilir) 90 dakikalık özgür doğaçlama konserleri çaldım. O yolculuğu başka hiçbir şeye değişmem. İtalya’da müzisyenlere saygı vardır ama kulüpler ile benzer problemler yaşıyoruz. Beklenmedik yerlerde çalma şansın olur ama Roma Müzesi gibi. Müzik kültürün içindedir, yanında ıslık çalan, şarkı söyleyen insanlar geçer sokakta. Japonya’da müzik ve sanat dalları ama özellikle Caz baş tacı ediliyor. Dünyanın hiçbir yerinde sanatçıya bu kadar değer veren başka bir toplum görmedim. 150’den fazla kulüp var Tokyo’da sadece caz çalınan. Konserlerden sonra CD satabiliyorsun. Her yerde ama her yerde caz çalıyor. Bu bile sanırım yeterince güzel özetliyor durumu. Müzisyenlik seviyesi de çok yüksek. Avustralya’da Sydney’de çaldığım bir konsere gelenler ertesi yıl çaldığım konserime yine geldi. Oturmuş bir caz kültürü var. Yakından takip etmeyi seviyorlar dinleyip beğendikleri müzisyenleri. Japonya’da ise zaten fan olma kültürü var. Bir de konserden sonra hislerini paylaşmak isteyen insanlar oluyor, dünyanın birçok bölgesinde böyle bir şey yaşamıyoruz. Kamboçya’da da çaldım güzel üç kulüpte. Kalabalıktı ama insanlar konuşmaya devam ediyor. Kültür oturmamış. Geçmişlerine bakarsan bir caz konseri olabilmesi bile şu an harika bir adım zaten. Şimdi hedefimde Kore’de çalmak var. Bakalım orada durumlar nasıl?
2) Duymamış olanlar için Kadınlar Matinesi projesinden bahsedebilir misin?
S.G.: Ben bu projeyi daha çok yurt dışı odaklı olarak 2011’den beri yapıyordum. Projenin özünde bu topraklardan yetişmiş kadın yaratıcı müzisyenlerin müziklerini yeniden yorumlamak var. 2010’dan beri akademik olarak da kadın merkezli toplumsal cinsiyet ve müzik konulu çalışmalar yapıyorum. 2014’te diğer projelerimin yoğunluğuna rağmen ayda bir düzenli olarak Cafe Mitanni’de çaldık. Gurupla birlikte şimdiye kadar sahnede 20’den fazla kendi müziğini yapan kadın besteci, şarkı yazarı ağırladık. Monika Bulanda ve Ceyda Köybaşıoğlu projeyi düzenli çalmaya başladığımda benim için kemik grup oldu. Ceyda benim Bilgi Üniversitesi Müzik bölümünden öğrencimdir. Çok eskiden tanırım. Monika aynı zamanda sanatçı olarak da işlerini beğendiğim birisidir. Bir araya gelmemiz rastlantı değil. Projeyi kadın müzisyenlerle çalmak iddiam yoktu, hala da yok. Amaç o değil zaten esas olarak besteler ve şarkıların üretimine ve görünürlüğüne destek olmaktı kafamdaki. Ama süreç böyle gelişti, çok da güzel oldu. Ben düzenlemeleri yapıyorum, hep beraber provasını yapıyoruz. Şarkının sahibi de gelip sahnede canlı söylüyor bu yeni düzenlemeyi. Çoğunlukla onlara da sürpriz oluyor düzenlemeler, provaya onları çağırmıyoruz. Bu sebeple bir çeşit yetkinlik beklentisi var bu projenin diyebilirim. O konserlerin belki de en anlamlı olanlarından birinde, 8 Mart 2015’te Değer Deniz de sahne almıştı. 2 ay sonra, 5 Mayıs’ta da kendi evinde öldürüldüğü haberini aldık. Çok ağır geldi bize hala da Değer’in kaybını normalleştirebilmiş değilim içimde. Bu acının bir çeşit transformasyonu oldu bu albüm. Teklif A.K. Müzik’ten geldi. Benim bu proje sürekli bir proje olduğu için kafamda bunu albüm yapmak niyetim yoktu. Ama albümün içinde de yazdığım gibi teklif gelince “şimdi değilse ne zaman” diye düşündüm. Senin gibi birlikte çalışmaktan hoşlandığım, müziklerine yakınlık duyduğum arkadaşlarıma haber saldım. Onlardan bazı parçaları kendim talep ettim, bazılarından alternatif istedim, aralarından seçtim, düzenlemelerini yaptım. Onlar da katıldılar kayıtlara. Hep birlikte kaydettik albümü. Birçok duygu aktarımı oldu. Dayanışma içinde, sıcak, samimi ve sorunsuz geçen bir kayıt süreci geçirdik. Albümü de sahnede birlikte çalıştığım tüm müzisyen arkadaşlarımı da çok seviyor ve sayıyorum. Sayenizde hep birlikte üretmenin keyfini sürüyor kendimi şanslı hissediyorum. Albümün bu sene yirmi beşincisi gerçekleşecek İstanbul Caz Festivali’nde 29 Haziran’da Zorlu Drama Sahnesinde bir konseri oldu, sen de sahnedeydin. Merak edenleri ve dinlememiş olanları canlı izlemeye, dinlemeye bekleriz.
3) Bestecilikte ve şarkı yazımında olmazsa olmazların var mı?
S.G.: Şarkı yazımında öncelikle bir hikayem olması gerekiyor. Tek başına bir akor planı üzerine şöyle de sözler olsun diye yazdığım şarkı sayısı azdır. Ya da bir loop yapı üzerine söz yazdığım da azdır. Genellikle sözler ve müzik birlikte ortaya çıkıyor. Bir şey yazmaya başlayıp heyecanlanınca genellikle yarım bırakırım, özellikle beyin nadasına bırakmak gibi bir şey. Akışında bitirdiğim şarkı pek yok. Genellikle duyguyu ve hikâyeyi anlarım not alırım ve beklerim. Sonra yavaş yavaş çalışırım, sözleri düşünürüm, değiştiririm. Tekrar tekrar çalar söylerim. Sonra da gerçek notaya aktarırım. Ama sözsüz müzik yazdığımda onlarca değişik şekilde çalışıyorum. Bestecilik eğitimim sebebiyle piyano başında olmam lazım veya bilgisayarda yazıyorum gibi kendimi ses ve renk açısından kısıtlayan bir dünyam yok. Herhangi bir ortamda dilediğim gibi çalışabiliyorum. Bir heykel şekli, bir kitap paragrafı, bir film karesi, bir duygu, bir düşünce, dağlar, arkadaşlar ya da bir hayal ettiğim bir tını müziğe konu olabiliyor. Hatta enstrümanın kendisi tek başına müzik yazmaya başlamama sebep olabiliyor. Uçakta, tatilde bahçe masasında, kütüphanede her yerde müzik yazmam mümkün oluyor. Bir keresinde Alman bir modern ensemble için TRE diye bir eser yazıyordum, o dönemde New York’taydım, düzenli kütüphaneye gidiyordum çalışmak için. Eser 1 ay sonra Berlin’de çalınacak ve kaydedilecekti sınırlı zamanım vardı, hızlı çalışmam gerekiyordu. Kalem, kağıt, silgi ve cetvelle çalışıyordum, açık notasyon kullanan bir eserdir TRE. Karşıya dalıyorum, boş bakıyorum sonuçta o sırada aklımdan fikirleri geçiriyorum yazmak için. Fakat sürekli orada çalışan bir adama doğru bakıyormuşum farkında değilim tabii Adam yanlış anlamış haklı olarak gelip konuşmak tanışıp yakınlaşmak istedi durumu açıklamam çok zor olmuştu. Küçük not defteri gibi porte çizimli defterler taşıyorum genellikle ne olacağı belli olmuyor çünkü! Daha ciddi eserler üzerinde çalışıyorsam masa başında düzenli çalışmaya çalışıyorum ve muhakkak yanımda Alfred Blatter’in enstrümantasyon ve orkestrasyon kitabı ile Kurt Stone’un Music Notation in the Twentieth Century kitaplarını bulunduruyorum. Hayatımda en çok severek çaldığım caz parçam olan Spontaneous Living’i (Answers, Pozitif, 2010) ise Migros’tan alışverişten dönmüştüm elimden torbaları bıraktığım gibi yazmıştım piyano başında. Böyle şeyler de olmuyor değil.
4) Ufukta yeni projeler yeni albümler var mı?
S.G.: Ben Japonya’ya yerleştiğimden beri nedense çoğunlukla ikili konserler çalmaya başladım. Bunu aslında dil engelini aşan bir diyalog arayışı olarak görüyorum. Kendim de hayatımın daha az konuşmak istediğim ama bir yandan daha çok paylaşmak istediğim bir dönemine geldim sanırım. Bunu yapabildiğim en iyi alan elbette müzik. Karşıma da Japonya’da bu ihtiyacımı giderecek, bunun yanı sıra iç dünyamı zenginleştirecek müzisyenler çıkıyor. Ben de duo performanslardan oluşan bir albüm kaydetmeye başladım. İlk kayıdı Roma’da Marcello Allulli (tenor sax) ile yaptım. Sırada kemancı Keisuke Ohta ile kayıt yapmak var. Bunun dışında bir Quartet albümü kaydetmeyi planlıyorum. Güzel bir ekip kurdum Tokyo’da. Uzun zaman sonra söylemeden yine sadece caz bestelerimi çaldığım, içinde Amerikalı Alto saksafoncu David Negrette‘nin de olduğu ekip ile kayda gireceğim fırsat bulduğumda. Birikmiş parçalar var onları çalıp kafamdan silmem lazım. Bunun haricinde Japon edebiyatı etkisi ile ilerlettiğim bir proje var daha uzun çalışmamı gerektiriyor. Onun araştırmalarına başladım geçen sene. Bu sonbahar Soprano ses, Kontrbas ve Piyano için çok bölümlü eser olarak onu yazmaya başlayacağım. Ne zaman biter, sonra bu eserle ne olur onu kestiremiyorum. Hakan Kurşun’a bir solo albüm sözüm var. Belki her şeyden önce onu çalarım.
5) Bu aralar kimleri dinliyorsun?
S.G.: Aslında tam da bu soruya uygun en içten cevabı geçen ay bloguma yazı olarak yazmıştım. İlgilenen varsa şuradan okuyabilir:
http://selengulun.blogspot.com/2018/04/muzik-dinleyemiyorum.html
Bu yazıda en önemli sorunsal olarak bahsettiğim ’ne dinleyeceğimi bulamıyorum’ konusunun yanında fiziki olarak bulunduğum yer sebebiyle biraz Japon müzisyenler ve besteciler dünyasındayım bu aralar. Daha önce belirttiğim gibi Japonların caz müziğine sonsuz ilgisi var ve tabii dünya çapında harika müzisyenleri var. Toshiko Akiyoshi dinliyorum mesela Big Band müziğini çok özel bir yere getirmiş bir besteci. Down Beat’ın ilk en iyi caz müziği besteci ve düzenleyicisi ödülünü almış ilk kadın bestecidir. Çok özel bir piyanist ve özgür doğaçlamacı olan Yosuke Yamashita var, onu dinliyorum. Cecil McBee (baş) ve Pheeroan akLaff (davul) ile birlikte çaldığı müthiş bir Trio’su var. Yamashita’yı belki Kiyoshi Awazu’nun kısa filmi Burning Piano performansından tanıyorsundur eğer dinlemediysen daha önce. Başka mesela piyano’da yeni ne çalışabilirim diye “yeni müzik” eserleri ararken eserleri ile tanıştığım Yasuo Sueyoshi, Shin-ichiro İkebe ve Akira Nishimura dinliyorum. Değişik bir dünyaya daldım diyebilirim. Bunun yanı sıra Türkiye’de arka arkaya çıkan alternatif müzik dünyası ve caz albümlerini de takip etmeye çalışıyorum. Enteresan bir açılım var.