BUSE
Hayatlarında bir kere âşık olanlar
Âşık oldular ona…
7 pasaklı gömleğinden ikisi
Zulada saklı olsa da
Yol boşken çıktı yola…
Aynı çekingenlikle
Uzun uzadıya atıldı adımlar
Kaldırımların yolla kesiştiği
Asfalt kokan bir aşktı boş sokaklar
Ve
Bir şehirden diğerine atılmış
Araba yemli oltalardı yollar
Hatırı sayılır bir yudumda tükenen
Yağmurun uğramadığı zamanlarda
Çıkınlardan taştı telveler…
Hadi biraz kahve
Hadi biraz kahve…
Ayarlıydı saatler
999 beklemeyen 1000 nasihatlere
Kollarına bayrak diken tüylerde
Hayat bulan sinirler
Yolların şeritlerine paralel…
Bir diğerine aldırmayan adımlar
Dar bir geçide vardığında
Çoktan yanmıştı bütün farlar
Denizin taşırdığı balıklarla başlayan dans
Telveleri ezen ayaklarda gezindi…
Sotaya yatmış tüm lambalar
Tepilesi adımlar altında
Katlini gören şeritlerle bir
Eriyen asfaltın yakamozlarına gömüldü
Hadi biraz kahve
Hadi biraz kahve…
Bir şey yazacak durumda değilsinizdir. Bunu, yazmamak için her türlü bahaneye sığınmanızdan anlamışsınızdır çoktan.
Sanırım başımdan geçenleri anlatmayı sevmiyorum. Az ya da çok öncesi, ne kadar geçmişte olduğunun da bir önemi yok. Onları anlatırken betimleme yapmak zorunda kalacağım zamanları fakir fukaraya dağıtıyorum. Böylece hem sevaba giriyor hem de zamanı olmayanların imdadına yetişiyorum. Üstelik aman ne komiğim de! Gülme efektleri uçuşuyor sağımdan solumdan.
Peki, yolun sesi olur mu? Ya kaldırımların? Yolun ve üzerindekilerin sesini ayırmak mümkün müdür? Mümkün müdür, her sese bir anı tayin etmek ve onu belleklere yerleştirmek?
Neden bu sorular? Bu sorular, çünkü bellekleri bağlıyor yollar. Ve ortak bilincin ağlarını örüyor yollar. Ki gördüğünüz rüyanın nirengi noktaları ve hatırlama anları onlar.
Hadi, hep birlikte hatırlayalım. Milyarlarca yılın ortak bilincine ulaşalım hep birlikte. Sonrası zaten koca bir rüya evreni… Ve tabii onu takip edecek çoklu evrenler. Nasıl da açız sonsuzluğa; daha ne olduğunu bilmeden üstelik.
Hikâyeleri katlanılır kılan, hep aynı ortak noktalara parmak basmaları; önemli kılansa, ortak tek bir noktalarının olmamalarıdır. Ve hiçbirinin de hiçbir farkı yoktur notalardan.
Yolun bitmesi için her şeyi yapmaya hazırdım. Tükendiğinizde, en çok sarılmak istediğiniz şey hep son oluyor nedense. Zamandan öğreneceğimiz ne çok şey var. Bunlardan biri de, son diye bir şey olmadığı…
Kara kaplumbağalarının iyi birer tırmanıcı olduklarını bilmiyordum. Yine paldır küldür tırmanırken fark ettim bunu. Ve ayağımda pedalları gidiyordu bisiklet… Yolun sağ tarafındaydım her zamanki gibi. O da sol tarafında. Ben çıkıyordum, o iniyordu. Enteresandı sağ-sol kuralını bilmesi. Trafik denen akış sadece insanlar için geçerli olmamalıydı. Tek endişem vardı; o da haddini bilmez bir araba tarafından üzerinden geçilmesiydi. Hayat rutinine ve akışına müdahale etmek istemesem de, ezilme olasılığı içimi kemiriyordu…
Bisikletten inip, yanına gittim. Yanıma gelmesini bekleyemezdim. Eğilip ellerimin arasına aldım. Nefes alışlarını duyabiliyordum. Önce yorgunluğuna verdim giderek hızlanan nefes döngüsünü. Sonra bana öfkelendiğini anladım. Tüm ayaklarını seferber etmiş, ellerime darbeler indirmeye başlamıştı. Yukarı doğru 30-40 metre yol alıp, yolun kenarındaki toprak araziye bıraktım onu. Azıcık kenarlardan eğim boyunca bir düzlük, yoldan uzak tarafındaysa birkaç metrelik ve oldukça dik yamaçları olan bir araziydi. Yamaç tırmanırken ters dönme ihtimaline karşılık yine yola mı koysam diye düşündüm. Malum, ters dönmeleri durumunda kendini kedilerine doğrulmaları mümkün olamıyor ne yazık ki. Tekrar yola bırakmayı ve ezilme tehlikesini de göze alamazdım. Nefes alışları daha da hızlanmış, ayakları elimi acıtmaya başlamıştı.
Yola bırakmayı iyiden iyiye düşünmeye başladım. Hatta bisikletle ta en aşağılara götürüp düzlük bir yere koymayı bile düşündüm. Yakınlarda bir yerlerde yuvasının olma ihtimaline karşılık vazgeçtim bu düşüncemden.
Keyfini kaçırmıştım, buna emindim. Düzenini bozmuştum, buna da emindim. Yerinden yurdundan etmiştim, haberim bile yoktu. Doğanın düzenine karışmak ve müdahale etmek haddine mi a salak! Ayıkla pirincin taşını şimdi. Tabii kaldıysa taş, kaldıysa pirinç.
Hakkında çok az şey bildiğim bir canlıya sırf acıma duygusu ve hayvan sevgisi yapaylığıyla yanaşmış, hiç hakkım ve haddim olmayan bir işe bulaşmıştım. Sonuçlarına katlanacaktım elbette.
Ne sonucu, abartma salak; ne sonucu?!
Ertesi gün onu bıraktığım yerde bulmak umuduyla tekrar aynı noktaya gittim. Bulamadım tabii. Yerinde yeller esiyordu. Ne bekliyordum ki; hiç kimseyle yüz göz olmadan beni beklemesini mi? Onca kısmetini geri tepmesini mi? İnsanların her zaman hemtürlerine karşı oluşturup savurduğu bu duyguyu, bu düşünceyi bir kaplumbağaya karşı hissetmekle, inanılmaz benliğimle bir kez daha gurur duymuştum. O kadar büyümeye ve kabarmaya meyletmiştim ki, megolamanyaklığım giderek daha da manyaklaşmaya başlamıştı…
Kaplumbağaların nasıl beslendiği, neler yediği konusunda oradan buradan edindiğim derme çatma bilgilerle yanıma yiyecek ve su kabı da almayı ihmal etmemiş, gittikçe yapaylaşan duyarlılığıma istemsizce uyuz olmaya başlamıştım. Aman nasıl da iyi biriydim ben; tam bir aman amandım. Düşünce ve duyarlılığı ayyuka çıkmış reseptörlerim, doğayı ve canlıları seven yanlarım ve organlarım vardı. Küçük küçük böbürlenmelerim, çoğu bok kıvamında olsa da, büyük büyük taşkınlıklarım vardı. Olur olmaz ve öngörülemezdim. Yiyecekleri ve su kabını, ondan en son ayrıldığım noktaya bırakıp, yoluma devam ettim.
O muydu bilmiyorum ama, yaklaşık bir ay geçtikten sonra, yine aynı yolda ve fakat bu kez çok daha yukarılarda karşılaştım onla. Bu sefer tırmanmıyor, iniyordu. Yanına gittim ve aynı safsatayı, aynı saçmalığı tekrar başlattım…
“Yaşam inişleri ve çıkışlarıyla aşağı-yukarı sürekli tekrar eden ve aşağı yukarı hep aynı şeylere tekabül eden…”
Lafını bitirmeden ağzını kapatıp, o güzel dudaklarına yapıştım. Hep tekrardan ibaret olsa da, öpüşmek kadar güzeli yoktu… Aşağı yukarı yani.
Kenan Yaşar