Ataşehir Belediyesi Cemal Süreya Sergi Salonu’nda 1 Ekim’de açılan ve 30 Ekim’e kadar sürecek olan Harikalar Diyarı sergisinin Küratörlüğünü Marcus Graf, Asistan Küratörlüğünü ise Öykü Demirci üstleniyor. Sergi Baysan Yüksel’in farklı dönemlerdeki eserlerinden oluşuyor. Eserler yerleştirilirken tarihe göre bir sıralama tercih edilmemiş.
Sergi, insanı gerçekten başka bir diyara götürüyor. Sanatçının yarattığı bu dünyada herkes kendisinden bir şeyler buluyor. Ve hayatın telaşı içinde kendine nasıl yabancılaştığını fark ediyor aslında. İnsanı etkiliyor ve ufak bir yüzleşme yaşatıyor ancak bunu kesinlikle olumsuz anlamda yapmıyor. Gölge yanlarımıza değinirken onlarla yüzleşecek cesareti bize veriyor, yalnız değilsin diyor bir nevi…Umutta her zaman eserlerinin önemli bir parçası. Nefes aldığımız sürece umut vardır diyelim ve serginin küratörü Marcus Graf ile olan kısa söyleşimiz ve ardından sanatçı Baysan Yüksel ile olan söyleşimize geçelim…
– Sergi fikri nasıl ortaya çıktı?
Marcus Graf: Baysan güçlü ve genç bir sanatçı. Eserleri çağdaş, özel ve sıra dışı bundan dolayı seçtik.
– Sergi için 400 eser arasından 65 eser seçilmiş. Bu seçim nasıl oldu? Küratöryel süreç nasıl işledi?
M.G.: 2007’den bugüne kadar olan bir seçki yapmak istedik. Bir nevi retrospektif… Bundan dolayı farklı dönemlerden seçtik ve sergi bu şekilde ortaya çıktı. Aynı zamanda mekana yerleştirirken son seçki ortaya çıktı.
– Merhaba, öncelikle bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
Baysan Yüksel: Merhaba, ben Baysan Yüksel. Çok disiplinli bir sanatçıyım. 1984 yılında Bursa’da doğdum. Lisans eğitimimi 2007 senesinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Sosyoloji üzerine tamamladıktan sonra 2010 yılında Marmara Üniversitesi’nde Resim bölümünde yüksek lisansımı tamamladım. 15 yılı profesyonel olmak üzere yaklaşık 20 yıldır sanat üretiyorum.
– Sosyoloji bölümü mezunusunuz. Bunun eserlerinize, sanata bakış ve ele alışınıza nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?
B.Y.: Mutlaka etkisi olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce eleştirel düşünce, gözlem gücü ve yorumlama yetisi üzerine çok büyük katkıları oldu. Hayata baktığım pencerenin genişlemesini sağladı. Özellikle sosyoloji okuduğum yıllarda ürettiğim işler daha direk bir dille toplum eleştirisi üzerineydi. Bu sergide de o işlerden seçilmiş örnekler mevcut. Zamanla bu direk dil yerini daha soyut ve örtülü bir dile bıraktı.
– “Harikalar Diyarı”na yolculuğumuz “Kıral” ile başlıyor. Biraz kraldan, neyi simgelediğinden bahsedebilir misiniz? Bizi “Harikalar Diyarı”na götüren neden o?
B.Y.: “Kıral” sergiyi açan, bizi harikalar diyarında ağırlayan bir çalışma. Serginin küratörü Marcus Graf’ın seçimi ve anlatısı içinde de önemli bir yeri var. Biz “Harikalar Diyarı”na girdiğimizde aslında Kıral’ın dünyasına, onun yarattığı bir krallığa da adım atmış oluyoruz. Gözlemlerle, hayal gücüyle yaratılmış, içeriden dışarıya doğru akan bir dünya bu. Aynı zamanda “Kıral” cinsiyetten de bağımsız bir karakter. Dişi de olabilir, erkek de. Tiran olmadan, baskı kurmadan yaratılan düş dünyası krallıklarının sembolü.
– Sergide eserlerin yıllarına göre bir düzen yok. Sıralama neye göre oluşturuldu?
B.Y.: Serginin seçkisi ve düzeni Marcus Graf’ın vizyonu ile hayat buldu. Ben kendimi hikâye anlatan bir sanatçı olarak tanımladığım için Marcus Graf da benim işlerim aracılığıyla sergide bir hikâye anlatmak, bir hikâye kurgusu oluşturmak istedi. Bu anlamda da hikâye içinde hikâye kurgusuna kapı açan bir küratoryal yaklaşımı oldu. Ayrıca “Harikalar Diyarı” deneyimini tam anlamıyla izleyiciye aktarmak için Lunaparktaki bir hız treni gibi yavaş yavaş yükselip ivme kazanan bir yerleşimi de var işlerin.
– Eserlerinizde “canavarlar” sıklıkla karşımıza çıkıyor. “Şeker Küpleri” ve “Monstra” gibi. Ancak bu canavarlar alışılmışın aksine ürkütücü değil, hatta sevimliler. Eserlerinizde yer alan bu canavarlar neyi veya neleri simgeliyor?
B.Y.: Canavarlar aslında hepimizin içinde olan gölge yanları simgeliyor. Ancak benim yaklaşımım ürkütücü ya da korkutucu bir gölge oluşturmak değil. Aksine bu yanlarla yüzleşme cesareti ortaya koymak. İçimizdeki canavarları dinleyip, ihtiyaçlarını anlayıp bir uzlaşma ve barış ortamı oluşturmak. Yanlış anlaşılmasın bunu derken bırakalım canavar canavarlığını yapsın demiyorum. Canavarı dinleyelim ve neden canavarlığını yapmaması gerektiğiyle ilgili ortak bir zemin bulup uzlaşalım diyorum. O yüzden de canavarları sevimli ve iletişime açık yaratıklar olarak kurguluyorum.
– Eserlerinizdeki renk kullanımı da çok dikkat çekiyor. Özellikle sarı, parlament mavisi ve kırmızı renkler. Bunun özel bir nedeni var mı?
B.Y.: Renk benim için çok önemli. Özellikle parlak, canlı renkler bana umudu hatta özgürlüğü çağrıştırıyor. Pembe, mavi bu renklerden mesela; kırmızı ve turuncu tonlar dikkat isteyen varlığını ortaya koymak isteyen renkler. Sarı ise yaşam enerjisi, güneş, ışık, sıcaklık; umudun ve varoluşun en parlak rengi benim açımdan.
– Dönüşümün eserleriniz önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Sanatınızın toplumsaldan içsel yolculuğa dönüşümü yanında sergide yer alan dönüşüm ve doz aşımı serilerinde de bunu görüyoruz ki serginin beni en çok etkileyen kısımlardan biriydi. Bu serilerden biraz bahsedebilir misiniz?
B.Y.: Dönüşüm ve Doz Aşımı çalışmaları 2015 yılında Mamut Art Project’te sergilenen Gelecek Şimdi! serime ait çalışmalar. Zaman bakımından henüz gerçekleşmemiş bir dönemi belirten gelecek sözcüğü, bu dönemi yakın zamanda bekleyen tehditler düşünüldüğünde, bir sözcükten daha fazlasını vurguluyor. Toplumu oluşturan birimlerin en küçüğü olan bireyden başlayarak geniş anlamda, hemen ve şimdi, hayat tarzlarımızda değişikliklere gitmemiz gerektiğine dair bir bilinçle hazırladığım işler bunlar. Bu süreçte de distopyalar öne sürmek ve vahim olanı gözler önüne sermektense dönüşümün üzerine yoğunlaşmayı seçtim. Dönüşüm; henüz gerçekleşmemiş olan bu dönem,- gelecek– karanlıklara gömülmeden aydınlığa çıkmak için bir fırsat. Kabuğundan sıyrılıp derisini yenileyebilen bir hayvan olduğu için en eski çağlardan beri dönüşümün, yenilenmenin sembolü olan yılanı bu seride ben de dönüşümün metaforu olarak kullanmayı tercih ettim.
– Sembollerde eserlerinizde sık sık karşımıza çıkıyor. Ve alışılmış anlamından farklı bir şekilde de kullanılabiliyor. Yılan örneğinde olduğu gibi. Sembolleri eserlerinizde ne zaman kullanmaya başladınız?
B.Y.: Sembolleri yoğun olarak kullanmaya 2013 yılından itibaren başladım. Daha önce de bahsettiğim gibi direk anlatılardan daha örtülü anlatılara geçiş yaptığım bir dönemdi. Hem zamanın ruhu bunu gerektirdiği için hem de kişisel olgunlaşma ile birlikte daha derinden bir anlatı ihtiyacı hissettiğim için bu böyle gelişti. Sembollerin güncel anlamlarındansa kökenine inmeyi ve hem ilksel hem de çeşitli toplumlardaki farklı anlamlarına bakmayı tercih ediyorum. İnsanlık tarihinin büyük anlatısındaki evrimleri ve farklılıkları da büyük resimde görebilmeme imkân tanıyan bir bakış açısı bu.
– “Elephant Shoe” sizin vesilenizle tanıştığım bir deyim oldu. Bu deyimden aynı ismi taşıyan eserinizden biraz bahsedebilir misiniz?
B.Y.: “Elephant Shoe” İngilizcede resmi olmayan, kısıtlı bir bölgeye ait bir halk deyimi. Benim de bu sözcükle tanışmam Arab Strap grubunun aynı isimli albümüyle gerçekleşti. Uzaktan sessizce Elephant Shoe dediğinizde dudaklarınız “I Love You” (Seni Seviyorum) ile aynı hareketi gerçekleştiriyor. Bu çalışma “Bilinmeyen Uzuvlar” adlı 2018 yılında Büyükdere 35’te gerçekleştirdiğim kişisel sergimden. Bu sergide ahtapot sembolünü kişisel ve toplumsal kaygının bir metaforu olarak kullanmıştım. Sevginin ifadesi de muazzam güven isteyen bir dışavurum. Sağlıklı bireylerin olduğu, sağlıklı bir toplum içinde kendine özgür ifade alanı bulabilir. Bu alanın var olmadığı bir toplumda olduğumuzu düşünüyorum ve deneyimliyorum. O yüzden kendini kısıtlamış bir sevgi ifadesi, donup kalmış bir şekilde figürün dudaklarından bize aktarılıyor.
– Sizi etkileyen sanatçılar kimler? Sanatınızı besleyen kaynaklar neler?
B.Y.: Güncel sanattan da sanat tarihinden de çok besleniyorum. Ayrıca edebiyat ve sinema en büyük ilham kaynaklarımdan… Genelde en son etkilendiğim eseri hafızamda tutarım ve onu zihnimde döndürüp üzerinde düşünürüm. Bu anlamda en son Susanna Clarke’ın Piranesi romanı beni çok etkiledi. Rüya mekânları ve cep evrenleri, yas süreci ile harmanlayan büyüleyici bir anlatısı olan bir roman. Aynı zamanda ismini aldığı, hayali hapishaneler yaratan ve çizen 18. yüzyıl İtalyan mimarı Giovanni Battista Piranesi’yi de bu roman sayesinde tanımış oldum. Bu aralar zihnimde bu hayali mekânları döndürüyor ve üzerlerine düşünüyorum. Bir noktada işlerime yansıyacaklarına eminim.
Ceylan Kayhan