
Öndeyiş
Türk edebiyatında genç sayılabilecek yaşta kaybettiğimiz “kayan yıldızlar” Ömer Seyfettin (1884-1920), Peyami Safa (1899- 1961), Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), Nâzım Hikmet (1902- 1962), Ömer Bedrettin Uşaklı (1904-1946), Sabahattin Ali (1907-1948), Kemal Tahir (1910- 1973), Ziya Osman Saba (1910-1957), Orhan Kemal (1914-1970), Behçet Necatigil (1916-1979), Rüştü Onur (1920-1942)’u, anıların sisli gölgeliğinde anıyorum. En küçükleri şair Rüştü Onur yirmi iki yaşında, en büyükleri, Kemal Tahir ile Behçet Necatigil altmış üç yaşlarında bu dünyadan göçüp gittiler. Ama arkalarında bıraktıkları şiir, hikâye, romanlarla edebiyat ve kültür dünyamızda kuşaktan kuşağa anılacak, değerlendirilecek eserler verdiler. Her zaman dost meclislerinde yukarıda saydığım şair, hikâyeci ve romancı yazarlarımızın daha çok şeyler söyleyeceklerini, yazacaklarını, erken yaşta hayata veda ettiklerini hayıflanarak söylerim. Ne var ki dünya çapında ünlenen sanatçılar da toplumlarına verdikleri eserlerle anılmış, takdir edilmiş genç sayılabilecek yaşta vefat etmişlerdir… Acaba diyorum; ressam/müzisyen/şair ve yazarların yaşam dünyalarında yokluk, imkânsızlık, yeterince beslen(e)memeleri mi? Veya gören, gördüğünden birçok “ibret dersi” çıkarmak mı? ya da beyinsel ve gönülsel “bohem hayatının” yorgunluklarının tezahürleri mi? diye içimden geçiriyorum. Bir ötesi de “Sanatçının kaderi, iradenin zaferi”mi demekten de kendimi alamıyorum.

“1945 Kâbusu”nun Getirdikleri…
Bir ruh ve duygu selinin içinde kaldığım zaman ve mekânda rahmetli Hıfzı Topuz’un kitabı “Başın Öne Eğilmesin Sabahattin Ali’nin Romanı“nı okurken duyduğum tarif edilmez kaygı, üzüntü, kıyım/kırım olayları; idealist, muhalif tavırlı Sabahattin Ali’nin trajik yaşam öyküsüyle yoğunlaştım. 1940’lı yıllarda savaş rüzgârlarının estiği, savaş sonrasındaki soğuk savaşın hüküm sürdüğü belirsizlik ortamında iki emperyal güç arasında detant politikası sürdürmeye mecbur hisseden CHP’nin “komünizm” belasından sıyrılmaya çalışırken; Amerika’nın yardımlarına gereksinim duyar, Türk aydınlanmasının sosyo/kültürel isterlerini henüz tamamlayamamış Türkiye’nin Rusya’nın Kars, Ardahan ve Boğazlar’da geçiş ayrıcalıkları istemesi. “Türkiye Üzerinde 1945 Kâbusu” kendini gösterdi. “… Amerika’da Başkanın yetkileri kanunlaşır kanunlaşmaz Türkiye’ye gönderdiği heyet, askeri yardım heyeti olur. Askeri makamlar(ımız)la temasa geçerler. Bizden, ihtiyaçlarımızı sorarlar. Türk- Amerikan ilişkilerinin o günden bu yana nasıl yürüdüğü, nasıl işlediği, ne sonuçlar verdiğini bugün daha iyi anlamış oluyoruz.” 1 Zorunlu olarak NATO’ya girişle birlikte – daha önce de var olan – siyasal jargonda: Sağ/sol, milliyetçi, komünist telakkileri (anlayışları) hareketlilik kazanır. Bu durum Türk entelijansiyasında da yansımasını buldu. Ve böylece iki kutup ortaya çıkarıldı ve/veya yaratıldı. Doğal olarak ceremesini de (suç, kabahat) şair, yazar, gazeteci, sanatçılar çekti. Entelektüeller, zor yılların, ya da kaos ortamı yaratan emperyal güçlerin “böl” ve “yönet “ politikalarıyla karşı karşıya kaldı. Alvin W. Goulddner “Entelektüelin Geleceği” adlı kitabının arka kapak tanıtım yazısında belirtildiği gibi “Entelektüeller, her yönden yabancılaşmış bir topluluk haline gelmektedir.” Türk aydınlanmasında özellikle “Köy Enstitüleri”nin eğitim/kültür kalkınmasında büyük bir rolü vardı. Fakat birtakım ajitasyonlarla enstitülerin kapatılması; “Toprak Reformu”nun bir türlü çıkarıl(a)maması; insanî, kültür/eğitim/sağlık ve refah seviyesinin belli bir seviyede kalmasını isteyen dış güçlerin dayatmalarıyla bugünlere getirildik.
İşte bu bunalımlı günlerde Sabahattin Ali’nin “Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer (…) Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. Bütün kavgalarımızda kendimiz için bir şey istemedik. Yalnız ve yalnız bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.” 2 der. Muhalif bir yazar ve aydın olan Sabahattin Ali, Türk-Amerikan ilişkilerini eleştirel bakış açısı ve öngörüsü ile altmış altı yıl önce değerlendirir. Şu dikkat çekici tespiti yapar. “… Evvela Hello Johny, My Darling, Yes, Okey girer, arkadan Amerikan zırhlıları girer, bahriyelileri girer. Daha sonra, gerekirse borç verileceğine dair haberler girer. Bu arada bazı yazarlar deliğe girer, bazı yazarlar Türkiye’yi Amerika’nın sınırı olarak gösterirler. Ve sonunda cunta dünyanın merkezinde bulunan asıl kazık girer ki, her kıvranışta biraz daha girer.” 3 Sabahattin Ali’yi çok geniş bir kitle tanıyordu. İçli şiirleri, gerçekçi hikâyeleri vardı. “İçimizdeki Şeytan” romanı geniş yankılar yapmış, tartışmalara yol açmıştı. Psikolojik baskı, yıldırma hareketleriyle rahatsız ediliyor hayatı yaşanmaz bir hâle sokuluyordu. Yurt dışına kaçma kararını alıyor ve böylece kaçış serüveni başlıyordu. “Bir sabah İstanbullular, gazetelerini alır almaz bir cinayet haberiyle irkildiler. Sabahattin Ali öldürülmüştü.” 4

İdealist, Yurtsever Bir Yazarın İmgesel Dünyası
Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde sosyal gerçekçilik hâkimdir. Başka bir deyişle, “ Türk insanının duygusal coğrafyasını en iyi anlayan, anlatan, “narin kalemi”dir. “…Anadolu köy, kasaba hayatını ve insanlarını gözlemleyerek işlediği konuları gerçekçi bir tavırla, üslupla, güçlü doğa tasvirlerine yer verir.” 5 Onun çok yönlü bir özelliği de vardır: Okuma ve araştırma merakının yanı sıra, çektiği fotoğraflarla da yaşadığı dönemin tanıklığını yapar. Tabiata tutkun, dış ve iç gözlem gücü, muhayyile (imgesel zenginliği), duru, yalın, kıvrak dili onun Türk hikâyeciliğinde yol açıcı özelliğini de ortaya çıkartır. Tasvirlerinde Anadolu bozkırının kırsal peyzajı dillendirilir. Köy yaşamının zorluğunu, insanların var güçleriyle çalışmasını; bozkırın sarı/sıcak atmosferinde insanın yüzünde kavurucu sıcaklığın tesiriyle yanık esmerliği, alnındaki belli/belirsiz donuk beyaz çizgiler, yorgun düşmüş kolların nasırlı elleri onun çileli, çaresiz, meşakkatli yaşam koşullarını realist, natüralist bir ressamın (Neşet Günal’ı anımsarken…) tablosunda yaşatır gibi betimler. Bireyi ve bireysel olanı öne çıkartırken, “insana” vurgu yapan, toplumsal gerçekçiliğin ağır bastığı öykülerinde belirgindir. Diğer taraftan Ege, Edremit’in pitoresk görünümüyle birlikte, olay örgüsünü, mekânı ve kişileri yerli yerine oturttuğunu görürüz. “Kuyucaklı Yusuf” romanında ve “Hasan Boğuldu” öyküsünde olduğu gibi… Ondaki kabına sığmayan şair ruhu, sanatçı duyarlılığını öykü ve romanlarında görmek mümkündür.
Memleket ve insan sevgisiyle dopdolu olan yazarın; özgür ruh ürpermelerinin ya da “aldırma gönül aldırma!” diyerek efkârını, duygu yoğunluğunu, ruh gurbetindeki yalnızlığını, dağların yüceliğini mor ve yeşilliğini, doruklar(ın)daki “kar”ın beyazlığını, sessizliğini, gri/kül rengi, mavi/beyaz kümelenmiş, iç içe geçmiş bulutların hareketliliğini ya da rüzgârın uğultusunu, ruhundaki ürperişini, izlenimini şiire döker: “ Başım dağ, / Saçlarım kardır . / Benim meskenim dağlardır.” Dağ bir imgedir. Doğa her zaman sığınağı olmuştur. O, dönüşü olmayan sarp ve yalçın dağların bir dağ yolcusuydu. “Bundan dolayı içimde başlayan yolculuk, geç kalmış bir keşif ve hatta her yanlış sapılmış bir yol” demek ister. 6 Bu ölümsüz şiirin dizeleri Istırancalar’da Sabahattin Ali’nin cesedinin bırakıldığı yerde sevgili kızı Filiz Ali bir kayanın üzerine babasının “Dağlar” şiirinin dizelerini yazdırır: “Başım dağ,/ Saçlarım kardır./ Benim meskenim dağlardır.” 7 Bu hüzünlü yolculuk ”… Filiz Ali’nin tüm yaşamına yayılmış, bu yaşamı alabora etmiş bir karabasan. “Filiz Hiç Üzülmesin” i, o an anlıyorsunuz bir hüzünlü yolculuğa çıkacağınızı. Üstelik, “babaları siyasal, faili meçhul cinayetlere kurban giden tüm çocuklar”ın anımsatılmış olması “sunuş”ta, daha da etkiliyor sizi. Sonra art arda gelen bölümleri, bu bölümlerdeki fotoğrafları, sanki size ait bir özel tarihin gizli belgeleriymişçesine su gibi içiveriyorsunuz. “Filiz Hiç Üzülmesin…“ işte böyle bir albüm.” 8

Mektuplar Dönemin Aynasıdır
Günlük yaşamın sıkıntıları, ruh burguntuları, maddiyatsızlık, takip edilme kuşkusu, her zaman “ölüm ve korku” günlerini biteviye yaşama… Bir yandan yaşam kavgası verirken, bir yandan da mahpusta yazdığı şiirler, öykülerle iç içe yaşayan Sabahattin Ali, “mektuplar” onun bir dertleşmesi/iç dökmesidir. Her satır başında “umutsuz aşkı” Ayşe Sıtkı’ya “Gözlerinden deli gibi öperim” deyişi bir kadın dostuyla, sırdaşıyla yazışması bir nebze olsun ona güç veren, güven veren duygu yüklü mektuplardır. Bir bakıma mektuplar dönemin aynasıdır. Duygular, seviler depreşir, canlanır bir ruh ve beden bütünleşir, dillenir, hayatının direnci / başkaldırısı tablosu çizilir. Bu durumu Ayşe Sıtkı şöyle dillendirir: “Dostluğumuz daha çok mektuplarla sürdü. Sabahattin Ali’yle çok yakından, çok görüşerek, konuşarak bir dostluk sürdüremedik çünkü o İstanbul’un dışındaydı daima sürekli olarak hapislere girip çıkıyordu. Buna rağmen Sabahattin benimle evlenmeyi çok istedi. Ancak ben ona kendimi o kadar yakın hissediyorum ki, bu yakınlığı evlenerek bozmak istedim. Ayşe Sıtkı bir hukukçuyla evlenir ve yaşamını Ankara’da sürdürür. Sabahattin Ali’yle 1936’dan sonra artık mektuplaşmazlar.” 9
“Gözlerinden deli gibi öperim”
Sabahattin Ali’nin 1930’lı yıllarda mektuplaştığı ve sorunlarını paylaştığı, içsel duygulanımlarını birbirine ilettiği, bir iç dökme mahiyetinde olan mektuplarını Ayşe Sıtkı’ya yazar. Yeşil mürekkeple kaleme aldığı mektuplarının birinde şunları dile getirir: “Ne tarafa dönsem, içimde kaynayan şeyleri dökmek için ne tarafa koşsam bir duvarla karşılaşıyorum. Adımlarım hiç kimseninkine uymuyor. Herkes beni yolun ortasında bırakıveriyor. Yolun ortasında… Herkes…”
Sevgili Ayşe,
“…Bana bütün ömrün senin iradenin haricinde geçip gidiyor” diyorsun. Zaten hayat irademizin haricinde geçip gider. İrademizin kudreti o kadar azdır ki bununla hayatımıza bir istikamet vermeye kalkmak hızlı akan bir suya değnek tutmaya benzer. Ya değnek bükülür, ya da bulanır. (…) “Ölüme yaklaşmış gibi olacağım “ diyorsun, bilmem sana yazdım mı, İngilizlerin meşhur Bernard Shaw’un bir romanında: “Saatte 60 dakika gibi dehşetli bir süratle ölüme doğru koşuyoruz” diyordu. 29.6.1933 tarihli mektubunda. 10
14.7.1933 tarihli mektubunda şunları dile getirir:
Ayşe,
“… Dünyada irademi bütün şiddetiyle kullandığım bir tek saha vardır: Yazı yazmak… Bu hususta benden şiddetli adam azdır. Nerede olursa olsun, ne zaman olursa olsun yazı yazabilirim. Ne soğuk, ne sıcak, ne, rahat, ne sıkıntı, ne keder, ne sevinç, ne sükûnet, ne gürültü, hiçbir şey benim yazı yazmama tesir etmez.” (…) Ben bir kitabı okurken onu yazanla beraber ve ona çok yakın hisler duyarım. (…) Bizzat sanatkâr olmayan bir adamın sanat eserlerini bütün heyecanlarıyla anlamasına imkân yoktur.” (…) biraz da kendinden bahseden mektuplar yaz. Yahut ne yazarsan yaz da uzun yaz. Gözlerinden öperim kardeşim. “/ Sabahattin Ali 11
23.3.1935 tarihli mektubunda “… benim için son mektubunda bilmeden bitmeye başlamışsın bile “… fakat benim için sen hiç bitmeye başlamadın. Nişanlım veya karım seninle mektuplaşmama niçin razı olmasın? Ben seninle evlensem sen benim Enver’le mektuplaşmama Pertev’le ahbaplık etmeme razı olmaz mıydın? (…) Alman idealisti Liebnecht, meşhur Alman Marxist ve mücadelecisi Rosa Lüxemburg ‘un en iyi dostu idi. (…) “İnsanlığın Hali” romanını oku. Bana kendi hayatından, ama kafanın içindeki hayattan bahset, uzun şeyler yaz…
Gözlerinden hesapsız defalar öperim Ayşe. “ / Sabahattin Ali 12
Birbirinden ayrı güzellikte duygu pınarlarının coşup coşup boşaldığı, hüzün tomurcuklarının göğüste biriktirdiği ayrı zaman ve mekânda kaleme alınan bu mektuplardan birini seçme; sanki bir gül bahçesinden çeşitli renklerde, güzellikte: Hüzün, sevgi, umutla/umutsuzluk arasında gidip gelen gülleri derlemek kadar zor bir şey… Bütün bu yaşanmışlıklar mazinin derinliklerinde, anıların sisli ve hisli atmosferinde dönemin insan ilişkilerini, bellekte yer eden ülküsünü yaşadığı/gördüğü/izlediği evreni yeşil mürekkepli dolma kalemiyle eski yazıyla kaleme alınmış “67 mektup” tan oluşan mektupları okumak gerekiyor. “İki Gözüm Ayşe” birbirlerine yüreklerini, duygu ve düşüncelerini açmalarına tanık oluyoruz.

Sonuç Yerine
Sabahattin Ali’yi doğumunun 118. yıl dönümünde onu anmak, dağdağalı yaşadığı dönemin ülküsünü, edebi kişiliğini, bir döneme damgasını vuran mektuplarını, muhalif bir yazarın ortamına değindim. Dostum Müfit Candan’ın söylemiyle: “Ne yazık ki bu ülkede muhalif olmak, aydın olmak kadar zor. Hangi yelpazede olursa olsun sanatçının kişiliği ve kimliği muhalif olabilmede yatar. Ondan dolayıdır ki sanatçı muhalefet eder. Bedel öder.” Diğer yönden Asım Bezirci de bir yazısında şunları dillendirir: “Şair yaradılışlı bir yazar olmasına karşın, duygularını saklamaya, salt bir gözlemciymiş, anlatıcıymış gibi davranmaya çalışır.” Derken bence Bezirci’nin en iyi tespiti de şudur: “… kendi kişisel sorunlarını unutarak hep Türkiye’nin çileli, çaresiz insanlarını hikâyelerine konu yapması bu sevginin en somut belirtisidir.” der. 13 Sabahattin Ali baskı ve yılgı bunalımının, ortamının son kertesinde “aydın namusu”nu vurgular. “Sabahattin Ali’nin, muhalif bir yazar ve aydın olarak kendisine 1930’lu, 40’lı yıllarda yaşatılanlara isyanını dile getirdiği bu cümlelerin hiç eskimemiş olmasına ne demeli? “ 14
Sabahattin Ali’nin hüzünlü, onurlu yaşam öyküsünden kesitler sunduk. İdealist, hak sever, yurt sever isyancı bir ruhun gelgitlerini her dem içinde yaşatır. O, halkın (köyün/kasabanın) sefalet içinde yaşanan sorunlarını dile getiriyordu. Dirençli bir ruhun isyanını içinde duyumsuyordu. “Bu ne affedilmez suçmuş meğer!” diye dillendirdiği başkaldırısını, onurlu mücadelesini paylaşarak anıyorum. Sabahattin Ali, hikâyelerinde sosyal gerçekçilikle başlayan her keşif yolculuğunda; tasvirlerinde yepyeni ama toplumsal gerçekçi bir anlayış ve anlatış biçimini dile getiriyordu. Tasvir ile tasvir edilen nesneler arasındaki “ahenk”… Her zaman yerli, ulusal, renk ve ahengi, güçlü anlatımıyla da üslupçu bir yazardır. O, dönüşü olmayan aydınlanmacı ve düşünce ufkumuzu açan bir dağ yolcusuydu.
- Metin Toker, Türkiye Üzerinde 1945 Kâbusu, Akis Yayınları, Ankara, 1971, s. 121.
- “Muhalif bir yazar: Sabahattin Ali, Gazete Pazar ( Kültür ), 19.4.1998.
- Hıfzı Topuz, Başın Öne Eğilmesin Sabahattin Ali’nin Romanı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2007 (6. Basım), s. 198.
- Kemal Sülker, Sabahattin Ali Dosyası, Ant Yayınları, İstanbul 1968, s. 6.
- Muhalif bir yazar: Sabahattin Ali, Gazete Pazar, (Kültür), A.g.g.
- Sema Arslan, “Benim meskenim dağlardır”, Radikal İKİ, 28 Şubat 1999, s: 16.
- Topuz, a.g.e , (“Dağlar” şiiri fotoğrafı”)
- Sadık Aslankara, “Filiz Hiç Üzülmesin…”, Cumhuriyet Kitap, S: 306, 28.12.1995, s. 3.
- Sabahattin Ali’nin Özel Mektupları İki Gözüm Ayşe, Yay. Haz.: Ayşe Sıtkı – Doğan Akın, Ataol Yayıncılık, İstanbul 1991 (1. Baskı), s: 16 .
- g.e. s: 87 .
- g.e. s: 99 – 105.
- g.e.: s: 236.
- Sema Aslan, A.g.g , s. 16.
- Sosi Özel , “Yalnız bırakılmış bir aydın Sabahattin Ali , Gazete Pazar (Kültür), 2 Mart 1997, s. 41 .
“Müfit Candan’a sevgiyle…”
Şener Öztop