Bazen yazlar geçiyor derinden
Su…
Berrak ki ne berrakSığ suları sever kış
Sanırsın ki alelacele anlatılacak gizlerle yüklü
Ve karla örter anlamınıİki yana açmış kollarını
Bir boyut kapısı gibi bahar
Artsın diye geçirgenliği
Boyunu aşan sulara dalmışVe işte sonbahar
Trafiğin sakinlediği akşam vakitleri
Çıkıverir birdenbire karşınıza
Her kulaçta bir çöp
Süpürür denizin benliğini
Karlı yolları aştıktan sonra, karşısına bir yaka çıktı. Yakaya Selanik diyenler de vardı, bisiklet diyenler de. Bir sinek olarak el örgüsü bir kazak üzerinde başladığı bu yolculukta fazla geç olmadan uyanmaya karar verdi. Uyanmasa n’apacaktı ki? Başkalaşımı dönüşüm olarak algılamış bir rüyanın içindeki evrimsel cozutmasını kabullense bile, kazağın dikensi yünleri ziyadesiyle kaşındırmaya başlamıştı sinek bedenini. Kârlı yollara sıra geldiğinde, herhangi bir aşma isteği uyanmadı içinde. Uyanık bir insan olarak parayı seviyordu ne de olsa.
Sabah uyandığımda, kendimi çok yalnız hissettim. Şimdiye kadar hissettiklerimin belki de en şiddetlisiydi. Şiddetli hastalıklar oluyordu, ama şiddetli yalnızlıklar nedir hiç bilmiyordum. Daha doğrusu herhangi bir şekilde tanımlayamıyordum kendilerini.
Akşam içilen, çok ama çok uzun aralardan sonra içilen bilmem ne kadar (bir şişe kadar) şarabın etkisinde tırmanılan bir bisiklet güzergâhı da yalnızlığıma çare olamamış, sanki kendisinden olması isteniyor ya da bekleniyormuş gibi de bir tuhaf havalara/hallenmelere girmişti.
Yorulmuş muydum, emin olamıyordum; hissetmiyordum çünkü. “Hissedilmiyorsa bir yorgunluk, yorgunluk değildir.” önermesi de pek umurumda değildi açıkçası. Yorgunluk ve hissiyatsızlıktan ziyade uykumun gelmesi, tırmanışın ve bünyede akşamdan depolanan şarabın bıraktığı bir miras olsa gerek diye düşündüm. Açık havada uyuma isteği giderek ağır basmaya başlamıştı. Tutan falan yoktu elbette, ama bariz bir güven sorunu vardı. Kılıma zarar gelsin istemiyordum. Bulunmaz Hint kumaşı, hatta keneviriydim ve bundan oldukça emindim. Kapladığım bedenlerin ve dumana boğduğum kafaların vazgeçilmez arananı, kendine erişilmezlik yaftası yapıştıran insan kisvelerinin en nadide parçası, en gereksiziydim.
Neden hissederiz yalnızlık? Ve nedir yanımızda olmasını istediğimiz? Bilmiyorum. Ne istediğimi hiçbir zaman bilemedim. İstediğim şeylerin, içinde bulunduğum durumla hiçbir zaman alakaları olmadığını fark ettim en çok da.
Karlı ve kârlı yolları aştıktan sonra, tepede yükselmekte olan güneşin aslında çoktan yükselip inişe geçen bir güneş olduğunu fark ettim. Güzel şey farkındalık, dedim. Yalnızlıktan da güzel. Yalnızlığın güzel olduğunu ifade etmek, bünyeme ters düşse de, bunda hiç zorlanmadığımı da fark ettim. Dizginlenemez bir ayma süreci içerisine girmiş, kişisel aydınlanmamda dörtnala koşmaya başlamıştım. Yürü beydi, kim tutardı beni!
Şaha kalkmış dörtnala giderken, türleri hakkında en ufak bir bilgimin olmadığı birkaç kuşun ötüşüne maruz bırakılmış, iyiden iyiye açılmaya başlayan algıma istemsizce dur demek zorunda kalmıştım. Çok saçma bir zorunluluktu bu. Maruz bırakılmak tanımlaması da bir o kadar saçma ve yersizdi aslında. Kuşlarla herhangi bir sorunum yoktu zira; hatta fazlasıyla seviyordum onları. İstemsiz de olsa bunu bu şekilde dile getirmenin utancını yaşadım bir süre. Bocalamanın etkisi tam geçmek üzereydi ki, bir anda kelimeleri de sevmediğimi fark ettim ve fark ettiklerim arasına özenle yerleştirdim.
Bir boka yaradıklarını sanacak gören de. Kelimelerden söz ediyorum. Buraya kadar gelmemi sağlayan yegâne belirteçlerden. İki yaz, bir dur, sonra hesap ver; hepi topu bu kadardılar, başka da bir şeyleri yoktu işte. İletişim koduydular ama iletişimin kendisi olacak kadar da küstahtılar çoğu kere. Sessizlikten öğrenecekleri çok şey olmalarına ve bunu da gayet iyi bilmelerine rağmen asla susmadılar ve bir kez olsun geri durmadılar yankılanıp tekrarlanmaktan.
Kenan Yaşar