
“Sessiz ölüm… benimki böyle olacak sanırım.” / Suna KORAT
Bütün sanat dalları arasında önemli bir yeri olan opera sanatı gücünü mükemmel bir koloratur sesi süslü geçitlerle ustalıkla söyleyebilen lirik soprano sesiyle, yorumuyla sahnede adeta bir ışık yayarak izleyicileri avucunun içine alır Suna Korat… “Gerçek bir sanatçının aurası vardır, onda bu vardı” diyor Suna’ya eşlik eden besteci- piyanist Aydın Karlıbel. Diğer taraftan Soprano Işın Güyer de Suna Korat için şunları dile getirir: “… Suna’daki büyüleyiciliği ‘tanrısallık’ tanımlamasıyla, belki kimilerine abartılı gelebilecek, ama üzerinde düşünüldüğünde pek de yanlış olmayan bir benzetme yaparak açıklıyor: Onun tanrısal bir tarafı vardı.” (s.34) demekten kendini alamıyor.
Suna Korat’ın Faust ve La Traviata oyunlarına sahneye koyan Gürçil Çeliktaş da şöyle diyor: “Suna Korat opera yorumcusu olarak sahnede izlemek bambaşka bir yaşama üç boyuttan bakmak gibidir.” (s.34) der. Sanatçının can dostu, onu her zaman destekleyen, ona güç veren: Emekli Büyük Elçi Emin Gündüz, o yılların Ankara’sındaki opera çevresini şöyle anlatır: “O dönemin, Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı ve eşi Harika Yardımcı, Prof. Nusret Karasu ile eşi Zinnur Karasu, Fatin Rüştü Zorlu’nun özel kalem müdürü Ziya Tepedelenli, Ankara’nın en çok ilgi toplayan üçlüsünü oluşturdu. Bazı insanlarda sırf onları görmek için operaya gelirdi. Fatin Rüştü Zorlu hiçbir galayı kaçırmazdı. İsmet İnönü hiç eksik olmazdı. 4 numaralı loca ona aitti. Gelmediği geceler locası boş bırakılırdı. Hep özlemini çektiğim dönemdir.“ (s.36) der.
Yalnızlığın, tedirginliğin ve kıskançlıkların gölgesinde La Travita’lı günler
Lucia’dan sonra Suna Korat’ı sanatının doruğuna çıkaran La Travita’da 1956 yılı 28 martında ve 11 nisanında sahnelenir. “Suna ömür boyu oynamaktan bıkmayacağını söylediği Verdi‘nin bu eserini daha sonra 1962’de İstanbul Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda oynayacak, 1970’ten 1980’e dek Türkiye ve Avrupa sahnelerindeki repertuvarından hiç eksik olmayacaktır ve ünlü yabancı sanat eleştirmenlerinin övgülerini alacaktır.” “La Travita, müziğindeki olağanüstü lirizimle hakkı olan başarıyı sağlamış, yüzyılı aşan bir süredir opera sahnelerinde yerini korumuştur.” ( Faruk Yener, Müzik Kılavuzu, Milliyet Yay., İst. 1970, s.262.)
1996 yılında büyük bir istek ve arzu ile geldiği Bilkent Üniversite’ndeki son yılları yalnızdır, tedirgindir, mutsuzdur. Sanatçının ruhsal durumunu Deniz Banoğlu, şöyle dile getirir: “… Suna yorgundur, hastadır. Gücünün ötesinde üstlendiği sorumlulukların, başlangıçta kendisine sunulan olanak ve yetkilerin giderek elinden alınmasının, kırılgan, içedönük, duyarlı karakterinde bıraktığı derin izler, onu yavaş yavaş acılı sona götürecektir.” (s.42)
Moskova Büyük Elçisi Semih Günver, “Moskova’da üç yüz seksen gün “Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan dizi yazısında şöyle der: “…Çeşitli opera aryalarını o kadar içten, o kadar duyguyla icra etti ki, salonu dolduran gençler, her parçayı ısrarla tekrarlattılar. Kültür gösterilerinin ne kadar evrensel olduğunu o günlerde daha iyi anladım. Bir genç Türk kadını Moskova’ya geliyor, bir İtalyan operası aryasını İtalyanca, Mozart’ı, Almanca, Adnan Saygun’u Türkçe yorumluyor, Sovyet dinleyiciler coşku ve hayranlıkla alkışlıyorlar. Suna’yı dinlerken insan her şeyi unutuyor, bir an için dünya vatandaşı oluyor” (s.62) der. Sanatçının bütün bu başarılarının ardından onu yiyip tüketen yalnızlık, içsel duygulanımlarında ona karşılık verecek, onu teselli edecek hayat arkadaşının olmaması; diğer taraftan akrabaların birbirinden kopukluğunun acısını ömür boyu yüreğinde duyumsatacaktır. Ağır bir ameliyat sonrasında “… öleceğini düşünüp vasiyetini yazdığını söylediği dönemdir bu .” (s. 62) 1963 ekim ayı sonlarında Paris’te National Theâtré‘da sahneye çıkan ilk Türk unvanını elde ederek La Traviata’yı oynayacaktır. (s.62)
Deniz Banoğlu uzun, yoğun, özverili bir çaba sonucunda ünlü sopranonun yaşanmışlıklarını/ özel hayatının anılarından derlediği kadar, yakınları tarafından söylenenleri de bir bir değerlendirerek Suna Korat’ın karakterini/mizacını ve özelliklerini portresini şöyle çizer: “ … Suna yaşam boyunca, mesleğinde, sanatında, belki fazlaca özenli, titiz davranmış, hatta bu yüzden de haksız yere ‘ kaprisli ’ olduğu da söylenmiştir, ama esprili biçimde benzetmesini yaptığı ‘ cadı ‘ karakterini hiçbir zaman üzerinde taşımamıştır. Yaşamı boyunca çektiği üzüntülerin, alınganlıklarının bir nedeni de, belki cerbezeli bir mizacı olmamasından kaynaklanmaktadır. Tersine son derece munis ve yumuşaktır” (s.63) der. Bu söylenenlerin yanı sıra şu tespitte dikkat çekicidir: “ … bu kitabın yazılması için bıraktığı notlarında Suna Korat hep yalnız olmanın, yalnızlığın tedirginliğini, üzüntüsünü içinde duyumsar.(s.20)
“Sesinize adeta âşık oldum”
Özel yaşamında huzurlu değildir. Tiyatro sanatçısı Asuman Korad’ dan boşanmasının ardından bitmek bilmeyen tatsızlıklar bünyesine verdiği zararların yanı sıra yalnız yaşama, yalnızlıklar, annesi ile Ulvi Baba dediği üvey babasını, öz babasını, çok sevdiği anneannesini, teyzesini ziyaret ederek yaşadığı anlık mutluluklarla unutmaya çalışır. Suna’nın yaşamında hep dönemsel mutluluklar olmuştur. “En ufak bir şeyden sonsuz tat alır, mutlanır, mizacına ters düşen en küçük bir olayda ise hemen hüzünlenir.“ (s.66) Sanatçının ruhsal yapısındaki gelgitler onu, olaylar, insanlar, zaman ve mekâna göre tutum ve davranışlara yönlendirir. Sanatçı bir konuda acıların, sevinçlerin, başarının/başarısızlığın veya mutluluğun/mutsuzluğun tezahürlerini içinde duyan ve dışavurumudur. Her gerçek sanatçıda olan bu duygulanımlar onların dünyasında birer yaşam perspektifidir. Daha doğrusu, yaşanmışlıkların izdüşümleridir hep bunlar!… Onun doğurganlığını veya küskünlüğünü, verimsizliğinin nedenlerini belirleyen etmenler biraz da yaşadığı toplumsal çevre faktörleridir. İşte bu mutlu ve de sevinçli sahnelerden biri de “1968 yılında Ankara’ya ziyaret eden Fransa Devlet Başkanı’nın, “sesinize adeta âşık oldum” diyerek kendisini kutlaması, adeta yaşamında ilk kez okuyormuşçasına onu inanılmaz derecede mutlandırır.
Arkadaşı Mete Uğur bu önemli anıyı şöyle aktarır: “De Gaulle bizi çok güzel sözlerle onurlandırırdı. Sahne arkasına dönerken Suna bana, ‘Hayattaki en mutlu anlarımdan birini yaşıyorum‘ demişti“ (s.66) Her gerçek sanatçının ruh haliyle bu durumu çözümleyecek olursak: “Çok çabuk mutlu oluyor, çok çabuk üzülüyordu: Arkadaşı Serdar Yalçın’ın sanatçımız üzerine yaptığı bir değerlendirmesi de şöyledir: “Anlık değişen davranışlarındaki hüzünden mutluluğa geçişleri, birden parlayan heyecanlarını, suskunluklarını izledim. Bir sanatçının iç dünyasını en çok onda merak ettim” (s.66) der. Yalçın sanatçıyla tanışmasını, ona karşı duygularını aktarırken şunları da eklemekten geri kalmaz: “Anlık değişen davranışlarındaki hüzünden mutluluğa geçişleri, birden parlayan heyecanlarını, suskunluklarını izledim. Bir sanatçının iç dünyasını en çok onda merak ettim” demekten kendini alamaz. (s.66)
Deniz Banoğlu bütün bu söylenenleri şöyle odaklıyor: “Evet herhangi bir insanın bile iç dünyasına inmek kolay değilken bir sanatçının, hele Suna Korat gibi dünya çapında bir divanın fırtınalı, suskun, kapalı, duygu, hüzün, yalnızlık yüklü yüreğinin derinliklerini keşfetmek elbette zordur. Ne var ki böylesi bir dünyanın olabildiğini düşünerek, içine yolculuk etme düşüncesinde, isteğinde olan ona yakın dostlarının var olması dahi Suna Korat için yeterli bir mutluluk olmalıdır.” (s.66) Banoğlu, sanatçının ruhsal portresini çok güzel çözümler ve şu değerlendirmeyi yapar: “Sıkıntılarıyla baş edemediği günlerde ise onu yaşama bağlayan tek güç sanatı, müziği asla vazgeçemeyeceği opera tutkusu, seyircilerin beğeni alkışlarıdır. Kendisiyle baş başa kaldığı günler, inancı olan Tanrı’ya, ‘Bari mesleğimde mutlu et’ diye yakarır sık sık.” (s.66)
Batı ülkelerine yapılan turneler…
7 Haziran 1961 tarihinde Yeni Gün gazetesinde Bulgaristan turnesine ilişkin çıkan yazılar yer alır. Bulgar şef Romeo Raitşev görüşleri epeyce ilgi çekicidir. “Hayatımda, birçok La Traviata yönetim, sayısız Violetta dinledim. Fakat böyle üstün bir sanatla az karşılaştım. Suna Korat’ın üstün bir müzik kültürü, çok güzel bir sesi, anlatılması zor artistik bir yaratıcılığı var. “(s.60) der. Artık Suna Korat’a Macaristan, Hollanda, İtalya, Almanya gibi opera sanatını ve sanatçısını önemseyen ülkeler onu dinlemek için sıraya girerler. Organizasyon bağlantıları ve sanatçısını önemseyen ülkeler onu dinlemek için sıraya girerler. 12 Şubat 1965’te Scala kadrosuna katılmak üzere Türkiye’den trenle hareket eden Suna Korat’ın dış bağlantılarındaki emprezaryosu artık Gorlinsky’dir.” (s.72)
Budapeşte’deki olağanüstü performansınız için size tekrar teşekkür… Suna Korat’ın dış ülkelerdeki müzik yaşamında Hollanda’nın apayrı bir yeri vardır. Bu ülkenin müzik ve opera tutkunu halkı, Suna Korat’ı sesini, sahnesini, temsillerini hayranlıkla izlemiş, adeta kendilerinden biri olarak kabul etmiştir.” (s.94) Bunun yanı sıra Hollanda Almanya’dan sonra, Suna’nın en çok konser verdiği, teklif aldığı ikinci ülkedir. Sanatçının bırakmış olduğu notlarında şunları söyler: “Beni Hollanda’da çok seviyorlardı, küçük bir ülke, her yerini karış karış dolaştım. Sokakta yürürken bile beni tanırlardı, bana Opera Korat diye isim takmışlardı” (s.95) O sıralarda emprezaryosu (Sanat topluluklarına ya da sanatçılara iş bulan kişi.) Korat’ın yakın dostu olan H.J. da Silva’dır. Silva artık hayatta olmayan Gorlinsky’nin yerini almıştır. Sanatçı ordan oraya sahne alır, alkış alır, takdir görür, fakat hocası Cemal Reşit Rey’in söylediğini aynen yapar: Hocası ona – “Batı’ya git, temsilini yap! Ama oralarda kalma!” demiştir O da bunu unutmaz. İşte bu içsel duygulanımlarını ve memleketine karşı sevgisini şöyle belirtir: “Bütün hayatım boyunca esas daima Türkiye oldu. En uzun İtalya’da kaldım, sekiz ay sonra tekrar Türkiye’ye geri döndüm” (s.95) der.
Deniz Banoğlu sanat üzerine ilgi çekici bir tespitte bulunur: “İnsanın yaşamını yazgı mı yoksa rastlantılar mı belirler? Ya da ikisi de mi? Bu konu kimi yazın ustalarının kafasını kurcalamış, hatta ünlü Alman edebiyat ustası Henrih von Kleist’ta olduğu gibi, yapıtlarının ana temasını bu soru üzerine kurgulamıştır. Suna’nın kariyerinde mutlaka ikisinin de yeri vardır. Onu küçük yaşlarda sıcak yuvasından koparan koşullarda “yazgısı” nın, en umutsuz olduğu dönemde, Bilkent Üniversitesi’nde “yepyeni bir soluk” bulmasında, ölümünü hazırlayan nedenlerde belki de “rastlantılar”ın rolü olmuştur kim bilir?” (s.96)
Türkiye’de müzik sanatının odak noktasını – öteki ileri ülkelerde olduğu gibi – besteciler oluşturmaktadır. Bestecilerimizin ilk kuşağını oluşturan ve “Türk Beşleri” denilen Akses, Alnar, Erkin Rey ve Saygun önceleri kuşkusuz büyük güçlüklerle karşılaşmışlardır. Çünkü onlar bestelemeye giriştiklerinde “milli müzik akımı” adı verilen romantik çağ çok gerilerde, 19. yüzyılın ortalarında kalmıştı” diyor Daniyal Eriç. Eleştirmen yazısına şunları da ekler: “Tüm olumlu gelişmeler, çok kısa sürede verimini göstermekte gecikmedi ve Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kurulmasından sonra henüz beş yıl geçmeden, 12 Haziran 1941’de Ankara’da ilk kez “Madame Butterfly” operası büyük başarıyla oynuyordu.” der. (Eriç, “Çok Sesli Türk Müziğinin Gelişimi ve Geleceği”, Türkiye’de Sanatın Bugünü ve Yarını, H.Ü. Güz. San. Fak. Yay., 1985, ss. 258-261.)
Bu genel bilgi doğrultusunda Suna Korat da Türkiye’de olduğu kadar yurt dışındaki konser programlarında da mutlaka Türk bestecilerinin eserlerine yer vermeye özen gösterir. Bu konuda şöyle der: “Sesime uygun hangi Türk bestecisinin eseri varsa, bugüne kadar nereye gittimse hep programıma aldım.”(s.99) Türkiye’de verdiği hemen tüm resitallerde, orkestra eşliğindeki konserlerinde Suna Korat, programına gerçekten de Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Nevit Kodallı, Ali Damar gibi bestecilerimizin yapıtlarından mutlaka bir iki şarkı koymuştur.” (ss. 100-101)
İstanbul Yılları…
Suna Korat’ın İstanbul yıllarına döndüğümüzde “gerek müzik gerekse özel yaşamı 1971 yılında Akara Devlet Operası’ndan istifa ederek İstanbul’a geldikten sonraki dönemde pek farklı olmayacaktır.” (s. 105) Gerek Avrupa turnesi sırasında gerekse İstanbul’a geldiği zamanlar kaldığı, şimdilerde olmayan Park Otel‘de konaklayan, bu oteli adeta (Yahya Kemal gibi…) ikinci adresi yapan Suna Korat daha sonra Ayazpaşa’da küçük bir dairede kalacaktır. (s.106) Sanatçımız, Ankara’da Aydın Gün’le başlayan kariyerine İstanbul’da da yine onunla devam eder uzun süre.” (s.110)
1971’den sonra tamamen İstanbul’a yerleşir. İstanbul Devlet Operası’nda kadrolu müzisyen olarak çalışır. “AKM yangınından sonra Maksim Tiyatrosu’nda temsillerini sürdürür. Bu dönem Aydın Gün’ün sahneye koyduğu Lucia di Lammermoor, La Traviata, Saraydan Kız Kaçırma ve Anna Bolena operalarında oynar.” (s.111) Suna Korat ünlü besteci hocalarından, özellikle C.R. Rey’den aldığı bilgi, görgü, meslek aşkı ve idealizm benliğini sarmalayacaktır. Mükemmeliyet duygusu, kılı kırk yaran titizliği onun hayat felsefesini oluşturur. Hemen hemen boş zamanı yok gibidir. Zaman ve mekân değerlendirilmesi önemlidir. Hatta zamandan saatleri bir bir ekleyebilsek diye de var gücüyle çalışır çalışır… Attila Manizade, Suna Korat’ın meslek disiplinini şöyle aktarır: “Temsilde rol alan diğer arkadaşlar, Kıbrıs’ın sıcağında deniz kıyısına masa kurup keyif yaparlarken, Suna odasından dışarı adımını atmamıştı” (s.115) der.
Sanatçının sanatına verdiği önem, değer, hassaslık kadar günlük yaşamında da kendine özgü tutum ve davranışlarını sergiler. Sözgelimi, sanatçımızı “özünden” tanımlayan bir tespit de şudur: “… sanatın da ulaştığı göz kamaştırıcı başarısı ile özel yaşamındaki ‘alçakgönüllü sadelik‘ çelişkinin altında yatan neden, maddiyata önem vermemesi, inanılmaz derecede eli açık olmasıdır.” ( s. 109) Kelimenin tam anlamıyla sahip olduğu “Yunus gönüllülük” (vurgu benim) ve görgü zenginliği içinde bir hanımefendidir. Sanatçımızın ruhsal ve sanatsal potresini Gürçil Çeliktaş’ı önce bir seyirci, daha sonra operadan biri, bir yönetmen olarak Suna Korat için gözlemi de şöyle: “Yaşam biçimiyle, kendinden emin oluşuyla, mağrurluğuyla, alçak gönüllüğüyle, müzik ilgisi, kültürüyle, bütün bunlara sahip olduktan sonra da edindiği ses tekniği, yorum ve sahne hakimiyetiyle gerçek bir primadonnadır. Diğer taraftan sahnede canlandırdığı temsillerde, Anna Bolena’da mağrur kraliçe, La Traviata’ da hasta, çaresiz, ama kişiliğinden ödün vermeyen Violetta, sevdiğine kavuşamayınca intiharı seçen Lucia ve Romeo ve Jüliet’te genç kız kalbiyle, delicesine âşık, bu uğurda her şeyi göze alabilecek Jüliet.” (s. 116)
Sahne ışıklarından, kalabalıklardan yalnızlığa sığınma.
“Bütün hayatımı, kariyerimi, her şeyimi Türkiye’ye göre ayarladım” der Suna Korat. Sahnenin çekiciliğini, seyircilerin alkışlarını, bravolarını, bir opera sanatçısının varlığını, hazzını, coşkusunu, anlık mutluluklardan sonra yalnız bir insan olarak dört duvar arasında kendi sessizliğine bürünecektir. Tek fark, Minyoşka’nın ‘miyavlaması’ ve onu bağrına basması ile sevginin, acıma duygusunun tesellisini duyumsayacaktır. İyi bir kedi severdir. Bütün sokak kedilerinin beslenmesi, bakılması onu sevindirecektir. Aşırı duyarlığı, bazen çocuksu ruhunda hayal dünyasını zenginleştirecektir.
Bütün bu renkli dünyanın içinde yer alan ‘grilikler’ yaşanmışlıkların çıplak gerçekleridir. Yalnızdır. Yalnızlığını ‘opera coşkusundan’ sonra evinde nasıl geçirdiğini Ali Sinan Gülsen’in gözlemini, izlenimini aktarmadan geçemeyeceğim: La Travita’ nın en sıkı izleyicisi A. S. Gülsen, her temsilden sonra Suna’yı kuliste bekler, taksi çağırıp çiçekleri arabaya yerleştirmesine yardımcı olur. Sahne alkışlar, müzik ve opera coşkusunun ardından AKM’den az uzaktaki ‘yalnız’ evine gidişi üzücü bir tablodur. Bu tabloyu Gülsen şöyle çiziyor: “Ona ihtişam, ayakta alkışlamalar, müziğin yaşattığı coşku, çiçekler ve bravolardan sonra Ayazpaşa’ya, yaklaşık elli metre uzaklıktaki evine, taksiyle Taksim Meydanı’nı turlayarak, neredeyse beş yüz metre yol kat edip, apartman kapısını sokağın karanlığında anahtarla açarak, dört kat merdiveni çıkıp eve girdikten sonra tek başına kaldığını düşündükçe içim burkulurdu. Ben ondan önce kestirmeden gidip evinin önündeki otobüs durağında beklerken, taksiyle önümden geçip bana el sallardı.” (s.129)
Sondeyiş
“Her bir ses müziksel bir bütündür,
Her bir seste ayrı bir anlam vardır.”
Büyük başarılarla, yalnızlıkların arasındaki gelgitlerin fırtınalı iç dünyası… “bir yalnız diva” nın trajik yaşam öyküsünü özetler. Atifet Usmanbaş’ın bu anlamda sözüyle: “Suna Korat hiçbir zaman kendisine lâyık olan bir yaşam yaşamadı.” (s.41) Aslında bu söz sanatçımızın bir cümle ile dramatik yaşamını vurgular. Dahası, başarılarla dolu bir yaşamın acılı sonunda olay düğümlenecektir. Soprano Suna Korat’ı iki farklı boyutta irdelemek gerekir. Birincisi opera yorumcusu, diğeri konser yorumcusu “Her lied (şarkı) başka bir öyküyü dile getirdiğinden, yahut her arya başka bir duyguyu taşıdığından, Suna her liedi gerektirdiği ruh haliyle yorumlardı. Ondan bir konser izlemek de bir ayrıcalıktı.” (s. 129) diyor Gürçil Çeliktaş.
Diğer taraftan Aydın Karlıbel de şunları dile getirir: “Suna Korat operanın ufkunu açan bir sanatçıydı, opera aşkı, şan bilgisi, vokal sanatçı olarak müthiş bir yeteneği ve sesi beni etkilemişti.” Devlet sanatçısı, kompozitör Nevit Kodallı “Türkiye’de Sanatın Bugünü ve Yarını” sempozyumunda sunduğu tebliğinde belirttiği gibi “Opera, bu sanata karşı hassas ve belirli bir kültür seviyesine erişmiş insanlarca sevilir, anlaşılır ve takdir edilir.” Tüm bu sözlerin ardından ömrü opera sanatı uğruna tüketen, öğreticilikteki mükemmeliyetçiliğini, öğrencilerine gösterdiği ilgiyi, (Talat Halman’ın söylediği gibi, “Suna Hanım’ın hayran olduğum bir yanı da öğrencilerini toplumsal yaşamla iç içe olmaları için Ankara’nın en güzel lokantalarına götürmesiydi.” Yardımseverliği, eli açıklığı, müzik tutkusu, insan sevgisi ve hocalarına karşı gösterdiği inceliği, zarifliği, nezaketi, kibarlığı her zaman sürdürür. “… en sevdiği, sonsuz saygıyla sözünü ettiği, güvendiği dostu ise hiç kuşkusuz Cemal Reşit Rey’dir. Onunla, müziğin dışında ortak oldukları bir diğer husus Türkiye sevdasıdır.” (s. 130)
Deniz Banoğlu kitabın önsözünde: “… Bir ömrü sanatı uğruna tüketen genç kuşaklara sadece adını ve yetiştirdiği bir avuç öğrencisini bırakan büyük bir sanatçıdan geriye somut bir anı kalmalıydı. Operanın genç sesleri, yeni yetenekleri de onu tanımalı, öğrenmeliydi.” (s.8) Yazar kitabı yazmanın amaç ve ilkelerini de şöyle belirtiyor: Yazdıklarımda nesnel kalabilmek için, Suna Korat’ı daha çok sanat, müzik ve meslek yaşamına yöneldim, insancıl kişiliğine ilişkin onu yakından tanıyan dostlarına ortak noktada kesişen duygularına, görüşlerine yer vermeye gayret ettim.” (s.9)
Deniz Banoğlu kendine özgü, özgün bir üslupla kaleme aldığı “Bir Yalnız Diva Suna Korat” anı/biyografi kitabında Piyano ile başlayan ve opera tutkusuyla süren, müziğe adanmış bir ömrün öyküsünü anlatıyor. Sesiyle dünyayı büyüleyen bir sopranonun iç dünyasıyla tanıştırıyor. Ama her şeyden önce, genç kuşak operacıların kendilerine örnek alabilecekleri idealist bir sanatçının yaşam öyküsünden ‘dersler’ çıkartılmasını istiyor. “Yine de sanatçılar yalnız ölmüyorlar…”
Deniz Banoğlu, Bir Yalnız Diva Suna Korat, Doğan Kitap, İstanbul 2004 ( 1. Baskı ) , 194 s.
Açıklama/gönderme: Metinde alıntılar kitabın birinci baskısından alınmıştır.
Türk Sanat Müziği Sanatçısı değerli kuzenim Nurdan TORUN’ a sevgiyle…
Şener Öztop