Medya nerede başlar?
Tiyatro nerede biter?
Tiyatro yok oluyor, tiyatro can çekişiyor diye yırtarken boğazlarımızı, bir de dönüp bakıyoruz ki ne görelim?
Tiyatro ve medya bu aralar sıkı fıkı, el ele vermiş…
Birbirlerine oyuncular transfer ediyorlar, sendeki manken biraz bize gelsin sahne şenlensin bendeki oyuncu biraz size gelsin kaliteyi arttırsın. Medya konu sıkıntısı çekerken tiyatro ise yıllardır hiç bitmeyen bir para sıkıntısı içerisinde…
Türk medyası…
“İyiler hoşlar, boylu poslular da, ellerini kollarını nereye koyacaklarını pek bilemiyorlar”
Ne yapsak bir iki tane okul mu açsak şöyle özelinden…
Gerçekten medyanın ürkütücü bir oburlukla genişlettiği sınırlarının içinde tiyatroya ve tiyatrocuya yer var mı? Tiyatro kendini yenilemek, seyircilerine kavuşabilmek için medyadan medet umabilir mi?
Medya her yerdedir, her şeyi satabilir, tüketime sunabilir ve reyting almayı başarabilir. Ülkemiz medyası da ipin ucunu giderek daha çok kaçırmakta ve yaşamımızda daha çok güç kazanmaktadır. Medyamız geliştikçe demokrasimiz de, yaratıcı gücümüz de, örgütlenme ve karşı olma eylemliğimiz de günden güne gerilemektedir. Zaten medyanın asıl görevi de bunları yok etmek ve yerine aslı ile sadece görüntüde benzerlikler taşıyan küçük kopyalar yerleştirmek değil midir?
Medyanın en çok sevdiği aracı olan televizyon, en çok kitleye ulaşabildiği, endüstrisi en gelişmiş, üretim ve tüketimin, sanal gerçekliğin en iyi gözlenebildiği mecrasıdır. Televizyondaki mi yoksa yaşamdaki gerçeklik mi daha gerçektir? Medya her yerde ise sanat nerededir? Algılayabileceğimizden daha çoğunu ürettiğimiz tüm kavramlar anlamlarını yitirmektedirler. Onlarla o kadar çok oynamışızdır ki, hepsinin içleri boşaltılmıştır ve birbirlerinin içine geçmişlerdir artık. Her şey fazladır ve o yüzden de yoktur.
Televizyon da her şeyi fazlaca göstererek gizler ve sıradan şeyleri dramatize ederek ya da dramatik yapısı ile oynayarak sıra dışı yapar. İzleyici olarak bizler, bu kandırmaca da esas malın programlar değil kendimiz olduğunu unutuyoruz. Zaten kapitalizm bir anlamda hafızanın yok edilmesi üzerine kuruludur. Yeni şeyler tüketebilmek için eskileri hızla unutmak gereklidir. Her yeni günde önceki “ben” leri unutup yeni “ben” e ve tüketim açlığına uyanırız. Televizyon endüstrisi, izleyicilerini reklamcılara pazarlamaktadır. Yani izleyici reklamcılar için çalışan edilgen işçilere dönüşmektedir. Kişi medyadaki bu görevini kolaylıkla dışlayarak ya da unutarak kendini televizyonun, programlarının efendisi zanneder ve özgür bir edim gerçekleştiriyormuş gibi bir hisse kapılır. Günümüz dünyasının getirdiği toplumsal bellek yitiminin, en önemli nedeni, dış çevrenin insan doğasına aykırı bir hızda değişim göstermesidir. Televizyonun yapısı bu hız ve akışkanlık üzerine kuruludur.
Televizyondaki akış örneğin tiyatroda kitapta ve hatta sinemada yoktur. Bu akış diğerlerindeki gibi tanımlanmış, sınırlanmış bir zaman dilimini ya da sürekliliği imlemez. Televizyondaki hız ya da akış içinde durup düşünmek mümkün değildir, izleyici bu akışa bırakır kendini. Bu kendini bırakma halinde yüksek kültürün(sanat) ya da onun üreticilerinin yardımıyla kurtulabileceğimiz düşüncesi yine medyanın hileli yönlendirme gücü dolayısıyla tehlikeye düşmektedir. Çünkü medya sanatı olabildiğince kendine dahil etmeye çalışırken onu tanınmaz hale getiriri popüler kültürün ürünü yapar..
Müzik poplaşır…
Tiyatro skeçleşir…
Resim hobileşir…
Tiyatro oyuncularının, diziler reklamlar ve yarışma programlarıyla en ağırlıklı ve giderek artan bir hızda katılımlarının artığı alanın, ekranlar olması yani tabiri caizse küçük kutucuğa dayatılmış bir evrene doğru götürülmektir. Televizyona değil, bizi kumanda eden o aletten bir an önce uzaklaşıp, beynimizin sürekli uğradığı felce az da olsa bir ara vermek gerek. Zira felçli beyinler ne kadar yaratıcı olabilir, ne kadar sanat yapabilir ve onu izlemeye tahammül gösterebilir?
Tiyatronun niye var olduğu, değerinin ne olduğu, her gece ışıklar altında sahneye çıkmanın, karanlık bir salon da insanı izlemenin ne anlama geldiği giderek yitmekte, bulanıklaşmakta. Ne yazık ki bu hızlı tüketimin kültürüne dayamayan tiyatro, günümüzde sanatçılarını birer birer televizyon ekranlarına kaptırmakta, tiyatrocuları düpedüz hapsedip kendi ürünlerini daha izlenebilir kılmak için kullanmaktadır. Çünkü gerçek oyuncu, rolünü çok daha inandırıcı kıldığı için izleyiciyi kandırma, istenilen mesajı iletme manipüle etmede çok daha başarılı olmaktadır. Bu hızlı bellek yitiminde artık gerçek oyunculuğun, gerçek tiyatronun ne olduğu unutulmaktadır. Çünkü televizyon kendi gösterge dizgesini, ürünlerinde oyunlarda ve izleyicinin algısında içselleştirerek, tiyatronun televizyon skeçlerine ve şovlara, tiyatro oyunculuğuna benzemesine neden olmaktadır. Peki, günümüzde bu kadar yoğun yaşanılan popüler kültür hegemonyası altındaki tiyatro izleyicisi, televizyon izleyicisi prototipi olmaktan kendini ne ölçüde kurtarabilir? Kendi oyuncularının terk ettiği, üzerine düşünmediği tiyatroyu daha ne kadar ayakta tutmaya çalışabilir? İzleyici, sahnedeki insanın sesine, hareketine, terine, yavaşlığına, mükemmel olmamasına, hiçbir aygıt olmadan gerçek oyuncuyla burun buruna kalmasına ve apaçık gerçekliğe ne kadar dayanabilir? Aslında dayanabilir. Çünkü tersi, insanın dünya üzerindeki iradesi olmayan bir mahluk olarak yaşadığı anlamına gelebilir.
Tüm dayatmalara karşı, tiyatro yapmak, izlemek ve üzerine düşünüp konuşabilmek, bizlere biraz olsun sahte dünyalardan kaçma ve nefes alabilme şansı verecek ve en önemlisi bizleri bir parça daha insan yapacaktır
Sanatı izlemek istiyorsak, tiyatro var olsun diyebiliyorsak düzenin karşısında durmak, sözü oradan söylemek gerek. Bunu yapmak zorundayız. Hepimiz…
Tekin Kaya
Çok haklı bir noktaya değinmiş yazar kişi. Bugün sokağa çıkıp insanlara ‘en son ne zaman tiyatroya gittiniz?’ diye sorsak, eminim ki çoğu hatırlamaz bile… Peki soru ‘en son ne zaman televizyon izlediniz?’ olsa…