İçinde kadının olmadığı bir şey bulmaya çalışıyorum. Bir şey… Bir roman, bir hikaye, bir film, bir müzik, bir resim… Bulacağım şey ya da aradığım şey illa sanatın içinde olacak diye de bir şey yok. Günlük hayat, güncel haber, biriyle yaptığım herhangi bir günlük konuşma… Kesin olarak ‘yoktur’ cevabına erişmek değil niyetim. Hatta ‘vardır’ bence, mutlaka vardır.
Böyle bir sorunun cevabını bulmaya çalışmak, kapsama alanı sınırsız düşünceyi de beraberinde getiriyor. Düşünsenize; sadece bir -veya hadi birkaç diyeyim- noktaya götürebilir mi bu soru sizi? Günlük yaşantınızdan tutun da, geçmiş, şimdiki zaman, gelecek; zamanın uzantıları, sanatın tüm dalları, kişisel hikayeniz, etrafınızdaki hikayeler, ne var ne yoksa her şey bulmaya çalıştığım cevaba beni götürebilir.
Bu girişe istinaden yazı boyunca ara ara “…hatta vardır bence, mutlaka vardır”ı yaza yaza ilerleyeceğim.
Bir konu ile ilgili bir cevap bulmaya çalışırken aklınıza gelen ilk cevap doğrudur. Benim de bir ‘ilk cevabım’ oldu elbet. Fakat düşündüğüm ilk cevabı yazmayacağım hemen. Kim yazdı ki ben yazayım? Ya da ilk film karesinde hangi yönetmen gösterdi ki ben göstereyim? Hangi ressam ilk fırça darbesini indirip kaldırdığında fırçayı, kadını resmediyordur, dendi? Direkt kadını anlatan bir ilk nota var mı? Günlük hayatta da kadın bir şekilde oradadır. Mesele anlaşılır, uzatılır, büyür; çünkü söz konusu olan kadındır; düz ve sıradan olması imkansızdır.
Çünkü kadın bir meseledir.
Bırakalım artık kadın çiçektir, böcektir, anamızdır, karımızdır, kutsalımızdır, helalimizdir; kadın feministtir, şeytandır, cadıdır; kadın orospudur, günahkardır, baştan çıkarıcıdır demeyi; bırakalım bunları, yaftalamanın kolaylığını.
Kadın bir meseledir.
Fakat toplumsal bir mesele değildir.
Fakat erkeğin meselesi değildir.
Fakat ailenin meselesi de değildir.
Fakat çocuğunun da meselesi değildir.
Kadın yine kadının meselesidir. Yani kendisinin. Ve bunu bütün yaftalamalara direnerek kadının kendisi ister. Ve karşı taraf da bu direnmeye karşılık yaftaladıkça yaftalamaya devam eder.
Peki bu kadar mesele edilecek ne var?
O kadar ağız sulandıran bir mevzudur ki kadın, her şeye ama her şeye mesele edilir. Ve ‘bir şeye de mesele edilmemişliği var mıdır?’ sorusu kafamda oluşuverir işte.
Hakikaten merak ediyorum: İçinde kadının olmadığı bir şey var mıdır?
“… hatta vardır bence. Mutlaka vardır.”
Sorunun cevabı bulundu elbet. Fakat şimdi yazarsam çok erken yazmış olurum. Çünkü en başa döneceğim tam da şimdi. En başa: Kadın ile erkeğin ilk bulundukları yere… Cennete.
Orada bir pazarlık var çünkü. Günümüze kadar gelen, bundan sonra da devam edecek olan. Sakın alelade bir pazarlıktan bahsettiğim zannedilmesin çok sıkı bir pazarlık bu. Kadın ile… Tabii ki erkek arasında değil. Bu kadar basit olamaz. Olsaydı konuyu buralara kadar getirmezdim. Verirdim cevabı, arkasından birkaç paragraf, birkaç da örnekle konuyu bitirirdim. Basitlik sizin düşündüğünüz gibi erkek tarafından da gelmiyor üstelik. Böyle olsaydı daha da basitleşirdi her şey ve cennetten kovulmalarına bile gerek kalmazdı. Kalmazdı, çünkü zaten en başta Tanrı için basitleşecek olan bu mevzunun dünyaya sıçrayacak bir tarafı kalmazdı.
Kadın ile Tanrı.
Çok ciddi bir pazarlıktı onların arasındaki.
Çünkü kadın cennetten çıkmak istedi.
Kadın bulunduğu yerlerden hep çıkmak ister.
Yine Günlerden Bir Gün, öyle ortada hiçbir sağlam sebep olmaksızın, kadın cennetten çıkmak istedi. Tanrı kabul etmedi ve izin vermedi. Niye versin? Kadın veya erkek ikisinin de yaratılış hakkı Tanrı’ya ait değil mi? Fakat buna rağmen kadın, bir karşı çıkma veya bir itaatsizlik olsun diye değil, sadece bulunduğu yerden çıkma isteğinden ötürü itiraz etti. Kadının belki de en basit, en karmaşık olmadığı an cennetten çıkabilmek adına Tanrı’ya karşı çıktığı o anlardı. O anlardan sonra bir daha hiçbir zaman o kadar basit olamadı.
Çünkü kadının cennetten çıkma ısrarına karşı Tanrı’nın bir koşulu vardı:
“Güç erkekte olacak.”
Araya uzun bir boşluk, bir satır boyunca sürecek uzun sessizliği simgeleyen, nokta noktalar falan koymayacağım.
Aklına ve değişime yatkınlığına güvenen kadın bu yıldırıcı olabilecek teklifi anında kabul etti. Çünkü çıkmak istiyordu oradan. Sadece çıkmak…
Çıktı.
Bu mitolojik hikayedeki kadının adı ne acaba? Tanrı ile bu pazarlığı yapan kadın kim? Bu pazarlığı Danae yapmış olabilir mi? Elektra’dır belki. Belki Hekabe ya da Kirke… Pandora? Pandora olabilir mi? Bir ihtimal…
Yunan mitolojisine göre başlangıçta sadece erkekler vardı. Mitolojinin genel içeriği Tanrıların insanlarla ve diğer tanrılarla olan ilişkileridir. Bu ilişki ağı içinde bir gün Prometheus ateşi çalarak insanlara verir. Bu duruma Zeus çok sinirlenir ve erkeklerden oluşmuş olan bu toplumu cezalandırmak için kadını yaratmaya karar verir. Kadın Pandora’dır. Zeus Pandora’yı dünyaya gönderirken ona bir kutu hediye eder ve kesinlikle açmamasını söyler. Fakat Pandora merakına yenik düşer ve kutuyu açar. Zeus’un kutunun içine koyduğu tüm kötülükler, hastalıklar, korkular dünyaya yayılır. Pandora durumu fark edip kutuyu kapatır ancak iş işten geçmiştir. Kutunun içinde kalan tek şey ümittir.
Ve böyle birçok kadına dair mitolojik hikaye… Bu hikayelerin ortak noktası şu: Kadındaki merak unsuru ve bu merak yüzünden tüm kötülüklerin kadından geldiği. Tanrı tamamı erkeklerden oluşmuş bir toplumu cezalandırmak istiyor, fakat kadına kötülük yaptırarak! İnsanın cennetten kovulma hikayesi de kadının merak edip elmayı ağaçtan koparması değil miydi? Kötü olanı sembolize eden ağaç! Sonra yine kadının birçok mitolojik hikayede yılan sembolizmi üzerinden anlatılagelmesi…
Neden? Tanrı sırf erkeklere kızdığı için kadını yaratırken ona kötülük yapmasını bahşedebilir mi? Bu kadar akıl dışı olabilir mi Tanrı? Ya da insanın cennetten kovulma sebebi bir elmanın yenmesi yüzünden olabilir mi sadece? Bu kadar basit mi?
Tüm mitolojik hikayeler dahil, kadın ve erkeğin arasında geçen anlatılagelmiş hikayelere sorgusuz sualsiz inanmam nasıl beklenebilir? O yüzden Tanrı ile pazarlık yapan kadının adı yok. Tanrı ile pazarlık yapan kadının bu hikayesini hiçbir mitolojik kitapta bulamazsınız. Bu hikaye bendenize ait çünkü. Her mitolojik hikaye kadını konu etmekle beraber, hiçbir mitolojik hikaye kadına gerçek hakkını vermez.
Çünkü kadın “çıkmak” istemiştir. Ağaç inanılması istenen hikayedir. Elma da. Kutu da. Yılan da.
Nasıl olur da yokun bile var olduğu cennetten çıkmak ister kadın, bu ne cüret!
Bu yüzden Tanrı dünyada da rahat bırakmadı kadını.
Kadın hep vardı. Tanrı erkeği sonra yarattı, çünkü bulunduğu yeri bırakamazdı, çünkü yeryüzüne inemezdi kadın ile beraber, çünkü içten içe biliyordu; o gün gelecek ve kadın ‘çıkmak’ isteyecekti. Tanrı kadını çok sevdi. Bu uğurda ne yaptıysa olmadı.
Ama kadın Tanrı’yı yalnız bıraktı.
Kadın, erkeğin gücünü ve peşi sıra gelecek olan tüm yaftalamaları da kabul ederek cenneti bırakıp cehennemin tam ortasından geçti.
Böyle bir şeye yaratılmış hangi varlık cesaret edebilir? Cennetten çıktığı günden beri mücadele ettiği şey Tanrı’nın yeryüzündeki güç simgesi Erkek! Hakikaten zor. Yalnız kalan Tanrı, mitolojik hikayelerle intikamını almaya başladı ilkin ve sonrasında kadın dünyaya adım attığından beri, binlerce yıldır toplumun veya bireyin gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun güce karşı direnç savaşı devam edegeldi. En medeni toplumlarda bile günde bir tane de olsa ‘kadın mağduriyeti’ haber sayfalarındaki yerini aldı.
Bu durumda içinde kadının olmadığı herhangi bir şey bulabilir miyim?
Sabır taşı olsa çatlardı gerçekten.
Fakat hayır, henüz yazmayacağım bulduğum cevabı. Birkaç sayfa daha… Sonra cevabın da sırası gelecek elbet.
Şimdi anlatmak istediklerimi daha da somutlaştırarak devam edeceğim.
Sabır Taşı
Yönetmen: Atiq Rahimi
Yapım yılı: 2012
Yer: Afganistan
Kadın yıllardır Batı diliyle anlatıldığı için bizlere, bu film gökten kucağıma bir mücevher gibi düştü. Çünkü yönetmenin bu filmi çekme sebebi ile ilgili söyledikleriyle, benim ‘bu film kucağıma bir mücevher gibi düştü.’ tanımlamamdaki sebep aynı.
Atiq Rahimi: “Afgan kadınları hakkında hep aynı söylemleri duymaktan bıkmıştım, ezilen, kurban olan kadınlar. Oysa Afganistan´a gittiğimde son derece dirayetli kadınlarla tanıştım.”
Gerçekten ben de bu Batı endeksli anlatımlardan, herhangi bir meseleyi en iyi onlar anlatırmış gibi bir algıyı yaratmalarından sıkılmıştım. Milenyum çağının modern insan handikaplarını, mutsuzluklarını, başarısızlıklarını, başarılarını kafamıza kafamıza dikte etmelerinden; kendilerini ne olursa olsun merkeze koymalarından; kadını hiç sevmedikleri halde kadın üzerinden prim yapmalarından ve kadını anlatamamalarından sıkılmıştım.
Ve Afganistan’da çekilen, savaşın ortasında Afgan bir kadını anlatan Sabır Taşı şimdiye kadar izlediğim en iyi kadın filmidir.
Film o kadar güzel başlar ki, bir şiirin ilk dizeleri gibidir. Rüzgar üzerinde kuş motifleri olan perdeyi ve üzeri dantel motifli tülü hafifçe sallamaktadır. İçi su dolu bir tas görürüz sonra. Sonra bir kadın eli, kaba batırılan beyaz bir bez, mırıldayan bir kadın sesi… Hala ne olup bittiği tam belli değildir. O kadar yumuşaktır ki geçişler, burası Afganistan mı? Savaş mı var? Hadi canım! Bir adamın, gözleri fal taşı gibi açık yüzünü görürüz sonra. Yine kondurulacak gibi değildir olup bitecekler. Kadının nikah yüzüğü olan elinde 66’lık tespih, hafifçe kaldırır elini, zarifçe şakağındaki birkaç saç telini kulağının arkasına doğru düzeltir.
Ne olabilir bu filmde? Böyle başlayan bir film nasıl ilerler, nereye varır?
Kadın üzerine yazılan bu yazının müsebbibidir bu film.
Bu filmin her şeyden önce bir kadın filmi olduğunu fakat bunun da ötesinde Afganistan gibi bir yerde kadının kapsayıcılığında bir savaş filmi olduğunu ilk sahneden asla anlayamazsınız. Erkeğini, anlatacağı şeylere karşılık Sabır Taşı ilan etmiş bir kadın. Uzun monologlar, uzun uzadıya… Erkek hiçbir şey yapmaksızın dinlemede. Afganistan’da, ataerkil bir toplumda, savaşın tam ortasında üstelik. Mümkün değil.
Kadın için mümkün olamayacak böyle bir hikayeyi, ancak erkeği bulunduğu yere mıhlayarak anlatabilirsiniz. Erkeği bulunduğu yere mıhlarsanız kadını konuşturabilirsiniz. İşin aslı şu: Erkek ensesinden bir kurşun yemiş ve kötürüm olmuş ise, kadın için asla mümkün olamayacak ne varsa mümkün. Bunu Afgan Yönetmen Atiq Rahimi o kadar güzel yakalamış ki… O yüzden de o savaş ortamında, Afganistanlı bir kadını anlatarak, tüm dünya kadınlarının hikayesini aslında bir cımbızla çekip çıkarmış.
Her şeyi yasaklı, dünya nimetlerinden yaralanamamış, gün yüzü görmemiş bir Afgan kadını. O güne kadar neredeyse hiç konuşamadığı, birlikte aynı sofrada yemek yiyemediği, sevişemediği kocasına içini dökmesi; kendisine hiç karşılık veremeyecek kötürüm biri de olsa karşısındaki, hayatında olup bitenleri anlatacağı birisinin olması artık. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi inanılması güç bir şey daha oluyor. Genç bir asker bu genç Afgan kadınla sevişmek istiyor ve daha da önemlisi kadını seviyor.
Kadın Tanrı’nın cennetine yeniden dönüyor. Gücü bırakarak ve güce sırtını dönerek. Sevişerek ve sevilerek.
Mucize. Tanrı’nın değil kadının mucizesi. Kadının var olma gayreti. Durmaması, devam etmesi.
Çıkma isteği yine; fakat bu çıkma isteği, bu sefer kadını cennetine geri döndürme sebebi.
Bundan sonraki monologlar da bir mucizeye dönüşüyor tabii…
Anlatıyor kadın, ifade ediyor kendini; kendisini tenine bırakıyor. O yoklukta, o açlık halinde teninin lezzetine bırakıyor kendini. Öyle şeyler anlatıyor ki kocasına, öyle şeyler biriktirmiş ki içinde; kendini hiçlikten var ediyor. İstendiğini ve sevildiğini anlatıyor. Güç yok oluyor. Kadının içinde yine bir ‘çıkma’ isteği. Aynaya bakmaya başlama, gözlere sürmeler, saçındaki parlaklık, lezzetli bir gülümseme… Aynı mekan, aynı savaş ortamı, aynı kötürüm koca fakat sahnedeki renklerde canlılık, kıpırdama, heyecan, kalp çarpıntısı… Bu seferki ‘çıkma isteği’ kadın çıktığı cennetine geri döndürme sebebi.
Sahneye girip de aynı şeyleri Amerika’da, Asya’da, Afrika’da, Avustralya’daki kadınlar da yaşıyor desem inanmaz. ‘Her şeyleri varken de mi?’, der. Evet, her şeyleri varken de hiçbir şeyleri olmayan kadınlar var.
Mesele, dünyadaki bütün kadınların meselesi.
Kadının içinde biriktirme mevzuu, sonrasında anlatma isteği, sonrasında ifade etme arzusu, nihayet bulunduğu yerin dışına çıkma laneti…
Aynı şeyleri Anna Karanina da yaşadı: Zengin, saygın, yaşlı kocasına karşılık genç bir subayı sevdi. Üstelik anneydi, bir çocuğu vardı. Kendisini yazan kişinin dahi gazabına uğradı Anna. Tolstoy tarafından tren raylarına itildi. Ataerkil Tolstoy isteseydi yaşatamaz mıydı Anna’yı? Anna Karanina’nın Sabır Taşı ile benzerliği şaşırtıcı değil. Kadın bulunduğu yerden çıkmak istedi hep ve lanetlenmeyi göze alarak çıktı da.
Sonra Tanrı’nın cennetine yeniden döndü. Sevişerek ve severek.
Madame Bovary’de de aynen böyle oldu. Erica Kohut’da da, Latife Tekin’in kadınları da, Leyla Erbil de aynı şeyleri yaşadı; Adalet Ağaoğlu, Günlerden Bir Gün’de ki Meral de (ahh Meral içimdeki kadın), Alice Munro kadınları, Picasso kadınları da. Rodin kadınları, Beethoven, Chopin’in piyano sonatlarındaki kadınlar; sanat aracılığıyla can bulan, konuşan kendini ifade etmeye çalışan sayısız kadın karakter. Ve Feride… Bu kadın yazısını yazan bendeniz bir gün Feride’yi de yazacak elbet.
Çoklu erkek hikayesinden tekli kadın kahramana giden romanlar, hikayeler, müzikler, heykeller… Kendini tam da bahsettiğim şekliyle hiçbir şeyden var eden kadınlar… Dostoyevski de yok böyle hikayeler mesela; Kafka da yok. Kıraç buluyorum onları bu açıdan fakat onlardan hiçbir şey eksiltmeksizin.
Bulduğum cevabı daha anlaşılır kılmak için kadını çok az konu edinen eserleri seçmeliyim belki de. Fakat böyle bir şey istesem de yapamam. Kadının ufacık bir parçasını her hangi bir meselenin içinden çekip çıkardığınızı düşünün. Boşluğu neyle dolduracaksınız? Savaş ve Barış’taki herhangi bir kadın karakteri çıkarın mesela. Ya da 9. Senfoni’deki bir kadın sesini alın senfoninin içinden… Yerine hiçbir şey koymazsınız.
Çünkü kadının cennette bıraktığı boşluğu kimse dolduramadı. O yüzden dünyadaki yaftalanmaları bitmez.
O yüzden kadın uzun bir monologtur. Uzun uzadıya…
Kendini erke ifade etmek zorunda kalan ve sonu gelmek bilmeyen bir monoloğun içine dalması onun makus talihidir. Seçim yapmak zorunda kalan (Sofia’nın Seçimi’ni izlediniz mi? Hatırlıyor musunuz?), her zaman bir tık daha fazla mücadele etmek zorunda kalan kadındır. Kadın hep bir şeye dikkat etmek zorunda olan taraftır. Oturmasına kalkmasına, ağzından çıkan söze, isteklerine… Kadının monologları bitmez, bitemez.
Kadın aslında kendisinden başka kimseyle konuşmayandır.
İlk önce kendi kendisine ifade etmek zorundadır kendini. Kendi kendine anlatmalıdır kendini ve ikna etmelidir. Kadın, kadın olma edimini yine kendinden alır dışarıdan değil, bir erkekten asla değil.
Buraya tekrar döneceğim. Fakat tam da burada şimdi Erika Kohut’u yazmak istiyorum sayfalarca ve sayfalarca…
Elfriede Jelinek’in Erika Kohut’unu
Dünya edebiyat tarihinin en derin kadın karakteri. Dünya sinema tarihinin de -Hanake aynı adlı romandan sinemaya uyarladı-. Müziğin de diyebiliriz, çünkü Erica bir müzik öğretmeni. Uzmanlık alanı Schubert olan bu kadının pardösüsü, yürüyüşü, vitrinlere bakışı, yüzünün ince çizgilerine karşılık mimiksiz düz hali, soğukluğu, mesafesi onu en kadın yapan hallerden sadece birkaçı. Sadece ‘en derin kadın karakter’ diyerek Erika Kohut’un kadınlığını es geçmeyeceğim. Erika’daki kadınlık başka. Anna Karanina’nın dişiliği gibi değil ondaki kadınlık. Görebileceğiniz, alabileceğiniz, dokunabileceğiniz bir dişilik değil. Keşfedilmemiş, henüz dokunulmamış, erkek bir hikayeye konu olmamış bir kadınlık.
O yüzden basit bir tesadüf olmaksızın Erika Kohut’un yazarı da bir kadın.
Yani;
Erika’nın istediği tek şey kadınlığı. Kadın olma hali. Aynı kadının cennetten çıkma isteği gibi basit Erica Kohut’un isteği. Romanda, sanki kadınlığını Walter’la paylaşmak istiyormuş gibi ya da yaşı geçtiği için artık hayatı paylaşacak bir erkek arıyormuş gibi anlayabilir çoğu kişi Erika’yı, ama hayır. Erika Kohut kadınlığını istedi. Kadın olmayı, kadın olma hallerini. Hiç monolog yapmaksızın. Niye yapsın? Sabır Taşı’nda olduğu üzere bir erkek bir kadını anlatmıyordu ki, bir kadın (Elfride Jelinek) başka bir kadını (Erika Kohut’u) anlatıyordu. Monoloğun dik alası değil de nedir bu?
Kadın aslında kendisinden başka kimseyle konuşmayandır.
Kadının cennette bıraktığı yer hala boş.
Ve aradığım cevap ‘cennet’ değil. Hayır. Kadın bıraktığı boşluğu kendine cevap olarak seçmez.
Kadınlar evet, ömürlerinde bir defa da olsa cennete, bıraktıkları o boşluğa geri döndüler. Fakat bıraktığı boşluğun hala boş olma halini değiştirmediler.
Şimdi bu soru aklıma ilk geldiğinde düşündüğüm ilk şeyi yazacağım.
Düşündüğüm ilk şeye menziline doğru giden bir ok gibi fırladım desem… Abartarak yazmak istemiyorum fakat, aklıma ilk gelen düşünceye gidişimi başka türlü tarif edemem.
İçinde erkeğin olduğu her şey…
Cevap çoğulmuş gibi görünüyor ama değil. Üstelik cevabı da hala vermedim. Bana göre ‘vardır’ cevabının tek karşılığı: Erkek.
İçinde kadının olmadığı bir şey: Erkek
Erkeğin olduğu yerde kadın hiçbir yerdedir ve kadın bu var olamadığı hiçbir yeri yok etmek ister var olabilmek için. Var olur da. O yüzden ilk birkaç kısa zaman dışında kadının içinde olmadığı hiçbir şey yoktur.
Karışık değil çok basit. Kendi kendimi yalanlayarak bu basitliğe ulaştım.
Erkeğin kadına bakış açısı diye bir şey yoktur. Kadının kadına bakış açısı diye bir şey vardır.
O yüzden aşağıda okuyacağınız paragrafın yazarı bir kadındır:
Bakınız Bay Elçi elinize kaldım ona gidemezsem şimdi, hemen boşar beni,
o vakit başınıza kalırım, o boşarsa beni siz alırsınız çünkü, alır mısınız?
alırsanız oturalım, burası sıcak ve içki de var ikimiz de yalnız sayılırız,
size kendimi anlatayım: Güneyin şirin bir beldesinde doğdum, türlü yağlarla
ovuldum, çocukluğumun üşütücü çürükleri yüzünden şiir yazarım,
alırım kalemi elime kara, kara oturaklara da otururum, dayarım şakağıma
kara tabancayı — yazamazsam kendimi öldüreceğim diye korkudan
yazarım — bir elimde Dostoyevski, bir elimde Kafka, bir elimde Kutsal
Betik, bir elimde Rilke, gene de Dostoyevski’den çıkmışımdır ben, o
olmasa bu numaraları bilemeyecektim, karışığımdır ben çapraz ve bükülür
aman Zeynel ne diye koyuyorsun Beethoven’i, kıskanç! kimseyi kandırmamı
istemezsin, yapayalnız acılar içinde mi gebereyim? / yeter artık
bıktık bu numaralarından Nermin bir yeni insan görmeyesin / siz onun
dediklerine bakmayın âşıktır bana biraz, siz beni Arifime ulaştırın ayaklarınızı
öpeyim, yok yok kaçmayın iğrenmem ben sizden, iğrenç benim
bakın tırnaklarımın arası yumurta sarısı, ekmek kırıntısı ve saç kepeği
doludur iğrenir miyim? ama belim ince apışlarım sellidir..
apışlarım sellidir…
Var mı hayatınızda bunu yazabilecek bir erkek. Tanıdığınız bir erkek var mı “apışları selliydi”, diye yazacak. Eminim yoktur. Eminim yok böyle bir paragraf yazabilecek bir erkek. Ama bir kadın var işte.
Leyla Erbil.
Arif’in kadını.
Ya da Kadın’ın Arif’i.
Arif’in kadını tanımlamasında bile şahane bir kadın duruşu var.
Kadının olmadığı tek şey erkektir evet.
Yukarıda bıraktığım yere geri dönersem: Erkeğin yaratılıştan gelen gücü kendine anca yeter çünkü. Ekstradan bir güç üretmez gerek olmadığı için. Bir monolog üretmesine, değişmesine gerek yoktur.
Kadın ise çatır çatır değişir. Her ay hasta olur değişir. Vücudundaki kirli kanı atar. Kızlık zarı bozulur, değişir. Vücudu eskisi gibi değildir artık. Hamile kalır, değişir. Bir varlık oluşur içinde, değişir. Doğurur, değişir. Bir daha doğurur, bir daha değişir. Her ay hastalanmaya devam eder, devam ettikçe değişir. Menopoza girer, gene değişir. Kainatta bile uzayın boşluğundaki gezegenler hiç durmamakla beraber ara sıra yavaşlar. Fakat kadın hep değişir
Kadın sürekli ve çatır çatır değişir.
Buna hangi varlık dayanabilir? Bunca değişim niye sadece kadına verildi? Kadına verilen hediyeler olabilir mi bütün bunlar? Bu son soruya ‘evet’ cevabı vermeyi o kadar çok isterdim ki…!
En büyük hediyeye, ‘cennete’ sırtını dönmüştür kadın. Buna karşılık Tanrı cennette hiçbir şeyle ve hiçbir şekilde boşluğunu dolduramadığı kadını asla affetmez. Dünyaya büyük bir cenderenin içine atar O’nu ve bir an bile değişimsiz bırakmaz. Kadın sevişince ve sevince cennete geri döndüğünü zanneder. Afgan kadının sonu, Anna Karanina’nın sonu, Madame Bovery’nin sonu, Erika Kohut’un sonu, Meral’in sonu… Çatır çatır değişen kadının sonu, edebiyatta, filmde, müzikte, resimde de değişmez; hayatın kendisinde olduğu gibidir kadın; gerçektir her şey. Kadın gerçeğin iz düşümüdür.
* Ressam: Will Barnet
Aynur Kulak